Yeni yüzyılda kamuoyunu en çok
meşgul eden konulardan birisi tarihimizdeki Ermeni yarası. Son
tahlilde sanırım kimsenin bir "yara" olduğunu inkâr
edecek hâli yoktur. Tartışma bu yaranın neden, niçin, nasıl
açıldığı çerçevesinde sürüyor. Konunun fanatiklerin
sıkıştırdığı odağından uzaklaşıp daha geniş bir çerçevede
değerlendirme yapacak olursak yaranın, tıpkı bir organizmayı
sakatlayıp sağlıklı gelişmesini engellemesi, kimi organlarını
çürütüp yok etmesi gibi bu toprakların bugüne ulaşan tarihinde
belirleyici nitelikte etkileri olduğunu tespit etmemek mümkün
değil. Bunun için bir zamanlar bu topraklarda yaşayan ve zaman
içinde resmi devlet politikaları ile temizlenen bu halkların
özellikle 19. yüzyılda Osmanlı toplumu içerisindeki konumları,
işlevleri, kültürleri, toplumsal hayatın her alanındaki
katkılarına bakmak yeterlidir. Yaranın sebebi, müsebbibi,
nedenleri üzerine kim hangi açıklamayı yaparsa yapsın, şu sonuç
gözlerini kan bürümemiş insanlar için çok nettir: sonuç
hepimizin fakirleşmesi, kaybetmesi olmuştur. Ne bir birey, ne de
bir toplum, başkalarının acıları ve kanı üzerinde mutlu ve
müreffeh bir hayat inşa edemez. Hele de bu "başkası"
kardeşi ise. Biz de edemedik, bu yarayla doğru dürüst yüzleşene
kadar da edemeyeceğiz.
Murat Belge "Edebiyatta Ermeniler"
başlıklı çalışmasında yaranın edebiyatımızdaki
yansımalarının izini sürüyor. Osmanlı döneminden başlayarak
Ermeniler ve diğer gayrı müslüm halkların Osmanlı ve Cumhuriyet
edebiyatında nasıl değerlendirilip, ele alındığının somut
edebi ürünler üzerinden bir dökümünü çıkarıyor. Kuşkusuz,
bizim gibi tarihi kaynaklara ulaşmanın çok zor olduğu, araya
dilsel bir kopuşun girdiği bir ülkede eksiksize yakın bir çalışma
yapmak pek mümkün değil. Belge de bu iddiada değil zaten. Bu
hassas, bıçak sırtı konuya yaklaşırken tedbiri elden
bırakmıyor. Öncelikle sınırları belirliyor: tarihçilik
konusunda belli bir mesaisi olduğu için öncelikle "Tarihçi"
Mugalatası (yanıltma, laf cambazlığı yapma) başlığını
verdiği giriş bölümü ile konunun kısa bir tarihi
değerlendirmesini yapıyor. Sonra da kendisinin "kıyım"
kavramını benimsediği, resmi tarihin tehcir (göç), başkalarının
"soykırım" olarak nitelendirildiği bu sürecin çok
önemli bir boyutu olan "mülkiyetin el değiştirmesi"
konusunu irdeliyor. Bu çalışmanın ilk bölümü Birikim
dergisinde yayınlanmış. Belge daha sonra zaman içinde yeni
kaynaklara ulaştıkça yazmaya devam etmiş ve sonuçta bu eser
ortaya çıkmış. Özellikle vurguladığı gibi konuya estetik
açıdan yaklaşmak esas hedefi değil, ama bence Belge'nin en güçlü
ama en az üretimde bulunduğu yanı olan bu edebiyat eleştirmenliği
ister istemez ortaya çıkıyor ve çalışmanın belki de en keyifli
bölümleri estetik eleştirinin yapıldığı paragraflar oluyor.
İnsan o bölümleri okudukça "hocam boş verin gündelik
siyasetle ilgili yazmayı çizmeyi, siz bize bol bol edebiyat
konusunda yazın çizin" diyesi geliyor.
Konunun edebi yansıması açık nefret
ile başlayan bir skala üzerinde, daha az nefret, ama iki taraf da
suçluydu söylemi, utangaçlık, ve özellikle son zamanlarda
hafifçe uç vermeye başlayan daha nesnel değerlendirmeler şeklinde
beliriyor. En tanıdık yaklaşımlardan birisi Belge'nin Ahmet
Günbay Yıldız'ın "Figan" isimli romanını
değerlendirirken yazdığı gibi "Kitap, Türkiye'de öteden
beri varolan birtakım çizgileri bir araya getiriyor. İster Bizans,
ister Rus Çarlığı, ister İspanyol, bizim düşmanımız
olan birilerini anlatan bir Yeşilçam filmi geleneğimiz vardır,
örneğin. Bu düşmanlar hepsi, her bakımdan, çok
fazla kötüdür. Biz de her bakımdan iyiyizdir." Nitekim
önemli bir grup yazarın eserlerinde fuhuş yapanlar, kötü
insanlar, alavere dalavere içinde olanların hepsi gayrı müslim
olarak ortaya çıkıyor. Yiğit Türk kahramanların mutlaka bir
kahpe azınlık numarası oluyor. Bu kitapları okuyanların
Osmanlıda fuhuş sektörünün tamamen azınlıkların elinde
olduğunu düşünmesi kaçınılmaz. Oysa ki Şevket Nezihi'nin Son
Dönem Osmanlı İstanbul'unda Fuhuş altbaşlıklı Cihanyandı
Lütfiye Hanım (Encore Yayınları, 2011) adlı kısa
röportajını okumak konu hakkında nesnel bir bilgi sahibi olmak
açısından yeterli. Şevket Nezihi, Haydarpaşa'nın arka
taraflarındaki kırmızı fenerli Paris Sokağında genelev
patronları ile yaptığı söyleşileri aktarır bize. Bu
söyleşilerde de ne hikmetse bir tek gayrı müslim yoktur. Hem
patronların hem de "sermayeler"in hepsinin Türk'tür.
Ayrıca şunu da öğreniriz: "Şişhane Karakolu ile Voyvoda
arasında Kalafatçı'nın kerhanesi vardı. İstanbul'un yüksek
tabakasına mensup birçok aile kadınları buraya başka namlarla
devam ederlerdi."
Kin ve nefret tohumlarının nasıl
atıldığını görmek açısında Belge'nin Harp ve Kadın
isimli bir romandan aktardığı şu satırlar da son derece
öğretici: "Zaten genel bir ölüm yüceltmesi var. Öldürme
şehveti yalnız "düşman"a özgü bir şey de değil.
Askerlerimiz "...kızgın kurşunların düşmanın beynine
beynine saplandıklarını gözleriyle görmek arzusuyla
yanıyorlardı"..."İnsan öldürmek kutsal bir görev
olmuştu...Ebamüslim, bütün ruhunu ve vücudunu saran derin bir
öldürme hazzıyla.." ..."İnsanda kin olmamalı, kin
milli olmalı. Kin, alçaklara karşı hiç dinmemeli."
Elbette sadece olumsuz örnekler yer
almıyor, 3 Kemallerin, Vedat Türkali, Halil İbrahim Özcan gibi
konuya nesnel yaklaşanların eserleri de mercek altına yatırılıyor.
Ama özellikle milliyetçi ve muhafazakâr kesimin, Belge'nin
sözcükleri ile, yaklaşımının şu olduğu aşikâr: "Biz
Ermenilere değil, Ermeniler bize yaptı! Oturayım, bir roman
yazayım da, bu gerçeklikler ortaya çıksın!" diyerek
sıvanıyor, romanını yazıyor." Bir de bu "eserlerde"
isimlerin, sözcüklerin yanlış kullanımı var ki, evlere şenlik,
Belge'nin taşı gediğe koyduğu yerlerden birisi: "Evet,
"yüzyıllarca beraber yaşamışız" diye bir "cici
söylem" vardır hep. Birader, yüzyıllarca beraber yaşadın
da, niçin hâlâ bir "Vardapet"i öğrenemedin?"
Genel okuyucunun ilgisini canlı
tutamayacağı (keşke tutabilse) ama Ermeni yarası konusunda
bilgilenmek isteyenlerin ve her yaştan Türk Edebiyatı
öğrencilerinin raflarında bulunması gerekli bir çalışma. Son
bölümde Belge "Soykırım" kavramı hakkında da
görüşlerini belirtiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder