1970'ler, orta okulda olmalıyım,
senede bir kaç adet alınan çocuk kitapları yetmiyor, evdeki
sınırlı sayıda kitaba da sıradan girişmiş durumdayım. Bernard
Malamud'un "Kiev'deki Adam"ı da bunlardan. Sayfalar
ilerliyor (bu arada Kiev neresidir, Yahudi kimdir, nedir?) bir tasvir
ile karşılaşıyorum: romanın kahramanının yıkanırken
gözetlediği kızın bacaklarından bir kan sızıyor, ve onun
üzerine bir temizlik, kirlilik muhabbeti dönüyor. Henüz regl
nedir bilmiyorum, ve bu bilinmez kan hayatımın küçük edebi
travmalarından birisi oluyor. Yıllarca sahaf larda kitabı gördüğüm
zaman o sahneyi hatırlıyor ve bilinmeyen karşısında yaşanan o
tedirginliği yeniden hissediyorum. Kitaptan geriye Yakob adlı bir
Yahudinin Rusya'da işlemediği bir cinayetten ötürü tutuklanması
kalıyor aklımda.
Geçenlerde pek kıymetli ve otoriter
editörüm Elif hanım arayarak, uygun bir dille Malamud'un "Tamirci"
isimli kitabını yollayacağını, okuyup yazmamı "rica"
ediyor. "Aha!" diyorum, "Kiev'deki Adam olmalı bu!";
okudum diye tekrar dönüp bakmadığım bu kitabı yeniden okumak
ilginç olabilir. Kontrol ediyorum, orijinali "The Fixer"
adı ile yayınlanmış, ve benim 40 yıllık Kiev'deki Adam'ım
artık Tamirci oluvermiş!
Karışık duygular içerisinde bu yeni
baskı ve çeviriye eklenen J. Safran Foer'in güzel önsözünü de
okuyarak başlıyorum, bir kaç sayfa sonra gerçek bir mücevher ile
karşı karşıya olduğumun ayırdına varıyorum. Sonrası bir
roman severin her zaman düşlediği, zaman zaman hiç bitmesin,
zaman zaman da ne olacak acaba bir an önce bitsin diye yaşadığı
o harika romanda-yaşama süreci.
Foer'in de belirttiği gibi Tamirci iyi
ve muazzam bir kitap. Adaletin sorgulandığı şu dönemde
yayınlanmış olması bilinçli bir tercih mi, yoksa tesadüf mü
bilemiyorum ama iyi bir romanın olmazsa olmazlarından evrenselliği
nasıl da 12'den vurduğunu net olarak görebiliyoruz. Romanın
kahramanı Yakob'un yerine isterseniz Hrant Dink, isterseniz Pınar
Selek'i koyun. Mirzabeyoğlu da olabilir, yargısız infazlarla
katledilen, işkencehanelerde öldürülen yüzlerce devrimci de.
Veya siyasi meşrebinize göre Ergenekon'dan istediğiniz ismi de
yerleştirebilirsiniz. Kopkoyu bir Yahudi düşmanlığının
yaşandığı "vahşi hurafeler ve gizemli görüşlerle dolu
bir Ortaçağ şehri" olan 1900'lerin başındaki Kiev ve Rusya,
1990'ların, 2000'lerin İstanbul'una, Türkiye'sine ne kadar
benzeyebilir? Bu sorunun yanıtını okuduktan sonra siz verin.
Yıllarca çıkmayan iddianameler, uyduruk suçlamalar, gizli
tanıklar, ya da yalancı şahitlere dayandırılarak yapılan
tutuklamalar, hapishanedeki baskılar, hurafelerle delirtilmiş bir
kamuoyu , onu başarı ile manipüle eden devlet ve hükümet
görevlileri, insanın çaresizliği, ideoloji, din, gericilik, kin,
ırkçılık! Ve tüm bunların karşısında kimsesiz, yapayalnız,
yarı cahil bir insanın, sapıtmış insanlık karşısında, o
insanlığın geleceği için, İnsan kalabilmek adına muazzam
direnişi!
Yakob Kiev kırsalında yaşayan
eğitimsiz, dini inancı olmayan, yolu bir şekilde Spinoza ile
çakışmış, onu okuyup anlamaya çalışan fakir bir tamircidir.
Bir drahoması bile olmayan karısı, bir türlü çocukları
olmadığı için artık onunla sevişmediğini bahane ederek başka
bir erkekle kaçmıştır. Mutsuz ve çaresiz Yakob, geçmişini
geride bırakarak ihtiyar bir atın çektiği arabası ile yeni bir
gelecek için Kiev'e doğru yola çıkar. Kiev'de iş ararken bir
gece yolda düşmüş, sızmış bir ihtiyar ile karşılaşır.
Adamın yakasında Yahudi karşıtlarının rozetini görmesine
rağmen yardım eder, evine kadar taşır. Adam, bir ayağı sakat
kızı ile yaşayan bir tuğla fabrikası sahibidir, kendisini bir
Rus olarak tanıtan Yakob'un iyiliğine karşılık vermek ister.
Önce boya işleri sonra fabrikasında muhasebe ve kontrol işleri.
Ancak fabrika Yahudilerin yerleşmesi ve çalışmasının yasak
olduğu bir bölgededir. Yakob epeyce tereddüt eder bu oyunu
oynamaya devam edip etmemek, risk almak konusunda. Çaresizlik olası
risklere galebe çalar, tekifi kabul eder. Kısa zamanda kontrolü
eline alır, patronunun övgüsünü kazanır. Bu arada bir başka
yalnız ve çaresiz insan, patronun kızı, Yakob'la yakınlık
kurmaya çalışmış, ancak Yakob bir noktadan sonra iletişimi
koparmıştır. Öte yandan fabrikadaki ustabaşı ve diğer
çalışanlar Yakob'un kendi düzenlerini bozmasından,
hırsızlıklarını engeller hâle gelmesinden son derece
rahatsızdırlar. Yakob bir gece mezarlık civarında çocukların
taşladığı yaralı, ve ihtiyar bir Yahudiye rastlar; ona da yardım
etmekten kendisini alıkoyamaz. Sokakta bırakmaya gönlü el vermez,
gizlice fabrikadaki odasına götürür. Tam da bu olayın akabinde
12 yaşında bir erkek çocuğunun bir mağarada onlarca kere
bıçaklanmış cesedi bulunur ve cadı avı başlar. İhbarlar
üzerine cinayet sanığı olarak Yakob tutuklanır. Bibikov adında
bir sorgu yargıcı dışında, tüm polis, yargı, ve kamuoyu
kararını önceden ve kesin olarak vermiştir: bu Yahudilerin
işlediği bir cinayettir. Onlara atfetikleri dinsel ritüel uyarınca
çocuğun bütün kanını akıtmışlar ve hamursuz yapmak için
kullanmışlardır, bu işi yapan da Yakob'dur.
Tüm dinsel dogmalardan kaçan, kendi
çapında Spinozacı, fakir ve kimsesi tamirci Yakob, devasa bir
ideolojik, dinsel ve bürokratik cenderenin içine sıkışmıştır.
Bu cinayeti kendisi ya da Yahudiler adına kabul etmesi için her
türlü maddi ve manevi işkence yapılacak, şantaj, tehdit, yine
Yahudiler olmak üzere, başkasının üzerine suçu atması şartıyla
tahliye teklifi gibi akla hayale gelecek her türlü zulümle
karşılaşacaktır. Yakob, dini dogmalar, ırkçılık,
milliyetçilik ve hurafelerle yoldan çıkmış, şaşırmış,
delirmiş kitlelerin karşısında tek başına, yapayalnız ayakta
kalabilecek midir? Roma'da 1600 yılında engizisyon tarafından diri
diri yakılan Giordano Bruno'dan 300 yıl sonra hiç bir şey
değişmemiş gibidir. Tıpkı Bibikov'un bir gece yarısı Yakob'u
ziyaretinde söyledikleri gibi: "Biz her ne kadar üstünkörü
de olsa medeniyetin geliştiğini düşünsek de, karanlık geçmişin
ana hatlarında pek değişen bir şey olmuyor. Ne yalan söyleyeyim,
artık gelişme diye bir kavrama inanmıyorum." Ancak İnsan
yaşıyor ve direniyor, her şeye rağmen! Kafka'ya bu güzel romanı
yeniden bastıkları için teşekkürler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder