21 Ekim 2011 Cuma

Mahfuz'un Aynası

Hitkitap modern Arap edebiyatının Nobelli yazarı Necip Mahfuz çevirilerine Aynalar ile devam ediyor, çok da iyi yapıyor. Yine Işıl Alatlı'nın harika Türkçesi ile. Genç okurların eski sözcükler için zaman zaman sözlüğe başvurmaları gerekecek, bu da kötü bir şey değil, dilleri zenginleşecektir. Mahfuz'un en orijinal eserlerinden birisi olan bu kitap beni ziyadesiyle heyecanlandırdı. Mahfuz'un çok sevdiği Seif Vanlı'nın çizimleri eşliğinde bir baskı olması da cabası. Benim için tek eksiklik çizimlerin kitap içinde siyah beyaz basılı olması. Arapça ya da İngilizce baskıları içinde renkli olanı var mı çok merak ettim. Renkli çizimler için şimdilik kapakla idare ediyorum ama her birisi bir tablo güzelliğindeki bu çizimlerin bir renkli baskısının da izini süreceğim. Türkçe baskı için ayrı bir kapak tasarımına gidilmemesi yerinde olmuş. Sanırım bu kitapta yer alan portreler ilk olarak Mısır'da Televizyon dergisi'nde tefrika edilmiş. Bir de o dergilerin izini sürmek gerekecek. Bu portre çizimlerinin poster boy bir seti rüya gibi bir koleksiyon olurdu. Bu olmayacak bir rüya, bir iki tanesine bile razıyım.

Turkuaz Kitap da 2008 ve 2009'da 3 çeviri ile Mahfuz özlemimizin dinmesine yardımcı oldu. Umarız baskısı tükenen “Cebelavi Sokağının Çocukları”nın yeni baskısını ihmal etmezler.

Evet, Aynalar orijinal bir kitap. Mahfuz'un edebi dehasının örneklerinden birisi. Bir çok deha ürünü gibi de basit bir buluşa dayanıyor. Eğer pek dikkat etmeden kitaba başlarsanız, Mahfuz'un kendi tanıdıklarını, arkadaşlarını anlattığı otobiyografik bir anlatı, bir anılar kitabı olarak okumaya devam edebilirsiniz. Kitabın yapısı basit: bir anlatıcı var, tanıdığı insanları, isimlerinin Arapça alfabedeki sırasıyla her birini bir kaç sayfadan uzun olmamak kaydı ile anlatıyor. Tam elli beş kişiyi. Şimdi, bu kitabı nasıl sınıflandıracaksınız? Roman mı, öykü mü, başka bir şey mi? Mahfuz bunun bir roman olmadığını söylüyor. Fakat bir kişinin çevresindeki insanların yaşam öyküleri söz konusu olduğu için doğallıkla bu kişilerin de birbirleri ile ilişkileri gündeme geliyor, dolayısıyla elli beş insanın kısa yaşam öykülerini okurken aslında Mısır'ın bir tarihsel döneminin, bir kuşağının romanını okumuş gibi oluyoruz. Bu kişilerin birbirleri ile ilişkileri de anlatıldığı için baştan itibaren karakterleri akılda tutmak da gerekebiliyor. Zaten yapıta bir roman lezzeti veren de bu. Her yeni karakterin mutlaka önceki ve sonrakilerle bir ilişkisi anlatılıyor, yani çizilen portreler bağımsız biyografiler gibi değil. Tekrar çizimlere dönersek, herhalde Mahfuz kitabı bitirince Seif Vanlı'ya veriyor, Seif Vanlı'da karakterlerin hikâyelerini okuyarak Mahfuz'un sözcüklerle yaptığını çizgiye aktarıyor. Bu çerçevede portreleri okurken çizimlerin detaylarını incelemek (siyah beyaz fakirleşmiş haliyle bile olsa) çok keyifli. Seif Vanlı müthiş bir iş başarmış, herhalde Mahfuz bunun için çok seviyordu kitabının çizimli baskılarını. Vanlı'nın çizimleri sözcüklerle aktarılan bu kurmaca insanları fiziksel özellikleri ve karakter özellikleri ile gerçekten resmediyor, “evet bu, işte bu!” diyorsunuz. Yani sadece has bir edebiyat adamının şovu değil aynı zamanda müthiş bir ressamın şovu bu kitap.

Aynalar'ın tarihsel ve kültürel arka planı Mahfuz'un romanlarını okumuş okuyucu için hiç yabancı gelmeyecektir. Bir tür 20. yüzyıl Mısır tarihi. Sömürgeci İngiliz yönetimi, 1. Dünya Savaşı sonrası bu yönetime karşı gerçekleşen halk ayaklanması ve sonrasında Mısır'ın bağımsızlığın ilan etmesi. Daha sonra gittikçe güçlenen milliyetçi, liberal akımlar, 2. Savaş sonrasında Ordu'nun yönetime el koyması, General Nasır dönemi... Mahfuz'a ilk kez bu kitapla başlayacak olanların anlatılanları daha iyi kavrayabilmesi açısından bu tarihe ansiklopedik bir kaynaktan kısaca bir göz atmalarında fayda olacaktır. Ama sözgelimi Kahire Üçlemesi'ini okumuş bir okur ortama yabancılık çekmeyecektir.

Aynalar, tüm büyük sanat yapıtları gibi insanı çok değişik düşüncelere sevkeden bir kitap. Sanatsal yaratım sürecinin kendisi, daha dar anlamda edebiyat, romanın yapısı, kurgu, anlatı teknikleri ve kuşkusuz hayat. Mahfuz anlatıcı merkezde olmak üzere 20. yüzyıl Mısır'ının kentli nüfusunun nerede ise her kesiminden karakterleri toplumsal gerçeklik panaroması içinde farklı aidiyet ve kimlik rolleri ile resmediyor. Akademisyenler, sanatçılar, politikacılar, iş adamları, yasadışı faaliyetlerde bulunanlar, bürokratlar, askerler, din adamları, ev kadınları, iyiler, kötüler, aşıklar, eşcinseller, esrarkeşler, fahişeler, zenginler, yoksullar... Bir romanda herbirisi eşit derecede ön planda elli beş kahraman yaratmak herhalde pek mümkün olmaz. Ama bu yapıda mümkün oluyor. Peki bu portreler hangi sıra ile aktarılacak? Mahfuz alfabetik sırayı izliyor ama elbete onları isimlendiren de kendisi. Peki, o isimlendirmeyi yaparken özellikle bir sıralama yaptı mı? Ya da okuyucu için bu sıralamada aranacak bir şey var mıdır? Konu sıralamadan açılmışken baskıda bir içindekiler bölümü olmamasının okuma sürecinde güçlük yarattığını Hitkitap'a bildirmiş olalım, eğer yeni bir baskı yaparlarsa eklemelerini rica edelim. Böylece daha önce adı geçen ama özellikleri unutulan bir portreye bakmak gerekirse (ki sıklıkla gerekiyor) okuyucu rahat edecektir.

Kuşkusuz insan bu kitap Mısır'da yayınlandığı zaman gündeme gelen tartışmaları da merak ediyor. Acaba çizilen portreler hakkında nasıl tahminler yürütülmüştü? Hangi portrenin gerçeklikte kime tekâbül ettiği düşünülmüştü? Muhtemelen gerçeklikle birebir örtüşen bir portre yoktur. Büyük edebiyatçının gücü: Herbirisi bir toplumda belli bir tarihsel dönemde yaşamış olabilecek ama birebir varolmamış, canlı kanlı, çelişkileri, zaafları, hırsları, şehvetleri, başarıları ve başarısızlıkları ile elli beş insan yaratmak... Bir toplumu, siyasal dönüşümleri, kültürel gelişimi, bireysel hikâyeleri ile bu portreler üzerinden anlatmak canlandırmak... Her iyi edebiyat eseri gibi bitmesin, devam etsin istiyor insan. Ama bitmek bilmeyen aptal tv dizileri gibi değil iyi kitaplar, bitiveriyorlar hemen; o halde bu lezzetin tadını çıkarmak için bir kez daha okumalı. Size de şiddetle tavsiye ederim.

Necip Mahfuz ile ilgili daha fazla bilgi içeren bir yazı için:

http://www.sabitfikir.com/sahanebirkitap/kahire-uclemesi


6 Ekim 2011 Perşembe

Yemeğin önemi ve Vedat Milor

Yemek insan yaşamındaki en önemli aktivitelerden birisi. Günüzümün kentsoylusu için, gerçekleştiğinde beş duyunun da içinde aktif olarak yer aldığı, bu duyulardan herhangi birisinin negatif etkilenmesi durumunda yaralanabilen bir aktivite. Küreselleşmenin saldırgan tekdüzeliği, standartları empoze eden karakteri her konuda olduğu gibi yemek konusunda da o zengin dünyayı küçük bir köye dönüştürme dinamiği ile hareket ediyor. Ama tarihsel süreçlerde hep olduğu gibi, bir hareket karşı hareketini de yaratıyor: tekdüze, standart, kaba bir yeme içme kültürü yaygınlaştıkça, bir yandan da yerelliğe ağırlık veren, rafine, araştırıcı, risk alan bir yemek hareketi doğuyor, güçleniyor.

Yemekle ilgili bugün artık sorgulamadan kabul ettiğimiz, öyle olması gerektiğini düşündüğümüz bir çok ayrıntının tarihi incelendiğinde, zamana, coğrafyaya, kültüre ve kuşkusuz toplumsal sınıflara bağlı farklılıklar olduğunu fark edebiliriz.

Sözgelimi neden 3 öğün? Şimdilerde artık yan kolları ile başlı başına bir endüstri haline gelen “diyet ve beslenme sektörü”nün uzmanlarının önemli kozlarından birisidir bu öğün problemi. Bazı “hastalar” için öğün atlamamak ana kural iken, başka hastalar için öğünleri çoğaltmak, az ama sık yemek sağaltıcı bir yol olarak önerilir. Farklı toplumların geçmişleri incelendiğinde öğün konusunun tarih çizgisi içerisinde, yoksullara, zenginlere göre değişiklikler arz ettiği görülür. Özellikle zengin sınıfların akşam yemeği, saati farklı yüzyıllarda en çok değişen öğündür. Yemek eski çağlardan bu yana bir statü ve zenginlik sembolüdür. Öğün sayısı, yoksulu bağlamaz, yoksulun öğünü yiyeceği bulabildiği zamanda ve sayıdadır.

Bu kadar kritik bir yaşam aktivitesinin, her türden dinin müdahale alanı dışında kalması düşünülemez. İslamiyet, hristiyanlığın farklı mezhepleri, yahudilik, budizm... Hepsi yemek konusunu toplumsal düzenin önemli bir boyutu olarak düzenlemeye çalışır. Kuşkusuz bu düzenlemeler dinlerin ortaya çıktığı kültürel ve coğrafi ortamların etkisini taşır. Ancak dinlerin yemeğe müdahalesindeki ortak payda aranacak olursak bunun “çok yemek” olduğu görülür.

Hz. Muhammed'in az yemek konusunda pek çok hadisi zikredilir. Bu hadislerde az yemenin sağlıklı olduğu, yemeği paylaşmakla bereketinin artacağı (İki kişinin yiyeceği üç kişiye de yeter. Üç kişinin yiyeceği de dört kişiye yeter.”), midenin “şerli” olduğu, yani kötülükler içerebilecek bir kap olduğu için fazla doldurulmaması gerektiği gibi konular işlenir. Ebu Hûreyre'nin aktarımı ile Hz. Muhammed, misafir ettiği “kâfir”in çok yiyip içmesinden sonra Mü’min bir mideye içer; kâfir ise yedi mideye içer” demiştir. Bu nokta da dinlerin başka bir ortak noktasıdır: Öteki din mensuplarının bir çok yaşamsal pratiğinin yanlış olduğunu iddia ettikleri gibi, yeme içme düzenlerinin de yanlış olduğunu, haramlar ve günahlar içerdiğini iddia etmek... Yani ne yenip içileceği konusunda bütün semavi dinler derin bir şekilde bölünür.

Katolik kilisesi içinse çok yemek, oburluk (latincesi ile Gula ) eski Grek'ten olduğu gibi devşirdikleri yedi ölümcül günahtan birisi olarak ilân edilir. Gula – Gluttony (Gula'nın kök sözcüğü) derken geliyoruz eş anlamlı sözcük olan, dilimize de geçen “Gurme”nin kökeni olan “Gourmand”e. Gourmand, yemekten zevk alan kişi anlamına geliyor. Gurme'yi günümüz sözlüklerinde araştırdığımız zaman, açıklama cümlelerinde bir detay dikkat çekiyor: “yemek ve yemek hazırlama sanatında ince zevklere sahip kişi.” Internet'de kısa bir gezinti bu “sanat” vurgusunun ne kadar yerleştiğini gösteriyor. Bunun ne zamandır böyle olduğunu bilemiyoruz, bildiğimiz dilde bugün geçerli anlamı ile Gurme'liğin bir söylentiye göre 16. Louis'in zehirlenme korkusuyla mutfağa inip kendi yemeklerini yapmayası ile başladığıdır. Oburluktan, yedi ölümcül günahtan, ölçülü ama rafine yemeklere uzanan bir çizgi. Elbett bu noktada lezzetli yemekleri az yemenin nasıl mümkün olabileceği sorusu ölümcül bir soru haline geliyor.

Artık “sanat”, “bilim” olarak nitelendirmelerle anılan bu aktivitenin ülkemizde son dönemlerdeki en popüler yüzü hiç kuşkusuz Vedat Milor. Uzun yıllardır gazete köşesinde gerçekleştirdiği lokanta eleştirilerinin TV ekranlarına taşınması ile birlikte hayranları ve takipçileri çoğaldı. Milor'u gazete ve tv'lerde benzeri işler yapanlardan ayrı bir düzlemde değerlendirmek gerekiyor. Bunun en önemli nedeni, Milor'un yazıları ve programlarının, doğal olarak bir tanıtımı içermesine rağmen, amacının tanıtım değil eleştiri olması. Ayrıca Milor, (kendisi asıl uzmanlığının bu olduğunu söylemekte) müthiş bir şarap uzmanı. Milor'u rakipsiz kılan niteliklerinden bir diğeri de yerel yemekleri ve lezzetleri (kuzu eti, kuyruk yağı, sakatat) çok iyi bildiği, sevdiği gibi dünya mutfağını, özellikle Avrupa mutfağını, malzemelerini, pişirme tekniklerini yakından tanıması. Bütün bunlar Milor'u bu yeni bilim ve sanat'a gönül verecek şişkinlikte cüzdanları olanlar için güvenilir bir rehber konumuna getiriyor. Milor, Urfa'da Kapalıçarşı'da kuyruk yağlı kebapları yiyerek bizden birisi olurken, aynı zamanda dünyanın en meşhur lokantalarında fantazilerimizin rol modeli olabiliyor. Her ikisinde de ağzının suyu akabiliyor.

Milor'un NTV yayınlarından çıkan Akdeniz, Lokanta ve Şarap Rehberi serisinin ilk kitabı İtalya, üstâdın şanına yaraşır nitelikte bir eser olmuş. Konunun üst düzeyde uzmanı olmamakla birlikte yemek ve lokanta eleştirisi konusunda (şarap konusun hariç tutuyorum, zira bilmiyorum) şimdiye dek rastladığım en detaylı rehber kitap. Milor konusuna aşık her iyi yazar gibi, büyük bir keyifle, coşkuyla yazıyor. Yıllardır gittiği her lokanta, yediği her yemek ile ilgili çok detaylı notlar aldığı anlaşılıyor. Bu kitap vesilesi ile İtalya hükümetinden bir devlet nişanı alırsa şaşırmamak gerekiyor. Bir İtalya güzellemesi olan bu nadide eser sadece yemek ve şarap değil, aynı zamanda bir gezi kitabı niteliğinde. Milor bize, lokantaları, yemekleri, şarapları, malzemeleri en ince detayı ile anlatmakla yetinmiyor, bu mekânların bulunduğu kentler, kasabalar, köyleri tanıtıyor, özelliklerinden sözediyor, ulaşımla ilgili bilgileri de aktarıyor. Elbette bu dünya nimetlerinden yararlanabilmek için belli bir refah seviyesinde olmak gerekiyor. Önce bir yurtdışı seyahati gerçekleştirebilecek bütçeniz, bir de üzerine en azından bir iki makul lokantayı ziyaret edebilecek parayı da ayırabilme şansınız olacak. Milor'un da sık sık vurguladığı gibi Napoli ya da Roma'nın en iyi pizzacılarında yiyeceğiniz bir pizza Türkiye'de yiyeceğiniz ortalama bir pizza'dan pahalı olmayacaktır. Hele orta fiyat seviyelerinde bu karşılaştırma her durumda ve kesinlikle İtalya lehine olacaktır. Kitabın teselli edici boyutu da bu: Eğer bir şekilde bir İtalya seyahati yapabilme şansına sahip olabilirseniz, kitapta söz edilen lokantalardan birisini deneyebilmeniz olası. Sayıları az olmakla birlikte sınırlı bütçelerle ziyaret edilebilecek lokantalar da mevcut.

Baskı, kağıt kalitesi, fotoğraflar, mizanpaj harika. NTV yayınlarına seriyi başlatmasının yanısıra makul fiyatlandırma için de teşekkür etmek gerekiyor. Eğer yemeye içmeye gerçekten meraklı iseniz bu kitabın kütüphanenizde bulunması şart. Ayrıca Milor'un akıcı türkçesi, başarılı anlatımı, anıları, anekdotları ile kitap basit bir yeme içme rehberi olmasının ötesinde bir keyif veriyor. Yeme içme endüstrisinin mensupları, özellikle öğrencileri için ise zorunlu bir kitap bu.

Serinin diğer kitaplarını merakla bekliyoruz.