4 Şubat 2014 Salı

Dr. Faustus'un Şeytanla dansı

Orijinal adı böyle ama nedense bizim yayıncı kesmeyi uygun bulmuş: Doktor Faustus: Das Leben des deutschen Tonsetzers Adrian Leverkühn, erzählt von einem Freunde ("Doctor Faustus: The Life of the German Composer Adrian Leverkühn, Told by a Friend").

Thomas Mann'in son büyük eseri Dr. Faustus'u İngilizce çeviren Lowe-Porter bu romanı “Katedral gibi bir kitap” olarak tanımlamış. Gerçekten de 20. yüzyıl edebiyatının en yoğun metinlerinden birisi. Tarih, felsefe, teoloji, sembolizm ve müziğin iç içe bir nakış gibi işlendiği; kinayeler, allegoriler, metaforlar içeren bir roman. Bizim için en büyük handikap romanın çevrilmesi ile sorunun bitmemesi, zira Almanca Frankfurt baskısının yorumlar ve notlar içeren 1200 sayfalık ek bir cildi var. 20. yüzyıl ilk çeyreğinde Alman ruhunu anlatan bu romanı Alman okurun anlaması için bile böyle bir desteğe ihtiyaç duyulurken, bizim hâlimizin harap olacağı aşikâr. Mann'ın ayrıca “Bir Romanın Hikâyesi: Dr. Faustus'un Doğuşu” adında bir kitap yazmış olduğunu da belirtelim. 

Mann'in muhtemelen uydururken çok eğlendiği isimlerdeki esprileri ve diğer referansları anlamıyor oluşumuz önemli bir sorun, bu yayıncı tarafında ek bir çalışmayı gerektiriyor. Sözgelimi anlatıcının ismi olan Serene Zeitblom, rastgele bir seçim değil, anlatıcı rolüne ve karakterine gönderme var; veya Schleppfuss, ayak sürümek gibi bir anlamı var. Ya da 80. sayfada Türkçe'ye “ça-yır-lar” olarak çevrilmiş olan sözcüğün orijinali Wiesengrund olmalı. Zira Mann, Kaliforniya'daki sürgün yıllarında bu romanı Theodor W. Adorno ile yakın işbirliği içerisinde yazmış, onun henüz yayınlanmamış olan “Yeni Müziğin Felsefesi” adlı çalışmasından çok yararlanmıştır. Romanda Adorno'ya açık bir ithafta bulunmaz ama küçük bir şaka ile, yani ikinci adı Wiesengrund'u kullanarak bir selam çakar.

Hikâye, kahramanımız Adrian Leverkühn'ün çocukluk arkadaşı S. Zeitblom tarafından 1943-1946 yılları arasında Almanya'dan aktarılmakta hem o günü hem geçmişi anlatmaktadır. Tıpkı Büyülü Dağ'ın karakterleri Settembrini ve Naphta'ya gibi, ismi “huzurlu/durgun” anlamına gelen hümanist Serene ve trajik Leverkühn kişilikleri Alman karakterinin ikiliğini yansıtır: bir yanda Apolloncu akıl, demokrasi, ilerleme öte yanda Diyonisosçu tutku, trajedi, kader. Mann otobiyografik benzerlik konusunda ise şöyle yazar: “Zeitblom benim parodim. Adrian'ın ruh hâli ise düşünülebileceğinden çok daha fazla bana yakın.”

Anlatıda bir dahinin ilk eğitiminden üniversiteye ve sonra besteciliğe uzanan.süreçte entelektüel gelişimini izleriz. İlk önemli besin kaynağı özel müzik hocasıdır, sadece müzikle değil aynı zamanda edebiyat ve felsefe ile de tanıştırır onu. Üniversite'de teoloji okumaya başlayan ayrıca matematik ve müzikle takıntılı bir şekilde ilgilenen Leverkühn sonunda müzikte karar kıldığında kendisine hedef olarak en büyük müzik eserini üretmeyi koyar.
Şeytanın hikayeye yavaş yavaş sızması önce Lütherci bir teoloji profesörünün, sonra da din psikolojisi dersi veren Mefisto kılığındaki Schleppfuss'un sahne alması ile gerçekleşir. Leipzig'e gittiğinde ise şeytan bu kez bir turist kılığında onu Esmerelda ile karşılaşacağı Genelev'e götürecektir. Genelev sahnesi bire bir Nietzsche'nin yaşamından alınmıştır, önce kaçacak ama sonra frengi mikrobunu kapacaktır. Leverkühn, Faust, Nietzsche ve meşhur besteci Arnold Schönberg'in bir sentezi gibidir. Mann, Schönberg'den ve “Armoni Kuramı” kitabından çokça yararlanır, romanda uzun uzun anlatılan müziksel yenilikler de ona aittir; ancak romanın ilk baskısında bir ithafta bulunmaz. Schönberg'in sitemleri üzerine daha sonraki baskılarda son sayfaya bir not ekler.
Leverkühn İtalya'da küçük bir köyde iken karşılaştığı şeytanla bir anlaşma yapar, bu amacı karşılığında ruhunu satar. Bu pazarlığın anlatıldığı 25. bölüm Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler'deki Büyük Engizisyoncu bölümü ile büyük bir benzerlik gösterir. Şeytan kaos istemektedir, tanrının yarattıklarının ve insanın ölümsüz ruhunun ölümünün peşindedir. Kahramanımız pazarlık sonucu ölümsüz müziğini yarattıkça insani niteliklerini en başta da sevme ve sevilme yetilerini kaybedecek, bu anlaşmadan kaçmaya çalıştıkça da sevgi nesnelerinin kendisinden uzaklaştığını adeta tahrip olduğunu görecektir. Veya tersinden söylenecek olursa dehası kötülükle beslenecektir. Leverkühn'ün aşktan vazgeçmesi karşılığında dehasını gerçekleştirme olanağı bulacak olması Wagner'in müziksel draması DAS Rheingold'daki cüce Alberich'e bir göndermedir.
Sonuçta ortaya çıkan kurgusal beste “Dr. Faustus'un Ağıdı” ise, Ernst Krenek'in “Lamentatio Jeremia Propheta”sına , şeytanla buluştuğu yer olan Palestrina ise Hans Pfitzner'in Palestrina isimli operasına göndermede bulunur. Çocuk ölümünün ise Mahler'in kızının ölümünden esinlendiği söylenir.

Leverkühn'ün kişisel tarihi, artistik gelişmesi, Alman politik ikliminin değişmesi hepsi anlatıcı Zeitblom'un anlatısında birbirinin içine geçer, anlatanın zamanı ve anlatılan zaman (ve elbette okuyucu olarak bizim zamanımızda girer işin içine) katmanları ile zengin bir sembolik ağ çıkarır ortaya. Alman Ulusu da 1. Dünya Savaşındaki ağır yenilgi ve sonrasındaki ağır ekonomik ve toplumsal çöküş sonrasında kendisine bin yıllık bir güç ve zenginlik vaat eden Hitler'in kişiliğinde ortaya çıkan şeytana ruhunu satmaktadır. Bu anlaşmanın sonucu Almanyanın yıkımı olacaktır.

Ancak roman salt bir politik allegori olarak değerlendirmek yanlış olur; sanatsal yaratım süreci, yaratıcılık ve sanatçının yaşamı eşit ölçüde ağırlık taşıyorlar. Dr. Faustus'un önemi tam da bu noktada, çok katmanlılığındadır.

Mann'in cevap vermediği, kimi olası cevaplarını ise elediği ana soru şudur: iyilik ve anlam dolu bir hayat yaşayabilir miyiz? Bu soru önemini ve aciliyetini muhafaza ediyor.



Mann'ın bu devasa kalkışmasının en fazla eleştirilecek yanı müziği dil ile ifade etmeye kalkışması. Dr. Faustus, ortalama roman okurunun gerekli çabayı göstermeyi göze almadan pek yaklaşmaması gereken bir roman. İyice anlaşılmaz, oldukça uzun olan müzikle ilgili bölümler bir yana (çok zorlanıldığı takdirde salt müziğin anlatıldığı sayfaları atlayarak okumak romanı çok eksiltmeyecektir) felsefi tartışmaları anlamak da sağlam bir altyapı gerektiriyor. Edebiyatta zoru sevenleri ise bir ziyafet bekliyor. Zehra Kurttekin'in çevirisi çok başarılı.

8 Aralık 2013 Pazar

Kızıl Darı Tarlaları

Son yıllarda en çok tartışılan Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Bay Mo Yan, yani Bay “Konuşma” oldu. Bay Konuşma'nın eleştirildiği, tartışıldığı nokta ise edebi üretiminden ziyade Çinli rejim muhalifleri hakkında konuşmaması, politik tavrı. Türkiye'de bizler ise konuşacak bir şey bulamadık, zira Mo Yan'ı duymamıştık bile. Neyse Can Yayınları sayesinde artık ucundan kıyısından konuşmaya başlayabiliriz, zira “Kızıl Darı Tarlaları” kitapçı raflarında arzı endam eyledi.

Mo Yan hakkında bilgi edinmek isteyenler Sabit Fikir'de Melisa Kesmez'in “Yeni başlayanlar için Mo Yan” başlıklı yazısını okuyabilirler, biz elimizden geldiği kadarıyla kitaba eğilmeye çalışalım.

Yan, Kızıl Darı Tarlaları'nın ilk bölümünü bir öykü olarak tasarlar ve bir dergide yayınlar. Sonrasında dört bölüm daha yazar, bunlar da ilk olarak dergilerde yayınlanır. 1987'de tamamı kitap olarak yayınlanır. Yönetmen Zhang Yimou, daha roman yayınlanmadan öyküyü okur, etkilenir, Yan'a filme çekmek istediğini belirtir. Romanın kitap olarak yayınlanması ile aşağı yukarı eş zamanlı olarak “Red Sorghum Clan” filmi gösterime çıkar , 1987'de Berlin'de Gümüş Ayı ödülünü alır. İngilizce çevirisi ise 1993'te "Red Sorghum - A Novel of China" başlığı ile yayınlanır.

Kızıl Darı Tarlaları, İngilizce başlığının da ifade ettiği gibi bir tür 20. yüzyıl Çin tarihi gibi okunabilir. Ama bir tür mikro tarih elbette. Gaomi Kuzeydoğu Bucağında üç kuşağın öyküsü. Anlatıcımız birinci tekil şahıs diliyle Ninesi, Dedesi, Babası, ikinci Ninesi ve bucağındaki, köylerdeki diğer insanların öykülerini anlatıyor. Elbette döneme damgasını vuran Japon işgali, Çinlilerin Japonlara direnişleri başrolde. Yan'ın da vurguladığı gibi seçtiği anlatı yöntemi (yani torunu hem anlatıcı hem de her şeyi bilen tanrı yazar olarak konumlandırmak), konusuna her açıdan yaklaşmasını sağlıyor.

Kızıl Darı Tarlaları'nın anahtarı Yan'ın şu sözlerinde gizli: “Yaşlılardan peri masalları, efsaneler, savaş anıları ve tarihi öyküler dinleyerek büyüdüm. Bunlar benim yazımın kaynağını oluşturdu, hepsini romanlarıma koyuyorum.” “Eğer bir yazar olmasaydım bu hikayeleri lüzumsuz bulabilirdim elbette. Ama bir yazar olarak inanılmaz derecede değerli ve önemliler benim için. Sanırım benim romanlarımın başkalarından çok farklı olmasının temel nedeni bu. Klasik romanlar, öyküler okuyarak büyüseydim, Mo Yan olamazdım.”

Bu durum Çin kültürüne yabancı bizim gibi okurlar için bir handikap teşkil ediyor. Anlatının hem biçemi hem de içeriği çok fazla yerellikle dolu. Anlatının gerçek anlamda algılanabilmesi için adeta Çindeki her otun, böceğin, kuşun, doğa olayının, geleneklerin, takvimin vs. yerel kültürdeki anlam ve önemini bilmek gerekiyor. Okuyucu romandaki olayları, kişisel ilişkileri, insan davranışlarını yerli yerine oturtacak kültürel ve folklorik arka planın hissiyatından ve bilgisinden uzaksa, anlatı o okuyucu için zorunlu olarak kuru, tatsız, sıkıcı hâle gelebilir kolaylıkla. Bundan da öte Çincenin bir dil olarak özellikleri, Yan'ın da özellikle folklorik, geleneksel bir dil kullanması ayrı bir bariyer oluşturuyor.

Sanıyorum, eğer başka kitaplarını da hazırlıyorlar ise, bu kitabı çıkış kitabı olarak seçmekle Can Yayınları tercihini doğru kullanmamış. Nobel Jürisinin ödül açıklamasında ödül için Yan'ın seçilmesinde en önemli tercihlerden birisi olarak romanlarındaki “kara mizah” belirtiliyordu. Kızıl Darı Tarlaları'nın bu çerçevede değerlendirilebileceğini zannetmiyorum. Kara mizahYan'ın sonraki romanlarında ve zaman içinde gelişen ve adeta Kafkaesk bir atmosfer niteliği kazanan bir özellik. O romanlarda yerellik ve folklorik özellikler de bu kitaba göre daha az. Dolayısıyla başka bir romanın ilk kitap olarak seçimi okuyucuyu Yan'a ısındırmak açısından daha doğru bir seçim olabilirdi. Bu romanın ortalama okuyucu kitlesinin önemli bir bölümü tarafından bitirilebileceğini zannetmiyorum. Çok başarılı bir çeviri olduğu söylenmesine rağmen İngilizcesinin de Amazon okur kitlesinden aldığı beğeni notunun düşüklüğü, aynı sorunun onlar için de geçerli olduğunu gösteriyor.

Yan'ın bu romanı panoramik bir çerçeve içerisinde Rabelaisyen (Gargantua) bir dünya kuruyor. İnsanların, hayvanların her türlü biyolojik işlevlerinin, sergilenmesi, canlı canlı derilerin yüzülmesi, kesilmeler, biçilmeler, kan fışkırmaları, efsaneler, doğanın mucizeleri anlatının temel izleklerinden birisi. Romanın kimilerince en çok beğenilen yönlerinden birisi bu konudaki canlı betimlemeleri. Yan filmin başarısında kitapta var olan şehvet nüvesinin üzerine gitmesi ve cinselliği fazlasıyla öne çıkarmasının rolü olduğunu belirtiyor. Yerelliği kullanımı açısından çok benzer bir kulvarda yer aldığını düşünebileceğimiz Yaşar Kemal nasıl bir basit doğa olayını sayfalarca betimliyorsa, Yan da öyle yapıyor. Roman bir detaylar manzumesi, basit detayların şiiri gibi. Ama bu şiirden estetik bir zevk alabilmek için Çin kültürü ile yakın bir tanışıklık gerekiyor; bu da hâliyle bizde olmadığı için bir süre sonra sıkıntı vermeye başlayabiliyor.

Anlatı düz bir çizgi izlemiyor, araya sonradan bazı kahramanların öyküleri girebiliyor. Sürekli “miş”li geçmiş zamanın kullanılması Çince'de nasıl bir etki yaratıyor bilinmez ama Türkçe'de yansıması pek mükemmel değil. İlk bölüm diğer bölümlere göre daha fazla sıkıcı, Yan sonraki bölümlerde açılıyor ve daha keyifli bir anlatı hâline dönüşüyor. Eğer ilk bölüm bitmeden sıkılmaya başlarsanız biraz sabrediniz, belki sonraki bölümler romanın sonunun bulmanıza yardımcı olabilir.


Bu türden romanların değerlendirilmesinde hep olduğu gibi, bu romanın da içerisinde her türlü farklı estetik, kültürel birikimleri barındıran okuyucu kitlesi içinde normal bir dağılımla çok beğenen bir azınlığın yanısıra, bir daha eline Yan almamaya karar veren bir başka azınlığı da ortaya çıkaracağı aşikâr. Çoğunluk ise sanırım Yan'ın romancılığı konusunda karar vermek için diğer kitaplarının çevirilerini bekleyecek. Edebiyatla daha profesyonelce ilgilenen okurlar bir kenara, “yaz geldi, şöyle beni her zamanki hayatımdan çıkarıp, başka bir dünyaya götürecek keyifli, akıcı bir roman istiyorum” diyorsanız, pek tavsiye etmiyoruz.

Divanımdaki Erkekler

"Divanımdaki Erkekler, bilimsel bir çalışma değil. Bir kişisel gelişim kitabı değil. Listeler, alıştırmalar ya da beyanlar içermiyor. Hikâyeleri okuyacak, içlerinden istediklerinizi alacak ve kendi kararlarınızı vereceksiniz."

Brandy Engler kitabını bu cümlelerle takdim ediyor. Kitabın ana fikrini ise tek bir cümle ile ifade ediyor: "Seks, nadiren sadece sekstir!" Engler bir klinik psikolog olarak Manhattan'da seks terapisi konusunda çalışmaya başladıktan sonra görür ki müşterilerinin ezici çoğunluğu erkeklerdir. Engler, güzel bir kurgu ile bir yandan bu erkeklerin hikâyelerini aktarırken paralel olarak kendi hikâyesini, birlikte olduğu, Amerika'ya göç etmiş ve maddi olarak başarılı olmuş, eşinden ayrı yaşayan Filistinli Rami ile olan ilişkisini anlatıyor.

Kim bu erkekler?

David: güzel bir sevgilisi olmasına rağmen barlarda tek gecelik ilişkiler için telefon numaraları topluyor. Arkadaşları ile bunu bir oyuna dönüştürmüş.
Alex: Sevgilisi Kasha'nın cinselliğinden memnun olmadığı ve bir Rus'la aldattığı adam.
Paul: Beğendiği ve sevdiği eşiyle ereksiyon sorunu yaşıyor ama mastürbasyon yaparken ya da masaj salonlarına gittiğinde sorun yok ve bunu bir bağımlılık olarak yaşıyor.
Charles: Tahrik olabilmek için nişanlısının başkası ile yattığını hayal etmek istiyor, nişanlısını da bu fantazilerini paylaşmaya zorluyor.
Casey: Amy'e aşık, ama pejmürde kadınların rol aldığı porno videolarının müptelası.
Mark: yalnız, ilişki kuramıyor, Sado Mazo topluluğunun bir üyesi. Gizli mekâna gittiğinde ise tamamen başka bir insana dönüşüyor.
Bill: Evli ve kendisini seks bağımlısı olarak tanımlıyor, son bir kaç yılda bu bağımlılığı için 200,000 dolar harcadığını görünce terapiste gitmeye karar veriyor.

Elbette, "hastaların" uygun gördüğü ve partnerlarının kabul ettiği durumlarda kadınlar da sahneye çıkıyor, onlar da hikâyelere dahil oluyorlar. Kuşkusuz tüm hikâyeler mutlu bir sona ulaşmıyor.

Seks ve cinsel ilişki bütün toplumlarda tabu olma niteliğini azalarak da olsa korumaya devam ediyor. Kuşkusuz insanlık 50 yıl öncesine kadar önemli adımlar attı. Ama dünyanın her tarafında muhafazakârlık karşı saldırılarını sürdürerek insanların sağlığı ile oynamaya devam ediyor. Sağlıklı bir cinsel hayatı olmayan bireylerin mutlu, başarılı olmaları, barışçıl, adil insanlar olmaları ve sağlıklı çocuklar yetiştirebilmeleri ne kadar mümkün olabilir ki? Engler diyor ki: "Cinsel davranışların bir anlamı olduğuna inanıyorum. Bu anlam, bizimle konuşur. Seks, insanların üzerine kendi psikolojik dünyalarını resmettiği boş bir tualdir. Ya da geçmişte yaşanmış sarsıntılardan, sinir bozukluklarından veya takıntılardan oluşan bilinçaltı çöpleri için büyük bir atık sahası olabilir. Takıntılar yüceltme süreci ile gerçekleşir; çözümlenmemiş duygular cinsel olarak yön değiştirir ve cinsel arzu olarak kendini gösterir. Bu, erkeklerde sık görülür çünkü onların duygularıyla doğrudan başa çıkabilecekleri sosyal ortamlar ve fırsatlar sınırlıdır."

Kişinin cinsellik gibi bu denli başka psikolojik süreçlerle iç içe geçen bir alanda kendi başına yaşadığı sorunun kökenini tespit edebilmesi neredeyse imkânsızdır. Sözgelimi aşırı cinsel istek olarak algılanan bir durumun, kişilikle, özgüvenle, kişisel tarih ile çok yakın bağları olabilir: "Çoğu seks bağımlısının öne sürdüğü 'aşırı cinsel istek', 'Ben cinselliği seviyorum' açıklamaları, arzuyla maskelenen bir bağımlılık aslında. Aslında olan şey, duygusal anlamdaki fakirlik, biri tarafından sevildiğinden emin olmayı isteme hali. Bu "Beni seviyor musun? Beni seviyor musun? Emin misin? Sana inanmıyorum. Tekrar söyle" demek gibi bir şey... Seks bağımlılarının yüzde 78'inin 'katı bir şekilde ilgisiz' olarak sınıflandırılan ailelerden, yani psikoloji terminolojisiyle söyleyecek olursak, ciddi bir iletişim kopukluğu yaşayan ve bireyin kronik olarak yabancılaştığı ailelerden geldiğini ortaya koyan bir araştırma okumuştum. Hastalar, durmaksızın kırıntılar toplayan şahin, yarı kadın yarı kuş canavar, akbaba gibiler. Her şeyi yiyebilirler. Kadınlar erkeklerin bu fakirliğinin hemen farkına varıyor ve o anda kendilerini kapatıyorlar. Fahişeler ve porno yapımcıları bundan iyi paralar kazanıyor."

Hikâyeler okunduğunda görüleceği gibi pek de sürpriz olmayan bir biçimde sorunlar biraz eşelendiğinde karşımıza Kutsal Aile ve bireyleri çıkıyor. Yani ebeveyn ile olan ilişkiler ve ebeveynlerin ruhsal durumları: "Bir kişinin sevme yeteneğinin tek bir kişiyle, annesiyle bu derece bağlantılı olması bana son derece büyüleyici geliyor. Bir çocuk annesini ilgisiz, mesafeli ya da zalim olarak algıladığında tüm kadınlara karşı bakış açısı çarpık, olumsuz ve ağrılı oluyor."

Elbette bu öyküler Engler'in ele almadığı bir başka boyutu düşündürüyor, cinsellik görece özgürleşirken sanki bu süreç romantizmin ilişkilerden çekilmesi pahasına yaşanıyor. Tüketim toplumunun ve piyasa ekonomisinin hayatın ve ilişkilerin her alanına sinen hegemonyası acaba insanların uzun süreli ilişkiler kurabilme kapasitesini ve sevme yetilerini ne yönde nasıl etkiliyor? Cinselliğin keşfi ve görece rahatlama sonucu oluşan coşku, kişiliklerde yeni hasarlara yol açıyor olabilir mi? Engler somut hikâyelerin bireysel çözümlemeleri dışında aşk, sevgi, cinsellik konularında daha felsefi bir perspektiften konuya yaklaşmadığı için bu ve benzeri sorular sormuyor. Ama şu tespiti yapıyor: "Hastalarım için cinsellik, sevginin vekili olmuştu. Duygusal anlamda elde edemediklerine, talep edemediklerine cinsellik yoluyla ulaşmaya çalışmışlardı. Cinsellik, benlik mücadelesinin yerine çalışıyordu: özel, önemli, güçlü ve arzulanan biri olma isteğinin. Cinsellik annenin, eşin ya da bir fahişenin sağlamadığı her şeyin yerini alıyordu."

Temiz çevirisi, güzel kurgusu ve ilginç hikâyeleri ile Divanımdaki Erkekler, hem erkeklerin hem kadınların okuması gereken bir kitap. Kimbilir belki sorun olarak görmediğiniz bir özelliğinize bile parmak basabilir. Veya aşk, cinsellik, seks konularındaki düşüncelerinizde yeni perspektifler, geliştirmenize, sorgulamalar yapmanıza aracı olabilir.



Edebiyat'ta Ermeniler

Yeni yüzyılda kamuoyunu en çok meşgul eden konulardan birisi tarihimizdeki Ermeni yarası. Son tahlilde sanırım kimsenin bir "yara" olduğunu inkâr edecek hâli yoktur. Tartışma bu yaranın neden, niçin, nasıl açıldığı çerçevesinde sürüyor. Konunun fanatiklerin sıkıştırdığı odağından uzaklaşıp daha geniş bir çerçevede değerlendirme yapacak olursak yaranın, tıpkı bir organizmayı sakatlayıp sağlıklı gelişmesini engellemesi, kimi organlarını çürütüp yok etmesi gibi bu toprakların bugüne ulaşan tarihinde belirleyici nitelikte etkileri olduğunu tespit etmemek mümkün değil. Bunun için bir zamanlar bu topraklarda yaşayan ve zaman içinde resmi devlet politikaları ile temizlenen bu halkların özellikle 19. yüzyılda Osmanlı toplumu içerisindeki konumları, işlevleri, kültürleri, toplumsal hayatın her alanındaki katkılarına bakmak yeterlidir. Yaranın sebebi, müsebbibi, nedenleri üzerine kim hangi açıklamayı yaparsa yapsın, şu sonuç gözlerini kan bürümemiş insanlar için çok nettir: sonuç hepimizin fakirleşmesi, kaybetmesi olmuştur. Ne bir birey, ne de bir toplum, başkalarının acıları ve kanı üzerinde mutlu ve müreffeh bir hayat inşa edemez. Hele de bu "başkası" kardeşi ise. Biz de edemedik, bu yarayla doğru dürüst yüzleşene kadar da edemeyeceğiz.

Murat Belge "Edebiyatta Ermeniler" başlıklı çalışmasında yaranın edebiyatımızdaki yansımalarının izini sürüyor. Osmanlı döneminden başlayarak Ermeniler ve diğer gayrı müslüm halkların Osmanlı ve Cumhuriyet edebiyatında nasıl değerlendirilip, ele alındığının somut edebi ürünler üzerinden bir dökümünü çıkarıyor. Kuşkusuz, bizim gibi tarihi kaynaklara ulaşmanın çok zor olduğu, araya dilsel bir kopuşun girdiği bir ülkede eksiksize yakın bir çalışma yapmak pek mümkün değil. Belge de bu iddiada değil zaten. Bu hassas, bıçak sırtı konuya yaklaşırken tedbiri elden bırakmıyor. Öncelikle sınırları belirliyor: tarihçilik konusunda belli bir mesaisi olduğu için öncelikle "Tarihçi" Mugalatası (yanıltma, laf cambazlığı yapma) başlığını verdiği giriş bölümü ile konunun kısa bir tarihi değerlendirmesini yapıyor. Sonra da kendisinin "kıyım" kavramını benimsediği, resmi tarihin tehcir (göç), başkalarının "soykırım" olarak nitelendirildiği bu sürecin çok önemli bir boyutu olan "mülkiyetin el değiştirmesi" konusunu irdeliyor. Bu çalışmanın ilk bölümü Birikim dergisinde yayınlanmış. Belge daha sonra zaman içinde yeni kaynaklara ulaştıkça yazmaya devam etmiş ve sonuçta bu eser ortaya çıkmış. Özellikle vurguladığı gibi konuya estetik açıdan yaklaşmak esas hedefi değil, ama bence Belge'nin en güçlü ama en az üretimde bulunduğu yanı olan bu edebiyat eleştirmenliği ister istemez ortaya çıkıyor ve çalışmanın belki de en keyifli bölümleri estetik eleştirinin yapıldığı paragraflar oluyor. İnsan o bölümleri okudukça "hocam boş verin gündelik siyasetle ilgili yazmayı çizmeyi, siz bize bol bol edebiyat konusunda yazın çizin" diyesi geliyor.

Konunun edebi yansıması açık nefret ile başlayan bir skala üzerinde, daha az nefret, ama iki taraf da suçluydu söylemi, utangaçlık, ve özellikle son zamanlarda hafifçe uç vermeye başlayan daha nesnel değerlendirmeler şeklinde beliriyor. En tanıdık yaklaşımlardan birisi Belge'nin Ahmet Günbay Yıldız'ın "Figan" isimli romanını değerlendirirken yazdığı gibi "Kitap, Türkiye'de öteden beri varolan birtakım çizgileri bir araya getiriyor. İster Bizans, ister Rus Çarlığı, ister İspanyol, bizim düşmanımız olan birilerini anlatan bir Yeşilçam filmi geleneğimiz vardır, örneğin. Bu düşmanlar hepsi, her bakımdan, çok fazla kötüdür. Biz de her bakımdan iyiyizdir." Nitekim önemli bir grup yazarın eserlerinde fuhuş yapanlar, kötü insanlar, alavere dalavere içinde olanların hepsi gayrı müslim olarak ortaya çıkıyor. Yiğit Türk kahramanların mutlaka bir kahpe azınlık numarası oluyor. Bu kitapları okuyanların Osmanlıda fuhuş sektörünün tamamen azınlıkların elinde olduğunu düşünmesi kaçınılmaz. Oysa ki Şevket Nezihi'nin Son Dönem Osmanlı İstanbul'unda Fuhuş altbaşlıklı Cihanyandı Lütfiye Hanım (Encore Yayınları, 2011) adlı kısa röportajını okumak konu hakkında nesnel bir bilgi sahibi olmak açısından yeterli. Şevket Nezihi, Haydarpaşa'nın arka taraflarındaki kırmızı fenerli Paris Sokağında genelev patronları ile yaptığı söyleşileri aktarır bize. Bu söyleşilerde de ne hikmetse bir tek gayrı müslim yoktur. Hem patronların hem de "sermayeler"in hepsinin Türk'tür. Ayrıca şunu da öğreniriz: "Şişhane Karakolu ile Voyvoda arasında Kalafatçı'nın kerhanesi vardı. İstanbul'un yüksek tabakasına mensup birçok aile kadınları buraya başka namlarla devam ederlerdi."

Kin ve nefret tohumlarının nasıl atıldığını görmek açısında Belge'nin Harp ve Kadın isimli bir romandan aktardığı şu satırlar da son derece öğretici: "Zaten genel bir ölüm yüceltmesi var. Öldürme şehveti yalnız "düşman"a özgü bir şey de değil. Askerlerimiz "...kızgın kurşunların düşmanın beynine beynine saplandıklarını gözleriyle görmek arzusuyla yanıyorlardı"..."İnsan öldürmek kutsal bir görev olmuştu...Ebamüslim, bütün ruhunu ve vücudunu saran derin bir öldürme hazzıyla.." ..."İnsanda kin olmamalı, kin milli olmalı. Kin, alçaklara karşı hiç dinmemeli."

Elbette sadece olumsuz örnekler yer almıyor, 3 Kemallerin, Vedat Türkali, Halil İbrahim Özcan gibi konuya nesnel yaklaşanların eserleri de mercek altına yatırılıyor. Ama özellikle milliyetçi ve muhafazakâr kesimin, Belge'nin sözcükleri ile, yaklaşımının şu olduğu aşikâr: "Biz Ermenilere değil, Ermeniler bize yaptı! Oturayım, bir roman yazayım da, bu gerçeklikler ortaya çıksın!" diyerek sıvanıyor, romanını yazıyor." Bir de bu "eserlerde" isimlerin, sözcüklerin yanlış kullanımı var ki, evlere şenlik, Belge'nin taşı gediğe koyduğu yerlerden birisi: "Evet, "yüzyıllarca beraber yaşamışız" diye bir "cici söylem" vardır hep. Birader, yüzyıllarca beraber yaşadın da, niçin hâlâ bir "Vardapet"i öğrenemedin?"

Genel okuyucunun ilgisini canlı tutamayacağı (keşke tutabilse) ama Ermeni yarası konusunda bilgilenmek isteyenlerin ve her yaştan Türk Edebiyatı öğrencilerinin raflarında bulunması gerekli bir çalışma. Son bölümde Belge "Soykırım" kavramı hakkında da görüşlerini belirtiyor.



Kiev'deki Adam veya Tamirci

1970'ler, orta okulda olmalıyım, senede bir kaç adet alınan çocuk kitapları yetmiyor, evdeki sınırlı sayıda kitaba da sıradan girişmiş durumdayım. Bernard Malamud'un "Kiev'deki Adam"ı da bunlardan. Sayfalar ilerliyor (bu arada Kiev neresidir, Yahudi kimdir, nedir?) bir tasvir ile karşılaşıyorum: romanın kahramanının yıkanırken gözetlediği kızın bacaklarından bir kan sızıyor, ve onun üzerine bir temizlik, kirlilik muhabbeti dönüyor. Henüz regl nedir bilmiyorum, ve bu bilinmez kan hayatımın küçük edebi travmalarından birisi oluyor. Yıllarca sahaf larda kitabı gördüğüm zaman o sahneyi hatırlıyor ve bilinmeyen karşısında yaşanan o tedirginliği yeniden hissediyorum. Kitaptan geriye Yakob adlı bir Yahudinin Rusya'da işlemediği bir cinayetten ötürü tutuklanması kalıyor aklımda.

Geçenlerde pek kıymetli ve otoriter editörüm Elif hanım arayarak, uygun bir dille Malamud'un "Tamirci" isimli kitabını yollayacağını, okuyup yazmamı "rica" ediyor. "Aha!" diyorum, "Kiev'deki Adam olmalı bu!"; okudum diye tekrar dönüp bakmadığım bu kitabı yeniden okumak ilginç olabilir. Kontrol ediyorum, orijinali "The Fixer" adı ile yayınlanmış, ve benim 40 yıllık Kiev'deki Adam'ım artık Tamirci oluvermiş!

Karışık duygular içerisinde bu yeni baskı ve çeviriye eklenen J. Safran Foer'in güzel önsözünü de okuyarak başlıyorum, bir kaç sayfa sonra gerçek bir mücevher ile karşı karşıya olduğumun ayırdına varıyorum. Sonrası bir roman severin her zaman düşlediği, zaman zaman hiç bitmesin, zaman zaman da ne olacak acaba bir an önce bitsin diye yaşadığı o harika romanda-yaşama süreci.

Foer'in de belirttiği gibi Tamirci iyi ve muazzam bir kitap. Adaletin sorgulandığı şu dönemde yayınlanmış olması bilinçli bir tercih mi, yoksa tesadüf mü bilemiyorum ama iyi bir romanın olmazsa olmazlarından evrenselliği nasıl da 12'den vurduğunu net olarak görebiliyoruz. Romanın kahramanı Yakob'un yerine isterseniz Hrant Dink, isterseniz Pınar Selek'i koyun. Mirzabeyoğlu da olabilir, yargısız infazlarla katledilen, işkencehanelerde öldürülen yüzlerce devrimci de. Veya siyasi meşrebinize göre Ergenekon'dan istediğiniz ismi de yerleştirebilirsiniz. Kopkoyu bir Yahudi düşmanlığının yaşandığı "vahşi hurafeler ve gizemli görüşlerle dolu bir Ortaçağ şehri" olan 1900'lerin başındaki Kiev ve Rusya, 1990'ların, 2000'lerin İstanbul'una, Türkiye'sine ne kadar benzeyebilir? Bu sorunun yanıtını okuduktan sonra siz verin. Yıllarca çıkmayan iddianameler, uyduruk suçlamalar, gizli tanıklar, ya da yalancı şahitlere dayandırılarak yapılan tutuklamalar, hapishanedeki baskılar, hurafelerle delirtilmiş bir kamuoyu , onu başarı ile manipüle eden devlet ve hükümet görevlileri, insanın çaresizliği, ideoloji, din, gericilik, kin, ırkçılık! Ve tüm bunların karşısında kimsesiz, yapayalnız, yarı cahil bir insanın, sapıtmış insanlık karşısında, o insanlığın geleceği için, İnsan kalabilmek adına muazzam direnişi!

Yakob Kiev kırsalında yaşayan eğitimsiz, dini inancı olmayan, yolu bir şekilde Spinoza ile çakışmış, onu okuyup anlamaya çalışan fakir bir tamircidir. Bir drahoması bile olmayan karısı, bir türlü çocukları olmadığı için artık onunla sevişmediğini bahane ederek başka bir erkekle kaçmıştır. Mutsuz ve çaresiz Yakob, geçmişini geride bırakarak ihtiyar bir atın çektiği arabası ile yeni bir gelecek için Kiev'e doğru yola çıkar. Kiev'de iş ararken bir gece yolda düşmüş, sızmış bir ihtiyar ile karşılaşır. Adamın yakasında Yahudi karşıtlarının rozetini görmesine rağmen yardım eder, evine kadar taşır. Adam, bir ayağı sakat kızı ile yaşayan bir tuğla fabrikası sahibidir, kendisini bir Rus olarak tanıtan Yakob'un iyiliğine karşılık vermek ister. Önce boya işleri sonra fabrikasında muhasebe ve kontrol işleri. Ancak fabrika Yahudilerin yerleşmesi ve çalışmasının yasak olduğu bir bölgededir. Yakob epeyce tereddüt eder bu oyunu oynamaya devam edip etmemek, risk almak konusunda. Çaresizlik olası risklere galebe çalar, tekifi kabul eder. Kısa zamanda kontrolü eline alır, patronunun övgüsünü kazanır. Bu arada bir başka yalnız ve çaresiz insan, patronun kızı, Yakob'la yakınlık kurmaya çalışmış, ancak Yakob bir noktadan sonra iletişimi koparmıştır. Öte yandan fabrikadaki ustabaşı ve diğer çalışanlar Yakob'un kendi düzenlerini bozmasından, hırsızlıklarını engeller hâle gelmesinden son derece rahatsızdırlar. Yakob bir gece mezarlık civarında çocukların taşladığı yaralı, ve ihtiyar bir Yahudiye rastlar; ona da yardım etmekten kendisini alıkoyamaz. Sokakta bırakmaya gönlü el vermez, gizlice fabrikadaki odasına götürür. Tam da bu olayın akabinde 12 yaşında bir erkek çocuğunun bir mağarada onlarca kere bıçaklanmış cesedi bulunur ve cadı avı başlar. İhbarlar üzerine cinayet sanığı olarak Yakob tutuklanır. Bibikov adında bir sorgu yargıcı dışında, tüm polis, yargı, ve kamuoyu kararını önceden ve kesin olarak vermiştir: bu Yahudilerin işlediği bir cinayettir. Onlara atfetikleri dinsel ritüel uyarınca çocuğun bütün kanını akıtmışlar ve hamursuz yapmak için kullanmışlardır, bu işi yapan da Yakob'dur.

Tüm dinsel dogmalardan kaçan, kendi çapında Spinozacı, fakir ve kimsesi tamirci Yakob, devasa bir ideolojik, dinsel ve bürokratik cenderenin içine sıkışmıştır. Bu cinayeti kendisi ya da Yahudiler adına kabul etmesi için her türlü maddi ve manevi işkence yapılacak, şantaj, tehdit, yine Yahudiler olmak üzere, başkasının üzerine suçu atması şartıyla tahliye teklifi gibi akla hayale gelecek her türlü zulümle karşılaşacaktır. Yakob, dini dogmalar, ırkçılık, milliyetçilik ve hurafelerle yoldan çıkmış, şaşırmış, delirmiş kitlelerin karşısında tek başına, yapayalnız ayakta kalabilecek midir? Roma'da 1600 yılında engizisyon tarafından diri diri yakılan Giordano Bruno'dan 300 yıl sonra hiç bir şey değişmemiş gibidir. Tıpkı Bibikov'un bir gece yarısı Yakob'u ziyaretinde söyledikleri gibi: "Biz her ne kadar üstünkörü de olsa medeniyetin geliştiğini düşünsek de, karanlık geçmişin ana hatlarında pek değişen bir şey olmuyor. Ne yalan söyleyeyim, artık gelişme diye bir kavrama inanmıyorum." Ancak İnsan yaşıyor ve direniyor, her şeye rağmen! Kafka'ya bu güzel romanı yeniden bastıkları için teşekkürler.



20 Temmuz 2013 Cumartesi

Kitaplar ve Sigara

"Kitaplar ve Sigaralar" , benim gibileri için bundan daha çekici bir kitap adı olabilir mi? Hele yazarı da Orwell gibi bir isim ise. Başlık çok şey vaat ediyor; okuma süreci bir ön hazırlığı hak ediyor: çay ya da kahve, elbette yanında bir sigara. Ama en sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: düş kırıklığına uğradım. "Kitaplar ve Sigaralar" ile başlayıp "Kitapçı Anılar"ı ile devam eden bu güzel denemeler, eleştiri ile ilgili bir ara nağmeden dümen kırıp Orwell'in çocukluk, okul ve ilk gençlik anılarına doğru yelken açınca kendimi biraz aldatılmış hissettim. Yayınevimiz mi seçmiş bu çekici başlığı diye orijinalini kontrol ettim, yok, değil, üç kağıt orijinal: "Books v. Cigarettes"

Bu şikâyetimden beğenmediğim sonucu çıkmasın. Kitaba ismini veren ilk yazı, başlığın bende uyandırdığı hazcı ve romantik izlenimin tam tersine oldukça gerçekçi bir konuyu ele alıyor: kitaplar pahalı mıdır? Ya da bahane olarak kitapların pahalı olduğunu iddia edenler haklı mıdır? Konu evrensel olarak ele alınamaz. Orwell kendi yaşadığı zaman ve ülkenin tartışmasını yapıyor. Bugünün Türkiyesi için sorarsanız, Avrupa ve Amerika'ya göre pahalı derim. Ama bu tartışma bitmez. Orwell kitapların pahalı olup olmadığını günlük harcamalar çerçevesinde test ederken sigara harcamalarını da hesaba katıyor. Bu romantik başlığın realist açılımı işte o hesap.

Sonra "Kitapçı Anıları"na geçiyoruz ki, şirin (palavra, son 30 yılda şirin bir yer kalmadı) bir sahil kasabasında kısa bir süre de olsa sahaflık yapmış olan birisi olarak altına hiç çekincesiz imzamı atarım: "Sahafta çalışırken – sahafta çalışmıyorsanız bu mekanı kafanızda çekici yaşlı beyefendilerin uçsuz bucaksız deri ciltli kitap sayfalarının arasında gezindiği bir tür cennet olarak canlandırmanız ne kadar kolay- beni en çok etkileyen şey gerçek kitapseverlerin ne kadar az bulunurluğu olmuştu. Dükkanımızın olağanüstü ilginç bir kitap stoku vardı, ancak müşterilerimizin yüzde onunun bile iyi kitabı kötü kitaptan ayırt edebildiğinden şüpheliyim." Benim minik dükkânımda da, elbette İngiltere'deki bir sahafla kıyaslanamaz ama, emin olun çok ilginç bir koleksiyon vardı. 1764 baskısı Jonathan Swift'ten, Osmanlı dönemi Galatarasay Lisesi öğrencilerine hediye edilen, mühürlü, belgeli kitaplardan, Fransa Cumhurbaşkanı'nın Cemal Paşa'ya ithaflı kendi kitabına kadar teoloji, tıp, edebiyat, aklınıza ne gelirse hepsinden seçkin örneklerin yer aldığı ilginç bir koleksiyon. İki senenin sonunda onlara anlar gözlerle bakan kişi sayısının iki elin parmaklarını geçmediğini görünce anlamsız bir iş yaptığım hissiyatı ile kenara çekildim. Orwell yaşasaydı Süper market romancılığı denen bir türün de ortaya çıktığını görürdü.

Sonra "Bir Kitap Eleştirmeninin İtirafları" adlı bir bölüm gelmez mi? Eleştirmen değilim ama şu satırlar yine de çok tanıdık geliyor: "Uzun süre boyunca gelişigüzel yapılan kitap eleştirmenliği iyice nankör, sinir bozucu ve tüketici bir iştir. Kısa bir süre sonra göstereceğim gibi değersiz kitapları övmeyi içermekle kalmaz, kendiliğinden duygular uyandırmayan kitaplar hakkında tepkiler icat etmek anlamına da gelir. Eleştirmen ne kadar bıkkın olursa olsun, mesleki açıdan kitaplarla ilgilidir ve her yıl çıkan binlercesinin arasından muhtemelen elli ya da yüz kitap hakkında zevkle yazabilir. Eğer mesleğinin erbabıysa bu kitapların on ya da belki yirmisini bulabilir, ancak daha büyük olasılıkla ancak iki ya da üçünü bulabilecektir. İşinin geri kalanı, eleştirir, ya da yererken ne kadar dürüst olursa olsun özünde palavradır. Ölümsüz ruhunu giderden aşağı döker, her defasında yarım pint."

En uzun bölüm Orwell'in St Cyprians yani okul anıları. St Cyprians 20. yüzyıl başlarında İngiltere'de ortaya çıkan, Eton gibi çok nadide kolejlere hazırlık okulları olarak adlandırabileceğimiz özel, paralı okullardan birisi. Bu okulların başarısı tıpkı bizim dershaneler gibi seçkin kolejlere yerleştirebildiği öğrenci sayısı ile ölçüldüğü için, paralı öğrencilerin yanısıra Orwell gibi alt orta sınıftan başarılı olabileceği düşünülen öğrencilere de yarım burslarla kapılarını açıyormuş. St Cyprians anıları yüzyıl başında İngiltere gibi bir ülkede bile genelde çocuğa ve gençlere yaklaşımın nasıl olduğu, eğitim sisteminin içeriği konusunda müthiş aydınlatıcı ve şaşırtıcı bilgiler sunuyor. Orwell o günleri bir kâbus gibi hatırlıyor ve yıllarca kişliğini belirlediğini, 30'lu yaşlarına kadar etkisinden sıyrılamadığını anlatıyor. Salt okulun, yöneticilerin, öğretmenlerin tutumları değil, aynı zamanda çocukların kendi aralarındaki ilişkileri de belirleyen toplumsal sınıf sisteminin ne kadar acımasız olduğunu görüyoruz. Toplumsal sınıfların İngiltere gibi uzun bir tarihsel süreç sonunda net olarak kurumsallaşmadığı Türkiye gibi bir ülkede yaşamış olmak, bu anıları okuduktan sonra bir şans gibi gelebilir insana. Sınıf atlamanın neredeyse imkânsız olduğu, herkesin doğduğu sınıfa ait olarak öleceği, insanların birbirlerini her şeyden önce bu sınıf ve kast sistemininin gözlükleri ile değerlendirdiği bir toplumsal yapıdan söz ediyoruz.

Tıpkı sahaflık, eleştirmenlik duygudaşlığı gibi o satırlarda, ilk yıl her sabah 6'da uyandırıldığımda "bu hafta sonu eve gittiğimde beni alın bu okuldan" diye düşündüğüm kendi yatılılık günlerime dönüyor, bir başka duygudaşlığı daha yaşıyorum Orwell ile: "Eviniz mükemmellikten uzak olabilir; ama en azından korkunun hakim olduğu, çevrenizdeki insanlar karşısında sürekli gardınızı almanız gereken bir yer değil, sevginin hakim olduğu bir yerdir. Sekiz yaşında birden bu sıcak yuvadan alınır ve turnalarla dolu bir depoya fırlatılan bir Japon balığı gibi zor, hile ve gizlilikle dolu dünyasına fırlatılıp atılırsınız. Zorbalığın derecesi ne kadar büyük olursa olsun çaresizsinizdir....Eve mektup yazıp ailenizden sizi okuldan almalarını istemek daha da olanaksızdır; zira bunu yapmak, mutsuzluğunuzu ve popüler olmadığınızı itiraf etmek anlamına gelir, ki hiçbir oğlan bunu yapmayacaktır."

Herkese öneriyorum ama çocuğunuz varsa mutlaka okumalısınız. Çözümler ve yanıtlar bulamayacaksınız ama üzerinde düşünmeniz gereken ne kadar çok konu olduğunu farkedeceksiniz.





Tuhaf Bir Erkek

Şiirin ekonomisi, romanın sonsuz gevezeliğe olanak tanıyan yapısal potansiyeli; bu ikisinin arasında, belki de iyisi en nadir olan öykünün kısa hacimdeki büyülü kudreti... Edebi metinler üzerinde düşünürken soyutlamanın gücünü de unutmamak gerekir, özellikle de modern edebiyatta. Hedefin etrafında biteviye dönüp dolaşan, lüzumsuz gevezeliğinden okuru bunalıma sürükleyen metinler vardır (amacı özellikle gevezelik üretmek olanları hariç tutalım), bir de hedefe nişan alıp tek atışta 12'den vuran. Kısa, yoğun ve karmaşık romancıklar, novellalar. Tıpkı yaşam gibi. Bunun adı ustalık oluyor. Anlatılmak istenene uygun biçimin, roman türünün seçimi de başlı başına bir yaratıcılık konusudur. Klasik bir dönem romanı için novellanın doğru bir seçim olmayacağı aşikardır.

Üretilen metnin, gerçeklik karşısında, gündelik yaşamın, politikanın, aşkın, insan ilişkilerinin ağırlıklı biçimi olan sıradanlığın ve hatta banalliğin güdümüne girmeden, belki de Stendhal'in söylediğinin yalın anlamının tersine yol boyunca tutulan bir ayna olmadan, yazarın açık ve örtük bilincinde dönüşüp, eşsiz ve daha önce varolmayan bir içeriğe ve biçime kavuşmasını bekleriz. Benim her gün yaşadıklarımı, algıladıklarımı, zaten yaşadığım ve algıladığım biçim ve içerikle bire bir aynı olarak senden okumaya ihtiyacım olabilir mi?

Bir olanda, teklikte çoğulu anlatabilmek, çok olanları (çokluğu değil) soyutlayıp tek bir zengin gösterene dönüştürebilmek ya da çıplak, biçimsel haliyle en anti-edebi gerçekliklerden olan politikayı o çıplaklığı ile edebiyatın içinde yaşatabilmek gerçek yaratıcılığın sınavıdır.

Leyla Erbil'in Komet'in resimleri ile eşleşen novellası “Tuhaf Bir Erkek” henüz peşimi bırakmadan, hesaplaşmamı bitirmeden yazmak zorunda kalıyorum, hesaplaşmanın bitmeyeceği de kesin. Edebiyatımızın devrimci ustası Erbil öznel bir anlatı ile bu tuhaf ülkeyi (tuhaf olmayanı var mıdır?) ve erkeklerini soyutluyor sanatın eşsiz yöntemi ile. Gorgo'ların nasıl da yaşadığımız her ana sindiğini, bir kabusa çevirdiğini, yaşamımızın onu elimizden almak, şekillendirmek, bize boyun eğdirmek, diz çöktürmek isteyen gorgolarla bitmek bilmez bir mücadele olduğunu, o mücadeleyi kaybettiğimizi, yenildiğimizi anımsatıyor:

“tuhaf bir erkek eşimdi
hakikati bulup
hakikatteki gerçekliği de bulup
gorgo'yu öldürmek
benimle mutlu bir hayat sürmekti
nedeni
evlendikten birkaç ay sonra
her şeyi unuttu
hakikatle gerçekliği, sahihle doğruyu,,, hakikatle yalanı,,, gorgoyu öldürmeyi falan,,,”

Gorgo bataklığında kadının sevgilisi org'cudur, “körüklü, irili ufaklı borulardan geçen havayla değişik ses tonları veren klavyeli çalgı?” nedir sorusu çıkar bir gün bulmacada, yanıtını bilemez.

Gorgolar ödürülebilir mi? Gorgosuz bir dünya mümkün mü? Gorgosuz bir dünyanın kadınları ve erkekleri nasıl olur? Gorgo içimizden çıkıyorsa, ki öyle...Kaldı ki “annem gorgo'ya dikkat edin, her yerde olabilir derdi.” Taksim'e dikilen AVM'nin kulesinden ölümsüzlüğünü ilan eder Gorgo! Romanımızın kahramanı kadın bu “saçma hayatı”kendine acındırmak için anlatmaz bize: “varlığını bizimkine yakınlaştırmak, canciğer olmak, tuhaf bir erkek nasıldır, bilelim” ister.

Hurşit, Bünyamin, Harun, Zeyyat, Bünmayin, Kürşit, Zurşit, “sabah oldu mu uçları yukarı kalkık o kahverengi deri pabuçlar ayakta,,,” Tuhaf erkeğin çokluğu ve birliği. Adının bir önemi var mı? Belki pabuçları daha önemlidir adlarından.

Erbil'in bu kısa ama çok yoğun novellası “gorgostik” bir atmosferde yaşamayı anlatıyor. Cumhuriyet tarihi olarak da okunabilir, bu kitabın tarih derslerinde yardımcı okuma kitabı olabildiği bir ülke gorgoları alt etmiş bir ülke olacaktır muhtemelen.

Uyarıyorum: “Tuhaf Bir Erkek “her okurun bünyesine uygun bir kitap değil. Büyüklere masallar tarzı romanlarla, dişsiz bebeklere gorgocu annelerin ağızlarında çiğneyerek verdiği köftelerle orgazm oluyorsanız, sakın bu kitaba yaklaşmayınız. Hayat sizi uçlara savurmuş, veya mesela üst düzey avm alerjisi teşhisi konmuş ise, metinlerin sinir uçlarının açıkta olduğunu, sizin okumanızla bir bağlantı kurulabileceğini, sizi anlamın tamamlanamayacak yolculuğuna çıkaracak bir tetikleyici olduğunu düşünüyorsanız, o zaman kolay gelsin. Komet'in kitaptaki resimlerinden oluşan bir sergi açılırsa bir gün, oturup tabloların karşısında yeniden okumak gerekecektir bu metni. Müthiş bir birliktelik olmuş.

“olsa olsa tarihöncesi cinsel hayattan bu yana biriken tüm çelişkilerin modern insana yığılması olabilirdi bu durum diyordum içimden,,, mıknatıs gibi çekmişti bütün divaneliklerini tarihin üstüne,,, bir gün kapının dibine oturup yavaş yavaş kendini erittiğini ve orada sadece saçsız yabancı bir erkek başı kaldığını gördüm,,, bünyamin bu kafa senin mi, gövdeni ne yaptın? dedim,,, o kafa da yok oldu.”