20 Ağustos 2011 Cumartesi

Çizgi roman olarak Suç ve Ceza


Klasiklerin, özellikle de Suç ve Ceza'nın çizgi roman uyarlamasının çıktığını öğrendiğimde heyecanlanmıştım. Belli başlı klasikleri 3-5 yılda bir yeniden okurum. Kişinin kendi macerasının akışına paralel olarak bu romanlardan aldığı tad, onu algılayışı, yorumlayışı değişir. Her okumamda yeni boyutlar keşfederim. Aslında kendimizi keşfetmenizin, kendi varoluşumuzu, sınırlarımızı, insanlar ve hayatı tanımamızın bir yansımasıdır bu süreç. Hele yazar Dostoyevski gibi karmaşık kişiliklerin, derin ve içinden çıkılmaz iç dünyaların yazarı ise. Suç ve Ceza'yı sanırım en az 4 kez okumuşumdur. St. Petersburg'da Raskolnikov'un izini sürmüşlüğüm de vardır. Türkçe'deki farklı baskılarının yanısıra, başka dillerden de Suç ve Ceza baskıları toplarım. Çoğunda çizimler olur. Onların Raskolnikov'u ve diğer kahramanları nasıl tahayyül ettiklerine bakarım. Bu konuda en sevdiğim kitaplardan birisi de Rusça, tüm Dostoyevski romanlarındaki illüstrasyonların toplandığı bir kitaptır. Müthiş çizimler vardır. Neyse, yine Suç ve Ceza zamanı yaklaşıyor, bir ara okuması da çizgi roman ile olur diye düşünmüştüm. Düşünsenize yüzyıl başı Rusya'sı, St. Petersburg atmosferi, ve adeta çevremizdeki insanlardan daha gerçek o müthiş karakterler, bir yaratıcı, romanın en büyük yaratıcısının gümüş tepside sunduğu ne zengin bir malzeme: Marmeladov, tefeci “kocakarı”, Sonya, Razumihin, Zosimov ve diğerleri...İyi bir sanatçının elinden ne müthiş sahneler çıkar! Üstelik sanırım romanların çizgi roman uyarlamaları sinema uyarlamalarına göre daha kolaydır, özellikle de dönem romanları için.

İşte bu haleti ruhiye içerisinde biraz geç de olsa Suç ve Ceza'nın NTV yayınlarından çıkan ve meşhur bir illüstratör olduğu söylenen Alain Korkos tarafından çizilen baskısını edindim. Fakat kurulan hayallerin çökmesi, beklenen okuma şöleninin müthiş bir düşkırıklığı ile sonuçlanması sadece bir kaç dakika sürdü. Birincisi Alain Bey'in çizgi performansı son derece yavan geldi. Suç ve Ceza'nın en azından Rusça baskılara eşlik eden illüstrasyonlarının neredeyse tamamını görmüş birisi olarak en kötüsü diyebilirim. Fakat asıl şok, romanın günümüz Rusya'sına uyarlanmış olmasını anlayınca yaşandı. Siberuzay çağında bir Raskolnikov! Olmaz mı, elbette olabilir. Ama döneminin toplumsal ve bireysel sorunları ile bunca içli dışlı bir metni 100 yıl üzeriye taşımak ve uyarlamak çok emek ve özen ister. Bu emek ve özenin ise zerresi bulunmuyor. Bırakın bugüne uyarlamayı, Suç ve Ceza'nın ana izleği, Raskolnikov'un problemleri, romanın ana fikri dahi yok ortada. Ortaya tam anlamıyla bir kiç (kitsch) çıkmış. Kundera'yı anmadan edemedim. İnsan ister istemez bu “eser”i üretenlerin, metni yeniden yorumlayanın, resimleyenin, sanatsal kaygılardan ziyade konuya ticari bir “proje”, “hadi bir Suç ve Ceza uyarlaması yapıp, biraz para kazanalım”yaklaşımında olduklarını düşünüyor.

Suç ve Ceza'yı özgün metnini okumadan bu kitapla tanışan okurlara yazık! Zira orjinal metni okumayı merak ettirecek hiçbir çekicilik de içermiyor. Para için cinayet işleyen bir genç adam, e sonra? Sonrası yok. Gerçi bu özgün metin konusu da bir başka yazının konusu olacak kadar dertli bir konu. Ülkemizdeki kadar çok farklı Suç ve Ceza çevirisi (genelde Dostoyevski çevirileri) ve baskısı dünyanın hiç bir ülkesinde yok. Girin bakın Amazon'a, koskoca İngilizce dünyasında kaç faklı çeviri görebilirsiniz. Bizde ise onlarca çeviri ve baskının önemli bir kısmı başka çevirilerden çalıntı. Bazı çevirmenleri araştırdığınız zaman ilginç sonuçlarla karşılaşabilirsiniz. Okuyucu dikkat: fiyatı ucuz diye berbat ya da çalıntı çevirlere paranızı kaptırmayınız, okuduğunuz Suç ve Ceza olmayacaktır.

Neyse efendim Suç ve Ceza'dan ağzımızın payını aldıktan sonra şansımızı bir de Kapital Manga ile deneyelim dedik. Malum, Dünya kapitalizmi tarihinin en büyük bunalımı ile sallanınca Karl Marx yeniden keşfedildi, popüler medyaya malzeme oldu, adeta pop star koltuğuna oturtuldu. Tabii diğer pop starlar gibi işi bitince inidirilmek üzere. Komünist Manifesto başta olmak üzere kitaplarının çeşitli baskıları çıkmaya, çok satar listelerine girmeye başladı. Kapital hakkında da bir dizi kitap çıktı. Konu Kapital olunca insan çizgi roman uyarlamasına da daha esnek beklentilerle yaklaşıyor. Birinci cildini bir yana bırakırsak Kapital çok zor bir kitaptır. Anlamak için neredeyse profesyonel iktisatçı olmak şartı var. 3. cildi her profesyonel iktisatçı da çözemez, zaten yarım kalmış çalışmanın Engels tarafından toparlanan bölümüdür. Ama birinci cildi, bir kaç bölüm haricinde, bir roman gibi, bir Charles Dickens romanı gibi ve de aynı lezzette okumak mümkün. Marx işçi sınıfının yaşam koşullarını anlattığı bölümlerde edebiyatçılara taş çıkartır. Zaten üstad gençliğinde şiir de yazmış, edebiyat ile arası da her zaman çok iyi olmuştu. İyi bir yazar olduğu şüphe götürmez.

Yordam Yayınlarından çıkan Kapital Manga idefix paketinden çıktığında ilk hayal kırıklığım boyutlar konusunda oldu. Tamam anlaşıldı, metro kitabı! Sonrası ise, tıpkı Suç ve Ceza gibi, kaldırıp bir kenara atmadıysam görev bilinci ve sorumluluktandır. Ayıp! Bu yaptığınız işe başka bir isim koyun, artı-değer'i anlatıyoruz diyebilirsiniz, kapitalist sömürüyü anlatıyoruz, ne bileyim, kapitalist sistemin işleyişini anlatıyoruz diyebilirsiniz, ama buna “Kapital” ismini koymak bir tür korsanlıktan başka bir şey değil. 1970'li yıllarda Türkiye'de sınıf hareketinin ve sendikaların güçlü olduğu dönemde, bazı demokratik kitle örgütleri ya da sendikalar tarafından yayınlanan, kapitalist sistemi, sömürüyü anlatan çizimlerle desteklenen broşürler, el kitapları yayınlanırdı, inanın onların en kötüsü bile bundan hem illüstrasyon kalitesi, hem içerik olarak daha ileri bir noktadaydı.

Her iki çizgi roman uyarlamasını da okuyup (itiraf edeyim Kapital Manga'yı bitirebilecek sabrı kendimde bulamadım) bu kadar negatif izlenimlere sahip olduktan sonra okuyucunun görüşünü ve tepkisini merak ettim. Acaba benim dinazorluğumdan, bir tür eski kafalığımdan mı kaynaklanıyordu bu düşünceler? Gençler sevmiş, sahip çıkmış olabilirler miydi? İdefix'te Suç ve Ceza'nın sayfasındaki beğeni endeksi bir nebze içimi ferahlattı, çok yüksek değil. Kapital Manga da ise daha yüksek. Üstelik Türkiye standartlarına göre oldukça fazla oy kullanılmış. Yani okuyucu ile pek örtüşmüyor düşüncelerimiz. Bu acaba Kapital'in orjinalinin çok daha az okunmuş olması ile açıklanabilir mi? Muhtemelen Suç ve Ceza'ya oy verenler içerisinde, özgün metni okumuş olanların sayısı, Kapital Manga'ya oy verenler içinde Kapital'in özgün metnini okumuş olanlardan kat be kat fazladır. Dolayısıyla özgün metnin zenginliğini bilenlerin çoğunluğu sanırım beğenmeyeceklerdir. Kapital'in az okunmuşluğu Kapital Manga'nın beğeni endeksini yükselten bir etken mi?

Yukarıda belirttiğim gibi Suç ve Ceza'nın farklı baskılarının koleksiyonunu yapıyorum, neredeyse en kötü baskılarını (korsanlar ve çalıntı çeviriler haricinde) saklıyorum ama bu çizgi roman uyarlamasını koleksiyonuma ekleyip eklememeye hâlâ karar veremedim. O kadar Suç ve Ceza olarak algılamadım, hissedemedim. Kapital Manga ise, Kapital'i bir kenara bırakırsak, en azından kapitalist sistemin işleyişini kısa yoldan ve etkili bir biçimde aktarmak açısından işlevsel diyerek teselli bulabiliriz. Ama onun da kârlı bir kapitalist bir proje olduğundan zerre kadar şüphem yok.

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Arka sokak lezzetleri


Yemek ve beslenmek, yaşamımızın en rutin, en temel aktivitelerinden birisi. Aynı zamanda malzemesi, hazırlanışı, sunuluşu ve mekânları ile en kültür bağımlı olgulardan birisi. Belirli bir coğrafi mekânın lezzetini bir başka coğrafyada birebir yakalamak neredeyse imkânsız. Napoli'nin Pizza'sını, Adana'nın kebabını, Antep'in baklavasını, Diyarbekir'in ciğerini, Japon'un sushi'sini, doğdukları, yetiştikleri, şekillendikleri coğrafyadan bir başka yere taşıdığınız zaman mutlaka bir şeyler kaybediyorlar. Peki ya insan? İnsan yetiştiği lezzet ikliminden çok farklı bir iklime geçtiği zaman ne kadar adapte olabilir? Bu, adaptasyon yeteneği en yüksek canlı türü farklı bir lezzet ve beslenme kültürünün “uzmanı” olabilir mi? Aklım olabilir dese de, örnekleri görülse de, duygularım, sezgilerim, kişisel deneyimlerim yine de bir şeyler eksik kalır diyor. Türkiye'de yetişmiş, bu lezzet iklimine alışmış bir yetişkin birey olarak tamamen Japonlaşmam ne kadar süre alır? Mümkün olur mu? Tıpkı felsefenin ve sosyolojinin kadim sorunlarından “anlamak” etrafında oluşmuş külliyatın hep tartışa geldiği gibi: Bir kültür mensubu, bir başka kültürü nesnel olarak ne kadar “anlayabilir?”

Yorumlanması ve değerlendirilmesi gereken listeden bir kaç örneğe bakar mısınız: lahmacun, adana kebap, tavuk göğsü, ciğer kebap, pide, kelle, boza, kaymak... Kötü örneklerin çokluğu ile büyüyerek, fast food hegemonyası altında ezilerek “lezzet” duygusunu gitgide yitiren, karnıyarık ile imambayıldı'nın arasındaki farkı bilmeyen bir gençliğin önüne gelen her şeyi yediği, her yediği lahmacunu lahmacun sandığı bir zamanda yaşıyoruz. Elbette işin daha öte boyutları yazıya neden olan kitabın yazarlarının da farkında olmadıkları boyutları da var: İstanbul'da gerçek bir tavuk göğsü yenecek yer var mı? Gerçek bir tavuk göğsü nasıl yapılır? İçinde sadece tavuk göğsü lifi olması değil kastettiğimiz. Ama bu derinliğe bu yazıda giremeyiz, girersek çıkamayız.

istanbuleats.com sitesinin yaratıcıları Ansel Mullins ve Yigal Schleifer'in İstanbul'da geçirdikleri toplam süre 12 yıl imiş. İstanbul'un “arka sokak lezzetleri” bu ikiliyi öylesine etkilemişki, önce bir web sitesi, şimdi de Boyut Yayıncılık'dan çıkan bir kitap ile şimdiye kadar biz yerlilerin pek aklına gelmeyen bir işe imza atmışlar. Hani İspanyol sömürgeciler yeni kıtaya ayak bastıklarında yerlilerin altınlarına beş para etmez incik boncukla değiş tokuş ederek el koymuşlar ya, biraz buna benziyor. İnsan içinde doğup büyüdüğü, nefes aldığı, çok doğal bir olgu olarak algıladığı nesnelerin, mekânların, olguların değerini bilmek için bazen bir öteki göze, bakışa ihtiyaç duyabiliyor. Mullins ve Schleifer bizim zaten bildiğimizi ama adeta bildiğimizi bilmediğimizi bize yeniden hatırlatıyorlar. Bence dolayılı olarak hatırlattıkları bir başka nokta da yine hep geyiğini yaptığımız “tarih bilincimizin olmayışı” konusu. Tarih bilincinin oluşması için önce tarihi kaydetme, tarihi yazma bilinci gerekiyor galiba. Mullins ve Schleifer'in çalışması belki bu noktada da bir uyarı olur. Düşünsenize 100 yıl sonra 2000'li yılların başında İstanbul'da ne tür yerlerde, neler yenir içilirdi diye bir araştırma yapacak insanın karşısına çıkabilecek kaç tane kitap var şu anda? Acaba kendi tarihimizi, kültürümüzü yazmak için daha çok Mullinsler ve Schleiferlar mı ithal etsek? Tıpkı Osmanlı tarihinin kimi yönlerini Oryantalistlerin eserlerinden öğrenmeye çalıştığımız gibi gelecek kuşaklar da bugünün tarihini “el”lerin gözünden mi okumaya çalışacak?

"İstanbul Arka Sokak Lezzetleri, 2009'dan Beri” özellikle vurgulandığı gibi “abartılı” mekânlarla arasına bir mesafe koyuyor. Daha da ötesi kendisini sadece fiziki sabit mekânlarla sınırlamıyor ve sokağa, seyyara da çeviriyor bakışını. “Galata Salatalıkçısı”nı hangi kitapta bulabilirsiniz? Anlaşıldığı kadarı ile yazarlarımızın amacı İstanbul'da yaşadıkları sürece edindikleri yerel yemek kültürü deneyimleri çerçevesinde kendilerini en çok etkilemiş olan mütevazı, ekonomik lezzet noktalarını belirlemek. Dolayısıyla seçimlerin nesnelliğini tartışmak gereksiz. Üstelik yaklaşık 40 yıldır İstanbul'da yaşamakta olup, yemeğe içmeye meraklı, sağı solu kurcalayan, farklı bir lezzet için saatler ve kilometrelerce yol tüketmekten imtina etmeyen benim gibi birisi için bile öğretici olduğuna göre işe yarar olduğu kuşkusuz. Tıpkı web sitesi gibi kitap da İngilizce ve Türkçe seçenekleri ile mevcut. “Zaten bütün mekânlar web sitesinde varsa, kitabı neden alayım?” derseniz, bence kitabın derli topluluğu, ufak boyutuyla size lezzet avcılığında yoldaşlık eden pratik bir yardımcı olabilmesi ve sitede bulunmayan nefis fotoğrafları artı yönlerini oluşturuyor. Kitabın tasarımını ve görsel malzemeyi çok beğendim. Bu niteliği ile de ilerde değerli bir tarihsel belge niteliğini kazanacaktır.

Tekrar başa dönersek, “en iyi lahmacun nerede yenir?” “İstanbul'un en güzel adana kebabını kimi yapar?” gibi tartışmalar bitmek bilmez. Bunların son derece öznel yanıtları vardır, ve bu tür her zevk tartışmasında olduğu gibi, herkesin hemfikir olabileceği tartışmalar değildir. Dolayısıyla bu kitaba da bu açıdan yaklaşmamanızı öneririz.

Ansel ve Yigal ciğer kebabı bile sevecek kadar bizden birileri olmuşlar. “Bir insanın lahmacun sevmemesi nasıl mümkün olabilir, biz anlayamıyoruz” , “hayalimizde, Türk usulü kaymak cennette servis edilen tek yiyecektir” diyorlar. Dilinizin damağınızın ve arşivinizin şenliği için gerekli bir kitap.

Meraklısı için bağlantılar:

Bir başka güzel yemek blog'u : http://harbiyiyorum.blogspot.com/

Yemek yapmaya meraklıysanız olmazsa olmaz: http://cafefernando.com/



14 Ağustos 2011 Pazar

Müthiş bir buluş!

http://www.youtube.com/watch?v=YhcPX1wVp38

Dünyadaki krizi anlamak için


Yeni kriz dalgası nedeniyle 2008'de tanıttığımız bir kitabı yeniden gündeme taşıyoruz:


"1990'dan 2025/2050'ye kadar olan dönemde çok büyük ihtimalle, barış, istikrar ve meşruiyet kıtlığı çekilecektir. Bunun nedeni kısmen, dünya sisteminin hegemonik gücü olan ABD'nin zayıflamasıdır. Ancak asıl neden bir dünya sistemi olarak dünya sistemindeki krizdir." (s.34)

"Kriz mutlaktır: Açmaz mutlaktır. Bunun sonuçlarını önümüzdeki yarım yüzyılda yaşayacağız. Krizi birlikte nasıl çözersek çözelim, ne tür yeni bir tarihsel sistem inşa edersek edelim ve bu sistem ister daha iyi ister daha kötü olsun, ister daha çok ister daha az insan haklarına ya da halkların haklarına sahip olalım, kesin olan bir şey var: Bu sistem, iki yüzyıldır tanıdığımız ideoloji olarak liberal ideolojiye dayanan bir sistem olmayacak." (s.155)"Gerçekçiliğimin bir kısmı, ABD'nin kurtuluşu tek başına gerçekleştiremeyeceğini ileri sürmektir. ABD 1971'den 1945'e kadar bunu denedi. 1945'ten 1990'a kadar aynı şeyi başka yollarla denedi. 1990'dan sözgelimi 2025'e kadar yine başka yollarla bunu tekrar deneyeceğini tahmin ediyorum. Fakat tüm insanlığın kurtuluşu olmayan bir kurtuluşun olamayacağını göremedikçe, ne ABD ne dünyanın geri kalanı modern dünya sistemimizin yapısal krizini aşamayacak." (s. 194)

Bu kâhince belirlemeler yeni değil, orijinali 1995, Türkçe çevirisi 1998 tarihini taşıyan bir kitaptan, Immanuel Wallerstein'in Liberalizmden Sonra başlıklı kitabından. Her zaman olduğu gibi okuyanlar için bu krizin gelişini de on sene önceden görmek mümkündü. Geldiği halde göremeyenleri ise hiç konuşmayalım. Bu kriz ne gördüklerini zannedenlerin, ne de görmedikleri halde hayatın gözlerine soktuklarının algılayabildikleri türde bir kriz değil. Bazı insanlar bu konuda yıllardır çalışıyorlar, çok gelişkin modeller geliştiriyorlar ve bu matematiksel modellerle de olabilecekleri boş lâfların ötesinde zamansal ve hatta miktarsal kesinlikte öngörebiliyorlar.

Wallerstein bir yandan Marksizmden, öte yandan Annales Okulu geleneğinden ve Bağımlılık teorilerinden yararlanarak 1970'lerde Magnum Opus'u olan Modern Dünya Sistemi 'ni yazmıştı.Şu anda Yale Üniversitesinde. Dünya ahvali üzerine 15 günlük yorumlarını şu adresten izlemek mümkün: http://www2.binghamton.edu/fbc/commentaries/commen-archive.html. Türkçe çevirileri biraz gecikmeli olarak aynı sayfada yayınlanıyor. Wallerstein'in kitaplarını okurken bilinmesi gereken kavramlardan birisi "Kondratiyef Safhaları" ya da dalgaları. Kapitalist ekonominin bu uzun dalgalarının ismi, konuyu ilk kez analiz eden Nikolai Kondratiev'e atfen Joseph Schumpeter tarafından konulmuş. Çok kısaca söylemek gerekirse, ekonominin uzunluğu 40 ilâ 60 yıl arasında değişen safhaları/dalgaları söz konusu. Bu safhaların ilk yarısı Kondratiyef A safhası ya da yükseliş, gelişme, refah; ikinci yarısı Kondratiyef B, ya da düşüş, kriz safhası olarak adlandırılıyor. Wallerstein'in yazının başına aldığımız cümlesinde 2025/2050 yıllarından dem vurmasının nedeni, ilki 1771'de Sanayi Devriminin başlangıcı ile tarihlenen bu dalgaların, 1971'de başlayan 5.sinin içerisinde (Enformasyon ve Telekomünikasyon Çağı) olmamız. Şimdi 5. dalganın çöküş ya da diğer deyişle "kış" aşamasındayız. Ancak bu tarihler konusunda ekonomistler arasında bir konsensus bulunmuyor. Görüldüğü gibi olaylara insanlık tarihinin bilimsel birikimini kullanarak bakınca hamdolsunlu ya da morgıçlı yorumların ötesinde ormanı görebilmek mümkün oluyor: Orman yanıyor.

Wallerstein bu kitabında teorik çerçevesi içerisinde Liberalizmi, Komünizmi, Modernleşmeyi, Kalkınma paradigmasını ve soğuk savaş dönemini siyasal ve ekonomik açıdan çözümlüyor. Yaşadığımız dönemi ve geleceği daha iyi anlayabilmek, ve aslında hiçbir şey anlatmayan, anlatırmış gibi duran açıklamaların ötesine geçebilmek için bugünlerde mutlaka okunması gereken bir kitap bu. Özellikle ABD'deki konut sektörü ile ilgili çok bilmiş açıklamaları duydukça şu tesbit hatırlanmalı: " Yine de Braudel'in bize hatırlattığı gibi "olaylar değersizdir", büyük olaylar bile. Olaylar, onları konjonktür ritimlerine ve uzun vadeli eğilimlere yerleştirmediğimiz sürece hiçbir anlam taşımazlar." (s.219) Yani "Normal bir Kondratiyef B safhasının semptomları olan fenomenler şunlardır: Üretimde büyümenin yavaşlaması ve muhtemelen kişi başına dünya üretiminde düşüş; faal ücretli çalışma işsizliği oranında yükselme; kazanç mevkilerinin nisbi olarak, üretim faaliyetlerinden finansal manipülasyonlara kayması; devlet borçlanmasında artış; "eski" endüstrilerin düşük ücret bölgelerine kayması; meşrulaştırmaları aslında askeri olmaktan çok, karşı-döngüsel talep yaratılmasıyla ilgili olan askeri harcamalarda artış..." (s.36). Buyrun, 1995'te çizilen bir 2000'ler panoraması; kuramın sağlam temellerinde savaşın, Çin üretim bölgesinin ve finansal manipülasyonların öngörüsü.

Kondratiyef safhasının sonu aynı zamanda 4. safhadan itibaren hegemonik güç olarak dünya sahnesine çıkmış olan ABD'nin, hegemonik güç olarak sahneden çekilişi ile de örtüşüyor ve bu geleceği biraz daha belirsiz hale getiriyor. Soru net: Eski dünya düzeni tarihin müzesindeki yerini alırken, yeni düzen nasıl şekillenecek? "Geçmişe özlem duyacağımız günler çok mu yakın? Korkarım bu kaçınılmaz. Dünya sisteminde ABD hegemonyası döneminden (1945-1990) çıktık ve hegemonya sonrası bir döneme girdik. Eski Üçüncü Dünya'nın o dönemdeki konumu zor idiyse, kanımca bugün çok daha zor koşullarla karşı karşıya bulunmaktadır. Geride bıraktığımız dönem umutların, kuşkusuz çoğu sahte umutların, ama yine de umutların çağıydı. Hemen önümüzdeki dönem ise sorunların ve güvenden çok umutsuzluktan doğan mücadelelerin çağı olacaktır. Bu koşullar altında uygun düşmeyebilecek olan eski bir Batı simgesini kullanacak olursak: bu sonucun daima belirsiz olduğu bir araf çağı olacaktır." (s.19)

15 Ekim 2008'de yazdığı yorumda da http://www2.binghamton.edu/fbc/archive/243en.htm , kitaptaki yorumlarına paralel olarak korumacılığın artacağı bir dünya ve çok bilenlerin hâlâ bel bağladığı "babalar gibi özelleştirme" yerine devletin üretimde artacak olan rolüne; daha demokratik ya da daha totaliter rejimlerin ortaya çıkacağına değiniyor. Ama her hâl ve şartta kısa vadede ortada güzel bir resim olmayacak ve sonrasında yeni bir düzen olacak, diyor.


12 Ağustos 2011 Cuma

Sizin hiç kediniz olmadı mı?


Hayatta yapılacak 100 şey listesi gibi bir liste hazırlasam bir kedi ile birlikte yaşamayı mutlaka dahil ederdim. Daha da ötesi, hayatta iken mutlaka yapmanız gereken 5 şey içine koyardım.

Benim bir kedi ile ilişkiye girmem maalesef çok geç bir zamanda gerçekleşti. Kedisiz geçen yıllarıma üzülüyorum. Kedisiz geçen yıllarımda kedilerini kaybeden arkadaşlarımın derin üzüntülerine tanık olduğum zaman ne kadar duyarsız davranmış olduğumu farkediyorum. Nedense önceleri kedileri pek sevmez, daha doğrusu pek çok insan gibi biraz ürkerdim. Tırmalayacaklarından, ısıracaklarından çekinirdim. Kedili bir evde etrafımda dolaşan bir kedi ile kendimi pek rahat hissetmezdim. Sonra yavaş yavaş her şey değişti. Şimdi kediler, sadece birlikte yaşadığım kedi değil, tüm kediler dünyanın en estetik, en masum ( tamam acımasız bir avcılıkları vardır, o ayrı konu) canlıları olarak yaşamımı daha önce tahayyül edemediğim ölçüde zenginleştiriyorlar. Bir kedi ile birlikte yaşayarak karamsar, mutsuz, depresif olamazsınız. En karanlık anınızda onu seyrederek geçireceğiniz bir 5-10 dakika bütün karanlığınızı alıp götürecek, ister istemez gülümsemeye başladığınızı ve mutlu olduğunuzu hissedeceksinizdir. Leonardo da Vinci ne demiş: “Minicik bir kedi yavrusu bir sanat şaheseridir.“ Gerçekten öyledir, üstelik başka hangi sanat şaheserini evinize alma imkânınız olabilir?

Eğer herhangi bir nedenle bir evcil hayvanla beraber yaşamak istiyorsanız, ve aklınızda köpek varsa mutlaka çok iyi düşünmelisiniz. Köpekle birlikte yaşamak girişiminiz, hele çevresel koşullarınız uygun değilse (geniş bir bahçe, ona ayıracak geniş zamanlar, hatta neredeyse birlikte olduğunuz tüm zamanlar) bir katastrof ile sonuçlanabilir. Kendileri ya da çocukları için köpek edinenlerin büyük bir çoğunluğu bir kaç aylık süre sonunda pişman olarak köpeklerini ne yapacaklarını kara kara düşünmeye başlarlar. Bu yüzden sokaklar terkedilmiş bu zavallı canlılarla dolup taşar. Her şeye rağmen bir köpek edinmeye kararlı iseniz, bu konuda deneyimli dostlarınızla, birden fazla dostunuzla uzun uzun görüşmeniz, ve birlikte vakit geçirerek gözlem yapmanız şarttır.

Kedi ile birlikte yaşamak ise bir çok açıdan bir köpekle birlikte yaşamaya kıyasla son derece kolaydır: Temizlik, bahçe, açık alan, tuvalet eğitimi, gezinti ihtiyacı, havlama, gürültü, size olan bağımlılık gereksinmesi... tüm bu kriterler açısından kedi neredeyse sorunsuz bir canlıdır. Elbette kısırlaştırmanız koşulu ile. Kedi ile birlikte yaşamak bir süre sonra bu mükemmel canlı hakkında daha çok bilgi edinme ihtiyacınızı tetikleyecektir. Bu konuda aklınıza gelebilecek neredeyse tüm soruları yanıtlayan iki harika kitap var. İlki dünyaca ünlü İngiliz Zoolog Desmond Morris'in Kedinizi Nasıl Bilirsiniz isimli kitabı. Morris ününü 70'li yıllarda tüm dünyada olduğu gibi bizde de çok satan Çıplak Maymun isimli kitabına borçlu. Morris harika bir girişten sonra kısa bölümler halinde kedilerle ilgili onlarca soru soruyor ve yanıtlarını veriyor: “Evcil kedi bir çelişkidir. Hiçbir hayvan bir yandan bu kadar hareket ve eylem özgürlüğü talep edip bunu elde ederken, bir yandan da insanoğluyla böylesine yakın bir ilişki geliştirmemiştir... Kedi ikili bir yaşam sürer. Evde, gözünü dikerek sahiplerine bakan, yaşına göre fazla gelişmiş bir yavrudur. Dışarıda ise yetişkin bir yaratık, kendi kendinin patronu, özgürce yaşayan bir yabanıl yaratık, tetikte duran ve kendine yeterli olan bir canlıdır ve koruyucusu olan insanları o anda tümüyle unutmuş durumdadır. Evcil hayvandan yabanıl hayvana ve tekrar evcilliğe bu geçişi izlemek insanı büyüler.” Gerçekten öyle. Eğer bir bahçeniz varsa, kedinizin bahçeye çıktığı anda geçirmeye başladığı bu büyüleyici değişimi siz de izleyebilirsiniz. Sizin koynunuzda mırıldayarak yatan bir yavrudan, vahşi bir kaplana dönüşüm. Keyfi yerinde ise, size pusu kuracak, saldırılar düzenleyecek, neşe içinde zıplayarak koşturacaktır. Ama bir köpek gibi bunu sonsuza kadar yapmak isteyerek sizi bıktırmayacaktır. Size olan ilgisi dakikalarla sınırlı olacak, sonra bahçenin sizin asla keşfedemeyeceğiniz bölgelerine doğru keşif gezilerine çıkacaktır.

Diğer kitabımız Kedi Anlama Kılavuzu bir kedi uzmanının eseri. Bu tür kitaplarda Amerikan tarzı daha çok hoşunuza gidiyorsa tercih etmeniz gereken kitap. Kedi sahiplerinin soruları, bu sorulara verilen yanıtlar, aralara serpiştirilmiş “Biliyor muydunuz?” başlıklı kısa ilginç bilgiler. Morris'in kitabı güncel pratik sorunlardan ziyade daha genel düzeyde konulara ve kediler hakkında kimi rivayetlere yoğunlaşırken, Moore'un kitabından kedi bakımı, beslenmesi gibi pratik konularda da yararlı bilgiler edinebilirsiniz. Mesela kedinize tuvalet ihtiyacı için klozet kullanmayı öğretmek konusunda oldukça açıklayıcı bir bölüm bile var.

Bu muhteşem yoldaş ile ilgili kitaplar bunlarla sınırlı değil. Sanatçılarla kediler arasındaki özel bağdan ötürü edebiyat tarihi içinde zengin bir kedi bölümü vardır. Dünyanın en ünlü kedisi Schrödinger'in kedisidir belki ama Türkiye sınırları içerisinde onun ününü gölgeleyecek bir başka kedi vardır: Kötü Kedi Şerafettin. Morris'e göre: “kedi sevenler köpek sevenlerden oldukça farklıdır. Kural olarak bağımsız düşünme ve davranma yönünde daha güçlü bir kişilikleri vardır. Sanatçılar kedi severler; askerler köpek severler. O çok yüceltilen “grup bağlılığı” meselesi hem kedilere hem de kedi severlere yabancıdır. Bir şirketin sadık çalışanı, bir çetenin üyesi, bir delikanlı grubunun ya da askeri birliğin üyesiyseniz, muhtemelen evde sobanın ya da kaloriferin yanında kıvrılıp yatmış bir kediniz olmayacaktır. Hırslı yuppiler, gözünü yükseklere dikmiş politikacılar, profesyonel atletler, bunlar tipik kedi sahipleri gruplarına girmezler. Dizinin üstünde bir kedi yatmış olan bir futbolcuyu düşünmek zordur. Bu futbolcuyu, köpeğini yürüyüşe çıkarmış biri olarak düşünmek çok daha kolaydır.” Bu çerçevede kedilerin kahramanı oldukları sayısız değerli edebiyat / sanat eserini burada listelememiz mümkün olmasa da bir kaç tanesini burada zikredelim:

Selçuk Demirelîn muhteşem kedi çizimleri (ne yazık ki küçük boy basılmış) Başka Kediler

Şükran Yiğit Bir Akdeniz Kedisinin Hatıraları Doli'yi Hatırlıyor musun?

Julia Bachstein Kedi Hikâyeleri

Hamiş: Eğer bir kedi edinmeye karar verirseniz, önceliğiniz bir sokak kedisi olsun. 8 hafta anne sütü içmemiş bir kediyi annesinden asla ayırmayınız. Yaşama veya sağlıklı yaşama şansı çok düşük olacaktır. Kesinlikle Pet Shop'lardan kedi almayınız. Eğer her gün düzenli olarak fırçalayamayacaksanız uzun tüylü, çirkin suratlı İran kedilerini tercih etmeyiniz. Tüyler uzayıp düğüm olursa çözemezsiniz ve kedicik düğümlü bölgeleri yalaya yalaya bedeninde yaralar açabilir. Moore'un kitabının 28. sayfasındaki “Kedi geometrisi ve Kişilikleri” bölümü size uygun kediyi bulmanız konusundan yardımcı olacaktır.

9 Ağustos 2011 Salı

Kara yağmur sıkıntısı

Efendim üzerinize afiyet ben biraz hastayım; kitap hastası. Kağıt hastalığı, bir tür sapıklık, bibliomanlık vs. artık nasıl adlandırırsanız. Kitabın bir asaleti, duruşu, yakışıklılığı vardır. Hele eski kitapların, o eski el emeği göz nuru ciltlerin. Ama her kitabın değil maalesef. Salt kapakları, bana hitap eden, görünüşleri nedeni ile aldığım çok kitap vardır. Geçtiğimiz yüzyılın bütün kötülüklerinin yaratıcısı olarak her konuda, hemen aklımıza gelen amerikalıların kötülüklerinden kitaplar da nasibini almıştır. Hani gözümüzün, elimizin, kütüphanemizin alıştığı ortalama 20x13 santim boyutlarında olan kitabın yerine daha uzun boyluca, görme problemi olanlar için yazılmış gibi kocaman fontları olan bir kitap formatı vardır ya, sanıyorum o da bir amerikan icadıdır. Hele de söz konusu formatta yayınlanmış olan kitap bir roman ise nedense edebi değeri konusunda daha önceden herhangi bir bilgiye sahip olmasam bile ön yargılı oluyorum. Bu konuda bilimsel veriler var mıdır, çok merak ediyorum. Mesela okumayı fazla sevmeyen, hatta kitap okumamakla övünen, muhtemelen ilkokulu bitirdiklerinde de hâlâ heceleyerek ve sesli olarak okuyabilen bir insan tipolojisi vardır ya, acaba onlar böyle kocaman fontlarla basılı olan kitapları daha okunur mu buluyorlar? Plaj kadınları mı seviyor, çok satar formatı mıdır bu? Üstelik ele gelir bir format da değil. Çantada çok yer kaplar, daha ağır, bizde hiç adet olmayan otobüste, vapurda, metroda okumak için çok elverişli değil. Ama amerikalı yaptı ise bir hikmeti vardır mutlaka. Yayıncılarımız da (eğer başka bir bildikleri varsa lütfen açıklasınlar) bu şekilde düşünüyor olmalılar ki, bir kaç senedir, bu ucube format büyük medya yayıncılığı öncülüğünde kitap pazarımızda zuhur etti. Üstelik etiketler de astronomik. Acaba astronomik etiketler için bir kılıf mı bu, kitap formatını büyütmek?

Belki daha önce başlamıştı ama benim dikkatimi Coelho'nun Elif baskısı ile celbetmişti. Can Yayınları da (herhalde bir değişiklik istemiş olmalı canları) bu Ayşegül fontlu, iri cüsseli kitap formatına meyletmiş. Elimde Karl Olsberg'in Kara Yağmur isimli eseri bulunuyor. Kitabın içine baktım ancak bunun yeni bir seri olup olmadığına dair bir bilgiye rastlayamadım. Can Yayınları bizi Dünya ve Türk Edebiyatının gerçekten seçkin örnekleri ile tanıştırmış, genelde fiyatları birazcık pahalı da olsa editoryal kalitesi yüksek, çevirileri özenli nadide bir yayıncımızdır. Her kitapseverin kütüphanesinde beyaz ciltleri ve kırmızı kalbi ile yıllardır yerini almıştır. Çoğu zaman az satması neredeyse garantili olan ama edebi açıdan değerli pek çok kitabı basarak bir tür kamu hizmeti gerçekleştirmiştir. Kuşkusuz böyle bir ülkede maddi karşılığı pek olmayacak bir çaba. Can Yayınları bu fedakarlıktan yorulmuş olmalı ki, bu süslü püslü ama cüssesinin hakkını vermeyen kitaplara yönelmiş. Umarız beklentileri gerçekleşir, bu kitaplar okuyucusu ile buluşur. Ben şahsen buluşmasam da olur.

Neyse dönelim kitabımıza. Dediğim gibi bu formata karşı ön yargım vardı. O yüzden daha önceden tanışma şansına sahip olmadığım Bay Olsberg'in kitabından bir edebiyat mucizesi beklemiyordum. Hele de arka kapak yazısını okuduktan sonra. Asıl mesleği bilgisayar programcılığı olan ve ilk kitabı Sistem'de (idefix okur anketine göre okuyucularımız pek sevmişler) kontrolden çıkan bir bilgisayar virüsünün maceralarını anlatan Bay Olsberg, bu kez başka bir güncel konu seçmiş kendisine: Almanya'daki ırkçılık, yükselen İslami akımlar ve Neo-Naziler ve bu ortamda meydana gelen bir atom bombası patlaması. Evet, nereden bakarsak bakalım verimli bir konu, bu verimli konudan kayda değer bir metin çıkmış mı peki?

Olsberg, Rusya'da bir askeri nükleer garnizonda geçen kısa açılış sahnesinden sonra yine kısa bölümler halinde romanda karşılaşacağımız tiplerle tanıştırıyor bizi tek tek. Bunların içinde esas adamın, tek başına bir hayat süren, dairesinden pek çıkmayan, geçmişte başından tatsız bir hadise geçtiğini anladığımız, bir tür özel dedektif olan, dürbünü ile tüm mahalleyi gözetleyen, tele objektifle mahallelinin fotoğraflarını çekip bunları biriktiren, hatta odasının duvarlarını bu fotoğraflarla kaplayan Lennard Pauly olduğunu anlarız. Lennard, komşularından küçük oğluyla yaşayan tezgâhtar Fabienne Berger'e sanki platonik bir aşk beslemektedir. Bu arada Fabienne'in arkadaşı Nora'nın küçük kızı Yvi okuldan dönmemiştir ve iki kadın endişe içindedir. Fabienne büyük annesinden kalan kartlarla bir Tarot falı açarak Yvi'nin başına neler geldiğini anlamaya çalışır. Nostradamus uzmanı kaçık matematikçi Friedhelm Langen ise, Nostradamus'un kehanetlerine dayanarak, çok yakın zamanda büyük bir felaket olacağını düşünmektedir. Diğer bir kritik şahsiyet ise bir magazin haber dergisinin deneyimli muhabiri Corinna Faller'dir. Faller, internet milyarderi Heiner Benz ve onun eski manken karısı Eva ile sansasyonel bir haber-röportaj yapmak peşindedir. Frankfurt'ta bu tür gündelik sıradan olaylar cerayan ederken, Karlsruhe'de ise Federal Anayasa Mahkemesinin Cami yapılmasına karşı aldığı kararı protesto eden İslamcılar ve haliyle onlara gıcık olan Neo-Naziler karşı karşıyadır. Bunlardan birisi de Ben adlı bir delikanlıdır.

Romanımızda bir karakter bolluğu var: Japonya'dan Almanya'da yaşayan kızını ziyarete gelen Hiroşima ya da Nagasaki'deki atom bombası felaketinden yaralı olarak kurtulmuş bir Japon Kenichi Tanaka, onun havaalanında Çinli olduğunu gördüğü için istemeye istemeye bindiği taksinin şöförü... uzayıp gidiyor. Romanın Karlsruhe'de patlayıp onbinlerce insanı öldüren atom bombasından sonraki bölümlerinde tüm bu karakterlerin kesişme noktalarını, birbirleri ile ilişkilerini anlayacağız. Çorbaya ne bulduysa katan Olsberg'ten açıkçası bir de Yeşiller çeşnisi bekliyor insan, ama Almanya'da bu kadar etkin Yeşiller hareketini temsilen bir sözcük bile geçmiyor. Anlaşılan dramatik, melodramatik bir faktör olmadığı düşünülmüş! Ama mesela müslüman fakat yeşil bir kız ekleyebilirdi.

Evet, anlayacağınız gibi Olsberg bir çok satar yazabilmek için elinden geleni yapmış, romanda klişe olarak yok yok. Sona doğru ilerlerken baş kahramanımız Lennard'ın becerileri ve başından geçenler birden bana Cüneyt Arkın'ı ve Dünyayı Kurtaran Adam filmini anımsattı. Bu tür fantastikomik hikâyelerin salt bize özgü olduğunu düşünürüz ya bazen, yanılırız. Elin Almanının bizden aşağı kalır yanı yok. Bu kitaptan şahane bir Yeşilçam filmi çıkarmış. Bu arada asıl konuyu unutmayalım: Atom bombasını kim patlattı? Olağan şüpheliler olan İslamcılar mı, yoksa yazarımız bize başka bir sürpriz mi hazırlıyor? Malum bu tür metinlerde son turlara girildiğinde keskin virajlar almak ve şaşırtmacalar yapmak türün temel özelliklerindendir. Ancak Olsberg'in tüm çabalarına rağmen türünün başarılı bir örneğini yarattığını söylemek oldukça zor.

Durmuş bir saatin günde iki kez doğru zamanı göstermesi gibi bu kadar nükleerleşmiş bir dünyada nükleer felaket kehanetinde bulunmak adet normal. Asıl trajik olan gerçeklikte felaketin Olsberg'in romanında hiç öngörmediği bir noktadan gelmiş olması: Deprem. Japonya'da meydana gelen ve nükleer reaktör patlamasına yol açan deprem tüm dünyayı ters köşeye yatırmış bulunuyor. Romanımızdan pek ders çıkaramasak da hayattan çıkaracağımız ders: bir Nükleer felaket için kötü adamlara ihtiyacımız yok, Alman deyişinde olduğu gibi, Cehenneme giden yol iyi niyet taşları ile döşenmiş olabilir. Öyleyse her zaman, her yerde, her türlü Nükleere Hayır!

Devrimci Yol'un Öyküsü


Bu yazının potansiyel okuyucularının çoğunluğunun doğum tarihi 1980 sonrası olmalı. Bizim kuşağımızın hayatında belirleyici bir rol oynayan 12 Eylül darbesinin onlar için ne ifade ettiğini düşünmeye çalışıyorum. Benim doğumum da hemen 1960 darbesinin ertesinde olduğundan, empati kurabilmek için gençliğimde 1960'ı nasıl düşündüğümü düşünmeye çalışıyorum: uzak, bilinmeyen, tarihte kalmış bir zaman, bir hikâye, bir masal gibi. 1923 neyse, bu da o. Onun kadar uzak. Üstelik 1960 ile 1980 arasında gündelik yaşamın niteliği, teknolojinin hayatımızdaki yeri açısından TV'nin ve normal telefonun biraz yaygınlaşmış olması dışında kayda değer nitel bir faklılık yokken, 1980'lerde doğmuş bir insan için teknolojisiz bir dünyada yaşamayı tahayyül etmek neredeyse imkânsız. Dolayısıyla olanı, biteni, dönemin ruh hâlini anlayabilmek, hissedebilmek çok güç. Sadece tarih değil, bugünkünden tamamen farklı bir dünyada yaşanmış bir dönem. Üstüne üstlük hakkında her yönden çok farklı yorumlarda bulunulmuş bir dönem.
Internetsiz ve sosyal medyasız bir ortamda bütün dünyada kaynayan 1968 kazanından Türkiye de nasibini almıştı. Teknoloji hız demek özünde, hız faktörünü bir yana koyarsak “küresellik” tarihte her daim gerçeklik olan bir olgudur. Şimdi havada taşınan enformasyon, bir zamanlar, kervanlarla, gemilerle, sonrasında motorlu araçlarla taşınıyor, er veya geç etkisini insanın varolduğu coğrafi mekanlarda gösteriyordu. Bugün dakikalar mertebesinde haberdar olduğumuz bir olaydan 30 yıl önce saatler, 100 yıl önce de günler mertebesinde haberdar oluyorduk. Bu nedenle küreselliği güncel bir olgu zannetme yanılgısına düşmemek gerekir.
1968 gençliğin merkezinde olduğu bir kalkışmaydı. Solun genel tarihi açısından bakıldığında ise, tarihin büyük dalgaları ve gel gitleri hesaba katıldığında 100 yıllık bir dalganın belki de kıyıya ulaşan ve tepeden çatlamaya başlayan son dalgasıydı. Nitekim 1970'ler bütün dünyada sol hareketlerin son kurşunlarını harcadığı bir dönem olurken, 1980'ler neo-liberal dalganın yükselişini, ve mevcut Sosyalist sistemin çöküşünü beraberinde getirdi. Paris Komünü ile ısınmaya başlayan, 1917 Rus Devrimi ile zirveye ulaşan bir dönemin sonu... Tarihin büyük dalgaları karşısında kimse duramaz. O dalgalar tıpkı bir tsunami gibi önüne geleni silip süpürerek ilerler. Ancak tarihteki yenilgiler ve zaferler de nihai değildir. Tarihin dalgalarına kıyasla maalesef insan ömrü çok kısa kalır. Zaferin ya da yenilginin nihailik duygusu, insanın kendisini bu duyguya kaptırmasının nedeni bu kısalıktır. Ne zafer sarhoşluğu, ne yenilgi çöküntüsü. İnsan, her zaman aklı ile ayakta sapasağlam kalmayı başarabilmelidir. Ama bir tsunami dalgası karşısında kim başarabilir bunu? Neo-liberal dalgalar devrimcileri de önüne katar, o devasa çöp yığınının içinde sürükler. Zafere aldananların dünyanın sonu çığlıklarını da bir başka tsunami pusuda bekler.
68'in ertesinde 1970'lerde yukarıda değindiğimiz küresellik olgusu çerçevesinde dünyanın değişik bölgelerinde, birbirine çok benzeyen, Marksizmden esinlenen, ağırlıklı olarak Küba Devrimi ve Vietnam Kurtuluş Savaşından etkilenen, kuşkusuz yerel motiflerden de beslenen ama geleneksel komünist hareketlerle aralarına mesafe koyan ve kendilerini genellikle “devrimci” olarak tanımlayan hareketler ortaya çıktı. Farklı coğrafyalarda, hatta kıtalardaki bu hareketlerin birbirlerine benzerlikleri çok ilginçtir. Geleneksel komünist hareketle aralarına mesafe koymalarının nedeni bu hareketin mevcut tarihsel anda olanaklarını tüketmiş olduğu hissiyatı ve bölük pörçük bilgisiydi.Yani kendilerini de ortadan kaldıracak koşullar, aynı zamanda doğuş nedenleriydi.
Bu marksizm etkili son umutsuz dalganın (neden umutsuz olduğu konusu bu yazımızın sınırlarını aşıyor) Türkiye'de en kitlesel temsilcisi Devrimci Yol hareketi olmuştur. 12 Eylül değerlendirmeleri genellikle İşçi sınıfı ve komünist hareketin küresel durumundan bağımsız olarak Türkiye ölçeğinde yapıldığı için bu değerlendirmelerde yerel bir yenilgi algısı, duygusu ağır basar. Bu noktadaki “yenildik” ya da “kaybettik” değerlendirmesindeki öznenin küresel ölçekli bir özne olduğu gözden kaçtığında yenilginin nesnel bir değerlendirmesini yapmak olanaksız hâle geldiği gibi, hareketin içerisinde yer alan insanlara haksızlık yapmak da kaçınılmaz hâle gelir. Sanki bir takım kişisel hatalar olmasa devrim olacaktı, gibi. Yine bu yazıda açımlayamayacağımız kapsamda bir sorun olarak marksizmin 20. yüzyıldaki teorik gelişmesinin ve pratik uygulamalarının söz konusu dönemde olanaklarını çoktan tüketmiş olduğunu, hatta geride ciddi hasarlar bırakmış olduğunu dikkate aldığımızda şunu açıklıkla kabul etmemiz gerekir: Devrim zaten olanaksızdı. Hareketin küresel ölçekte dağılmasının ve yeniden bir başka düzlemde toparlanacağı bir devreye girmesinin, yani diyalektik bir devinim gerçekleştirmesinin zamanı gelmişti.
Adnan Bostancıoğlu içinde yer aldığı Devrimci Yol hareketinin davaya göre 1. numaralı ismi Oğuzhan Müftüoğlu ile uzun bir söyleşi yapmış ve kitaplaştırmış. Her ne kadar kitabın alt başlığı “Oğuzhan Müftüoğlu Kitabı” olarak geçse de Müftüoğlu mümkün olduğunca kendisini sakınmış. Elbette bir hareketin ve bir kişinin hayatının öyküsü bu. Ama o kişisel hayat, o hareketle o kadar iç içe geçmiş ki, Müftüoğlu'nun ketumluğu, samimiyeti ve hassasiyetleri ön plana çıktığından, bu kitaptan Müftüoğlu hakkında bir fikir edinmek için okuyucunun ilâve bir çaba göstermesi gerekiyor. Aslında satır aralarından okuduğumuz öykü dönemin bir çok devrimcisinin öyküsüdür. Çoğunlukla iyi kalpli, çıkarsız, fedakâr olan bu genç insanlar, ülkelerinde hissettikleri adaletsizliğe, eşitsizliğe ve haksızlıklara karşı duydukları isyan duygusu ile bu hareketlerle birleşirler. Kuşkusuz her toplumsal harekette olduğu gibi devrimci hareketlerde de kariyerist, değişik ruhsal ya da kişisel motiflerle hareket eden insanlar bulunur. Ama devrimcilerin çoğunluğu hiçbir karşılık beklemeden hayatlarını adarlar. Devrime adanmışlık, hele de o dönemde, samimi bir dindarın kendisini tanrısına adamasından pek de farklı değildir. Bu süreçte bazı insanlar, açık bir şekilde istemedikleri, pek de düşünmedikleri bir biçimde, sahip oldukları bazı özellikler nedeni ile kendilerini hareketin en ön saflarında, Müftüoğlu örneğinde olduğu gibi bazen de en önünde bulurlar. Müftüoğlu'nun gerek 1970 öncesi Dev-Genç yönetimine girmesi, 70'lerin sonunda da kendisini birden Devrimci Yol hareketinin önder kadroları arasında bulması da böyle bir süreç. Bu durum devrimci hareketleri kendi kariyerleri ve sözde liderlikleri açısından bir araç olarak gören ve yaşayan sorunlu kişiliklerle derin bir tezat oluşturuyor. Öte yandan reel politika alanının zorunlu kirlenmesi hesaba katıldığında, kitlelerin “lider” kültü ihtiyacı düşünüldüğünde Müftüoğlu gibi bir “lider”in kirli politik süreçlerin ideal lider tipolojisi olmadığını düşünmeden edemiyor insan. Müftüoğlu'nun, kendi süfli varoluşu ile başı dönmüş, önüne geleni harcayan, insan canına duyarsız, ruhsuz tiplerden olmadığını hissettiriyor satırlar.
Kitabı okuduğum zaman bunca zamandır düşünmediğim bir olguyu daha farkettim. Belki de hayatımız bu denli derinden etkilediği, içinde çok şey yaşandığı için, bize çok uzun yıllarmış gibi gelen sürecin aslında ne kadar kısa olduğunu. Türkiye tarihinin belki de en kitlesel devrimci hareketinin ömrüne baktığımız zaman gördüğümüz süre sadece 2 yıl! 1970'lerde yaşanan ne denli büyük bir küresel ve noktasal devinimmiş ki 2 yıl içerisinde bir hareketin bunca kitleselleşebilmesini mümkün kılabilmiş! Hem dönemin hem de dönemin en önemli hareketi olan Devrimci Yol'un sosyalistler tarafında çok daha derinden, çok daha uzun süre tartışılması, irdelenmesi gerekiyor.
O dönemde İşçi Sınıfı vurgusunu daha yoğun yapan, kendilerini işçi sınıfı partisi olarak adlandıran ve geleneksel Komünist hareketin yanında yer alan TİP, TSİP, TKP gibi hareketler, kendi dışlarındaki bu devrimci örgütler için “öğrenci hareketi” nitelemesinde bulunurlardı. Bu niteleme kuşkusuz politik rekabet içerisinde bir küçük görme, değersizleştirme boyutu içerirdi. Ancak öte yandan bu nitelemeyi yapanların yaşça daha büyük, politika ve yaşam deneyimi daha fazla olan sosyalistler olduğunu, bu “yeni yetmeler”in de onların yanında yetiştiğini hesaba kattığımız zaman pek de boşuna konuşmadıklarını anlarız. Kitabı okumam bu eleştirinin de pekişmesini sağladı. Devrimci Yol hareketi her ne kadar tarihin en kitlesel hareketi olup, farklı sınıflarla değişik bağlar kurmayı başarabilmiş olsa da bir öğrenci hareketi olmaktan bir sınıf hareketi olma aşamasına geçememiş. Ama ömrünü hesaba kattığımız da, yanına Türkiye sınıf hareketinin koşullarını eklediğimiz de nesnel olarak bunun pek de olanaklı olmadığını eklemek durumundayız.
“Bitmeyen Yolculuk” kitabını bitireli bir aydan uzun bir süre oldu, ama beni düşündürmeye devam ediyor. Tekrar başa dönersek 80'lerde doğmuş şimdi 30'larına adım atan insanlara ne anlatır, ne hissettirir bilmiyorum ama saf ve samimi bir şekilde devrimci ve sosyalist hareket içerisinde yer almış tüm 50'lik eski tüfeklere şiddetle öneriyorum. Teşekkürler Bostancıoğlu, teşekkürler Müftüoğlu.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Flâneur'un doğuşu -1-



Efendim evvel zaman içinde kalbur saman içinde, bir zamanlar Datça'da boş bir dükkân varmış. Aylak adamın (Le Flâneur) birisi önünden geçtikçe "birisi kiralasa da başımı belaya sokmasam" der dururmuş. Gel zaman git zaman, haftalar haftaları, aylar ayları ve hatta yıl yılı kovalamış. Dükkân boş durmaya devam etmiş. Nihayet 2011 yılının haziran ayının son
günlerinde bizim aylak adam artık dayanamamış ve
dükkânı kiralayıvermiş.
Sonra da merdiveni, boya kutularını, fırçaları ve bilumum teçhizatı alıp işe girişivermiş.













PVC doğramalar sökülmüş, merdiven yapılmış, boyalar yenilenmiş bu hale gelmiş.




Ardıç parkeler döşenmiş, en önemlisi ulu kedi Gandhi'nin bir silueti duvara nakşedilmiş.
















Sonra sıra gelmiş rafları yerleştirmeye, vitrin, iç yerleşim için düzenlemeler yapmaya

















Yıldızımızı unutmayalım, kazara eskitme gibi şekillenice, konu komşu da "aaa ne güzel yapmışsınız" deyince, kazalık haliyle bırakılmış olduğu gibi.
















- arkası yarın -

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Haliçli köprünün devrimcisi


Sanatçı sıradan faniden farklı bir insan türüdür. Aynı olayların içinden geçsek, aynı zamanı ve mekanı paylaşsak bile, o, benim göremediklerimi görür, görmekle kalmaz sözcüklere döker, resmini çizer, müziğini besteler, sahnede yeniden canlandırır... Kimi zaman bir kâhin gibidir; olmakta olanın, sıradan insanın farkedemediği detaylarını ve boyutlarını eserine yansıttığında, bizim belki de yıllar sonra farkına varabileceğimiz bir gerçekliği resmetmektedir. Bu yüzden kimi sanatçıların değerleri ve önemleri yaşadıkları zamanda yeterince anlaşılmaz. Sanatçı ile eseri dolayımıyla bir ilişki kurarız; ister istemez eserinden algıladıklarımız ile onu kurgulamaya başlarız. Emine Sevgi Özdamar'ı yaşamıma güçlü bir şekilde dahil eden ilk kitap Ece Ayhan ile mektuplaşmalarını ve anılarını aktaran “Kendi Kendinin Terzisi Bir Kambur” idi. Bu kitabı yayına hazırlayan Gültekin Emre'ye ne kadar teşekkür etsek azdır. Bir yandan Ece Ayhan gibi edebiyatımızın şahikalarından birisini daha yakından tanırken, öte yandan belki uzaklarda olduğu için bu topraklarda değeri yeterince bilinmeyen E. Sevgi Özdamar mucizesi ile tanıştırır bizi.

Özdamar'ın “Haliçli Köprü” kitabı Almanca yazılmış, 2004'te Almanya'nın en prestijli edebiyat ödüllerinden Heinrich von Kleist ödülüne lâyık görülmüş. 2008'de İlknur Özdemir'in harika çevirisi ile Türkçe'de boy göstermiş. Bizi anlatan bizden birisi olduğu, çeviri de başarılı olduğu için sık sık bir çeviri kitap okuduğunu unutuyor, Özdamar da Türkçe yazsa böyle yazardı diye düşünüyor insan.

Müthiş bir otobiyografik roman bu. Kitaba bir önsöz yazan John Berger'in vurguladığı gibi Özdamar “sabaha kadar masal anlatan, karşı konulmaz bir anlatıcı.” Anlatısı müthiş bir tempo ile başlıyor ve sayfalar ilerledikçe ne zaman yorulacağını, anlatının ne zaman bir ara vereceğini, kurulaşacağını, can sıkacağını beklemeye başlıyorsunuz ister istemez. Roman gibi oylumlu bir anlatı sanatında tempoyu hiç düşürmeden, özgün bir üslubu oturtarak adeta maratonu yüz metre temposu ile koşmak çok zordur. “Haliçli Köprü” ise sizi peşinden nefes nefese koşturacak bir anlatı. Üstelik sanatçının dünyayla kurduğu ilişkinin farklılığının bir belgeseli niteliğinde. Türkiye'nin yakın tarihinin, 60'lı ve 70'li yılların gündelik hayatının, sanatçı çevresinin, Almanya'daki Türkiyeli işçilerin, 1968'in, 12 Mart'ın paha biçilmez bir belgeseli niteliğinde ama edebi, büyülü bir belgesel. İnsana ister istemez Marquez'lerin büyülü gerçekçiliğini anımsatıyor. “Haliçli Köprü”nün insanları belki de Marquez'in insanlarından daha gerçek ama en az onlar kadar büyülü. Ve yine insan ister istemez büyünün insanlarda mı yoksa onlara bakan gözde mi olduğunu düşünmeden edemiyor. Özdamar'ın büyülü algısı ve bakışı, edebiyatımızda şimdiye kadar benzeri görülmemiş bir tablo yaratıyor.

Romanımızın kahramanı tiyatrocu olmak isteyen bir genç kızdır. Okulunu bırakır ve tiyatrocu olmak için 1966 yılında Almanya'ya işçi olarak gitmeye karar verir:

“Okulu bırakmak zorunda kaldım. Annem ağladı. “Şimdi sana Shakespeare'in ya da Moliere'in yararı olacak mı? Tiyatro hayatını mahvetti.” “Tiyatro benim hayatım, hayatım kendi kendini nasıl mahveder ki? Jerry Lewis de liseyi bitirmemiş, ama onu seviyorsun anne. Harold Pinter de tiyatro yüzünden okulunu bırakmış.” “Ama onlar Jerry Lewis ve Harold Pinter.” “Ben tiyatro okuluna gideceğim.” “Başaramazsan mutsuz olursun. Açlıktan ölürsün. Okulunu bitir, yoksa baban sana para vermez. Avukat olabilirsin istersen, konuşmayı seviyorsun. Avukatlar da oyuncular gibidir, ama açlıktan ölmezler, ne dersin? Liseyi bitir.”

“Adi olmayan cinsten bir ruhum,” diye yanıtladım onu.

“Sen beni eşek yerine koyuyorsun ve korkutmak istiyorsun, sanki can düşmanınım senin, eziyet edip beni öldürmek istiyorsun Belki suç bende, ama ben senin annenim, sabrım taşmak üzere benim.”

Ağladı. Yanıtım şöyle oldu: “Alaycılığınızı, küçümsemenizi gözyaşlarınızın altına saklayın bakalım.”

“Kızım, korkunç asisin, üstelik çok gençsin.”

Hayır, hayır anne, güvenemem yapamam.

Nefret edilesi yüzlerinize artık bakamam,

Sizin dövüşmeyi bilen elleriniz varsa,

Benim de iyi koşan uzun bacaklarım var!

Ve iyi koşan uzun bacaklar Berlin'e kadar koşarlar. Romanın ilk yarısı 1960'ların ikinci yarısında Batı'nın hikâyesidir, yani göçmen işçilerin, 1968'in, cinsel özgürlük rüzgârlarının, kimilerine göre devrim'in sonunun, kimilerine göre ise Devrim'in gerçek başlangıcının. Kızların elmasları vardır, elmaslarını gezdirirler, ve ondan kurtulmak isterler. “Komünist yurt müdürümüzün Ataman adında yakın bir arkadaşı vardı. Biz otobüsten inerken kada kayıp düşmeyelim diye bize elini uzatırdı, biz kıkır güler, ama onun elini tutmazdık. O zaman o da güler, “Elmaslarınız mı kaybolur elinizi verseniz, ha?” Elmaslar, elmaslar, kızlar, elmaslarınızı verin!” derdi.

İkinci bölümde Doğu'ya, İstanbul'a döneriz yüzümüzü. Almanca öğrenmiş, Avrupa'yı görmüş v elmasını vermiş bir genç kız rehberlik eder bize. 1968 rüzgârı Türkiye'de de esmektedir. Güneydoğu sınırındaki yoksullara yadım etmek için çıktığı yolculukta kadınlar “Avrupa görmüş” bir kızın vücudu nasıl oluru merak edip onu hamama davet ederler. Onat Kutlar'ın Sinematek'inde tiyatro okulunu bulur, rıhtımdaki Kaptan'ın meyhanesi Sinametek sonrasında şairlerin, entelektüellerin, solcuların buluştuğu mekândır. Boğazdan meyhaneyi adeta sıyırarak geçen vapurların kaptanlarına kadeh kaldırılır. Sürrealist bir gençlik grubu bile vardır, çarşaflara sarınarak otururlar ve sürrealist metinleri okurlar, annelerinden çarşafları kirlettikleri için fırça yerler ce sigara Sosyalistler için olmazsa olmazdır.

TİP'in meclise girişi, islamcıların solculara saldırdığı Kanlı Pazar, sol hareketin bölünüşü ve değişik gruplaşmaların ortaya çıkışı, 12 Mart, tabii ki gözaltılar, işkenceler, Deniz Gezmiş. Vedat Demicioğlu'nun ölümü üzerine üniversite koridoruna yatıp ağlayan Deniz'in koridoru ıslatan gözyaşları. Amerikalı askerleri kaçıran ama onlara kıyamayan Deniz, Hüseyin...İyilerin ve kötülerin mücadelesi.

Tiyatrocu, oyuncu, edebiyatçı Sevgi Özdamar'la daha önce tanışmadı iseniz, bir an önce tanışın, her satırda tepeden tırnağa büyük bir sanatçıyı, çok özel bir insanı, gerçek bir radikali hissedeceksiniz. O, bu dünyaya yanlışlıkla düşmüş bir melek olmalı.

http://www.idefix.com/kitap/halicli-kopru-e-sevgi-ozdamar/tanim.asp?sid=LKCRWTR48K0K55NI8YX4

İsyan ve melankoli

Romantizm nedir? Yaşamımızın daha sade boyutunda sıkça kullandığımız, çiçek, böcek, sevgili, “romantik bir akşam yemeği” gibi imgelerle süslenmiş anlamından söz etmiyorum. Onun kökenlerini de içermekle birlikte asıl sanat, felsefe, siyaset gibi alanlarda romantizmin ne anlama geldiği yanıtını aradığım. Ne zaman bir ansiklopedinin, edebiyat akımları ile ilgili bir kitabın, veya sanat tarihi kitabının romantizm maddesine baksam kafam daha çok karışır. O kadar çok farklı ve çelişik tanımlardan, özelliklerden söz edilir ki, herhalde ben bunu anlayamıyorum dediğim olmuştur: Kimi romantik akımlar ya da yaratıcıları “gericilik”le damgalanır, burjuvaziye karşı feodal düzenin geri gelmesini isteyenler olurlar, bazıları faşizmin beslendiği yatak olarak tanımlanır, vesaire.

Michael Löwy ve Robert Sayre'nin ortak çalışması İsyan ve Melankoli, Moderniteye Karşı Romantizm 'in tam da “Romantizm nedir?” sorusu ile başladığını görüp, ilk sayfayı da okuyunca, tamam bu sefer meseleyi halledeceğiz diye düşündüm. Üstelik Işık Ergüden çevirmişti. Çevirmeni Işık Ergüden olan bir kitaba hem çeviri hem kitabın niteliği açısından güven duyabilirsiniz. Çok yeni bir kitap değil, 2007 baskısı ama özellikle kuramsal kitaplar için bir “okuma zamanı” olduğuna inanırım: bir derdiniz, probleminiz, sorunuz olacak, o sorulara yanıt arıyor olacaksınız ve doğru kitaplarla karşılaşacaksınız. Demek ki bu kitabın benim için zamanı şimdi imiş. Bir araştırma için Löwy'nin Walter Benjamin: Yangın Alarmı kitabını okuduktan sonra yol işaretleri bu kitabı da gösterdi.

Evet, Löwy ve Sayre tam da benim yarama (demek ki herkesin yarası) parmak basarak ilk bölüme “Romantik Muamma ya da “Fırtınalı Renkler” başlığını koymuşlar ve romantizmin inanılmayacak kadar çelişik karakteri deyip sıralamışlar: “hem (ya da kâh) devrimci ve karşı devrimci, bireyci ve ortakçı, kozmopolit ve milliyetçi, gerçekçi ve hayalci, geçmişe dönük ve ütopyacı, âsi ve melankolik, demokratik ve aristokratik, eylemci ve müteffekür, cumhuriyetçi ve monarşist, kızıl ve beyaz, mistik ve nefis düşkünü.”

Yazarlar farklı düşünürlerin romantizm konusundaki incelemelerini değerlendirdikten sonra kitap boyunca test edecekleri kendi hipotezlerini ortaya atarlar: “Romantizm, modernitenin, yani modern kapitalist uygarlığın, geçmişteki (prekapitalist, premodern) değer ve idealler adına eleştirisini temsil eder. Romantizmin başından beri ikili bir ışıkla, isyan yıldızının ve “melankolinin kara güneşi”nin (Nerval) ışığıyla aydınlandığını söyleyebiliriz.” “Modernite” kavramı ile “modernizm”in arasındaki farka özellikle dikkat etmemiz istenir. Modernite ile kastedilen “sanayi devriminin yarattığı modern uygarlık ile pazar ekonomisinin genelleştirilmesidir.” Tanımdaki kritik sözcükler “geçmişteki değer ve idealler”dir. Zira romantik bakış açısının oluşmasındaki en önemli bileşenler bir “yitim deneyimi”nin yaşanmış olması, yani toplumsal ve tinsel yaşamda geride bırakılanların, yitirilenlerin araması, nostalji ve melankolik özlemdir. Ancak romantiğin bir ayağı da bugündedir: romantizm modernitenin modern bir eleştirisidir. Romantik bugünü eleştirirken bugünden beslenir de.

Romantizm olgusunun doğuşu, Aydınlanma düşüncesi ile etkileşimi ve ilişkileri irdelendikten sonra Weberci anlamda “ideal tip”lere uygun bir romantizm tipolojisi geliştirilir. Bu tipoloji bu yazının başında belirttiğim romantizm konusundaki kafa karışıklığının neden oluştuğunu gösterdiği gibi, aynı zamanda bu karışıklığın silinmesini de sağlıyor. Yazarlara göre şu tür romantizmler söz konusudur: onarıcı, tutucu, faşist, mütevekkil, reformcu, devrimci ve/veya ütopyacı. Devrimci-ütopyacı romantizm ise kendi içinde şu eğilimlere göre sınıflandırılabilir: Jakoben-demokratik, Popülist, Ütopik-hümanist sosyalist, Liberter, Marksist. Metin bundan sonra bu eğilimlerin tek tek tanımlanması ve örneklenmesi ile ilerler.

Bütün bu değerlendirmelerden çıkaracağımız sonuç, moderniteye karşı bir eleştirel bakış olan romantizmin çok farklı sanat dallarında, düşünce akımlarında, siyaset felsefesinde çok farklı biçimlerde etkisini hissettirebileceği, başka akım ve yaklaşımlarla bir arada olabileceğidir. 19 yüzyıl romantizminin iki önemli figürü, yüzyılın iki önemli devrimi ile birlikte irdelenir: Fransız Devrimi-Coleridge ve Sanayi devrimi-John Ruskin. Romantizm ateşi 20. yüzyılda da devam eder: Dışavurumculuk, özellikle de Gerçeküstücülük çok güçlü romantik hareketlerdir. 1968 isyanı da bu romantik gelenekten, özellikle gerçeküstücülükten esaslı bir şekilde etkilenir. 68 Mayıs'ının duvar yazıları, gerçeküstücü manifestoların açılımları gibidir.

Löwy ve Sayre “Romantizmin, modernitenin doruklarında, tüketim toplumunun merkezinde, kitlesel “medya” denen toplumun yaşamsal düğüm noktasında bulunduğunu varsaymak – bizim romantizm anlayışımızı sorgulatacak denli – paradoksal gelebilir” diyerek çağdaş popüler kültür ürünleri, sinema endüstrisi, yayın endüstrisi, çok satanlar gibi alanlarda üretilen güçlü romantik temalara sahip ürünlerin varlığına dikkat çekerler. Romantizm, reddettiği bir toplumsal yapının ürünleri içinde yeniden üretilmektedir. Bu da “yabancılaşmış çağdaş toplumun yok edemediği insani ihtiyaç ve özlemlerin” varlığının ve tatmin arayışının bir göstergesidir. Elbette kültür endüstrisi tematik ögeleri kullanırken bunları yumuşatıp, evcilleştirecek, manipüle edecektir.

Yirminci yüzyıl'da romantizmin iki önemli temsilcisi olarak Charles Peguy'in mistik sosyalizmi ve Ernest Bloch tartışıldıktan sonra son bölümde günümüzde romantizmin durumu irdelenir. Çevreci-Ekolojik hareket romantizmin günümüzdeki en önemli temsilcilerinden birisi olarak ortaya çıkar.

Sonuç olarak İsyan ve Melankoli, akademizmden ve entelektüalizmden uzak, anlaşılır dili ve yazarların konuya hâkimiyeti ile son derece rahat ve keyifle okunan bir metin olarak romantizm konusunu merak eden okuyucu için biçilmiş kaftan. Bunun da ötesinde bugünden hoşnutsuz olan, farklı bir dünya mümkün diyen herkesi zenginleştirecek bir metin.

http://www.idefix.com/kitap/isyan-ve-melankoli-moderniteye-karsi-romantizm-michael-lowy/tanim.asp?sid=GR7X5UCQFM0MK0I5H73W

İçimizdeki Balık


"Birgün bir kitap okudum ve, bütün hayatım değişti.” Orhan Pamuk'un Yeni Hayat romanının meşhur başlangıç cümlesi. Bütün hayatımızı değiştirecek bir kitapla karşılaşmak ender rastlanacak bir durumdur. Ama zaman zaman hayata bakışımızı derinden etkileyen, değiştiren kitaplarla karşılaşırız. Ben de bir kitap okudum ve, çevremdeki canlılara bakışım değişti. Bahçede toprağı eşelerken karşılaştığım solucanlar, o sırada üzerimde uçan kuşlar, taşların arasına saklanan kertenkele, çalıların arasında yaşamını sürdüren kablumbağam, mama arsızı kedilerim, yazdan kalan son kara sinekler, hatta yemek için buzlukta sakladığım balıkla aramda artık daha farklı bir ilişki oluştu. Yıllar sonra varlığı keşfedilen bir akraba ile karşılaşmak gibi bir duygu bu. Hatta daha da ötesi; Tüm bir doğa ile, her hücre sayısındaki bütün canlılarla yakın akrabalığı keşfetmek... Bu durum ister istemez insanın bu canlılara bakışını, davranışını değiştiriyor, hassasiyetini artırıyor. Eğitimle, çevresel etkilerle kazandığınız hassasiyetlerin yeni bir bilgi ile farklı bir düzeye çıkmasının, bilginin insan yaşamındaki etkisinin tipik bir örneğini deneyimliyorum. “İçimizdeki Balık” karşılaştığım her canlıda kendimi aramama, bizi birbirimize bağlayan o uzun, çok uzun yolu tahayyül etmeye çabalamama yol açtı.

Evet, Neil Shubin'in NTV yayınlarından çıkan “İçimizdeki Balık” adlı kitabından söz ediyorum. Neil Shubin Şikago Üniversite'si mensubu bir paleontolog. Yani fosilbilimci. Kariyerinin bir aşamasında üniversitedeki profesör açığı nedeniyle tıp fakültesinde anatomi dersleri vermek durumunda kalır. Anatomi bilgisi ile fosil araştırmalarının sonuçlarını birleştiren Shubin evrim zincirinin en önemli kayıp halkalarından birisini bulur. Tiktaalik adı verilen bu balık fosilinin önemi balıklar ile karada yaşayan hayvanlar arasındaki ara basamak olmasıdır. Fosili bulanlar olarak bir isim verme hakkı da Shubin ve arkadaşınındır. Fosili buldukları Kanada'nın Nunavut bölgesinde yaşayan İnuit halkına duydukları minnetin bir ifadesi olarak, Nunavut Yaşlılar Meclisi'nden fosil için isim önermelerini rica ederler. Fosil'e Meclisin önerdiği iki isimden birisi olan ve “büyük tatlı su balığı” anlamına gelen Tiktaalik adı verilir. 2006 yılı Nisan ayında keşiflerini duyurduklarında 375 milyon yaşındaki Tiktaalik bütün gazetelerin manşetlerine yerleşir. “Bu fosilin benim kendi vücudumla ilgili bir şeyler söylediğinden nasıl bu kadar emindim? Tiktaalik'in boynunu düşünün. Tiktaalik'ten önceki bütün balıklarda, kafasını omuzlara bağlayan bir kemik kümesi bulunur; böylece hayvan gövdesini her çevirisinde kafasını da çevirir. Tiktaalik ise farklıdır. Kafası omuzlarından tamamen bağımsızdır. Baş ve omuzların bu konumu amfibiler, sürüngenler, kuşlar ve bizim de dahil olduğumuz memelilerle ortaktır. Baş ve omuzların konumundaki değişimin izini baştan sona, birkaç küçük kemik eksiğiyle Tiktaalik gibi balıklara kadar sürmek mümkündür. Bilekler, kaburgalar, kulaklar ve iskeletimizin diğer kısımları da aynı şekilde incelenebilir; bu özellikler Tiktaalik gibi bir balıkta bulunabilir. Tiktaalik fosili, Afrikalı hominidlerin (Australopithecus afarensis, yani ünlü “Lucy” gibi) olduğu kadar bizim geçmişimizin de bir parçasıdır. Lucy'ye bakarak, çok gelişmiş bir primat olarak geçmişimizi anlayabiliriz. Tiktaalik'e baktığımızda ise bir balık olarak geçmişimizi görürüz.” (s. 36- 37)

Biz sıradan okuyucular, bilim kitaplarından genellikle iki sorun ile karşı karşıya kalırız: birincisi pek aşina olmadığımız bir konuyu anlamakta çektiğimiz güçlüktür. Kavramların çoğu ile ilk kez tanışırız, her bilim dalının bir jargonu vardır ve o jargon kullanılmadan bir şey anlatmak mümkün değildir. Jargona alışık anlatıcı, yazar için her şey o kadar açıktır ki, zaman zaman “ne var bunda anlamayacak?” edası bile sezilebilir. Konu karmaşıktır, farklı teoriler yaklaşımlar vardır, vs. Dolayısıyla ortalama okuyucu için yazılmış bir bilim kitabı yazarının konusunu sade bir dille anlatabilecek kadar yetkin olması ve gerçekten çok emek vermesi gerekir. İkincisi de eğer çeviri bir eser ise, çeviri problemidir. Konu ile yakından uzaktan ilgisi olmayan çevirmenlerin çevirileri bizi bilim düşmanı bile yapabilir. “İçimizdeki Balık” her iki sorunu da bertaraf etmiş. Öncelikle Shubin çok akıllı bir anlatı yöntemi seçmiş. Kitap fosilbilim ve yüzyılın en önemli fosil buluşlarından birisi hakkında bir kitap olmakla kalmıyor bir paleontolog'un hayatını da bize anlatıyor. Nerelerde hangi koşullarda kazılar, araştırmalar yaptıklarını, bu kazılar sırasında başlarından geçenleri, fosil araştırması yapmanın inceliklerini bir anı ya da macera kitabı okur gibi okuyoruz. Dolayısıyla kuru kuruya anlatılan bir hikâye değil bu. Shubin bize maceralarını ve kişisel yaşamını aktarırken bir yandan da çaktırmadan genlerimizi, dişlerimizi, burnumuzu, gözlerimizi, kulaklarımızı, kısaca bütün vücudumuzu anlatıyor. Aysun Yavuz da bu anlatıyı o kadar başarılı bir şekilde çevirmiş ki, çeviri olduğunu hiç düşünmeden Türkçe yazılmış gibi büyük bir keyifle okuyoruz. Kitabın evrimi anlatmak açısından zirve yaptığı bölümlerden birisi Palyaço soyağacı. Mizah anlayışı olmayan, palyaçoya hiç benzemeyen bir karı kocadan mutasyona uğrayan nesiller sonra nasıl turuncu kıvırcık saçlı, sıkınca öten kırmızı kauçuk burunlu ve koca ayaklı çocuklar olabileceğini çocukların bile anlayabileceği bir dille anlatıyor.

Kitabın final bölümü bütün parçaları bir araya getiren ve anlamlandıran nefis bir özet biçiminde. “Geçmişimiz bizi neden hasta ediyor?” bölümünde aslında insan bedeninin hiç de akıllı ve mükemmel bir tasarım olmadığını, bir çok kusurları olan, tesadüfi bir gelişim olduğunu aktarıyor: “Kökleri çok derinlere uzanan geçmişimiz, plazalarda, kayak merkezlerinde ya da tenis kortlarında değil, dönemine bağlı olarak tarihöncesi okyanuslarda, sığ nehirlerde ve çayırlarda geçmişti. Sekseni devirecek kadar yaşayacak, günde on saat popomuzun üzerinde oturacak, top kek yiyecek ya da futbol oynayacak şekilde tasarlanmadık. Geçmişimiz ile bugünkü hayatımız arasındaki bu kopukluk, vücutlarımızın belli bazı şekillerde “bozulmuş olduğuna işaret eder.” (s.213)

http://www.idefix.com/kitap/icimizdeki-balik-neil-shubin/tanim.asp?sid=MWCDO38JY3FHDSXR7OLZ

Meraklısı için detaylar:

Esprili Tiktaalik şarkısı için:

http://scienceblogs.com/pharyngula/2008/12/fishapod_stars_in_music_video.php

Neil Shubin Darwin yılı münasebeti ile Tiktaalik anlatıyor:

http://www.youtube.com/watch?v=2qTarQaUlqM&feature=channel_page

Şikago Üniversitesi Tiktaalik sayfası:

http://tiktaalik.uchicago.edu/

Punk'ın azizesinden bir güzelleme


Tarih: 10 Temmuz 1999, Yer: İstanbul, Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi. Gece başlamadan önce nasıl bir gece yaşayacağım ve o gecenin hayatımda nasıl önemli bir yere sahip olacağı konusunda hiçbir fikrim yoktu. Müzik konusunda sıradan bir dinleyici olmanın ötesine gidememişimdir. Hatta kendi standartlarımla cehalet sınırında olduğumu bile söyleyebilirim. Bu gece ile ilgili sağdan soldan duyduklarım, okuduklarım var ama yine de ne ile karşılaşacağımı bilmiyorum. Konser başlıyor, sahnedeki ince, uzun boylu, uzun siyah saçlı, koyu pantalon ve gömlekli kadın daha ilk notalar ve sözlerle birlikte bütün kitleyi avuçlarının içine alıyor. Tuhaf bir elektrik bu, karşı konulmaz bir çekim gücü, herşeyimle kilitleniyorum ve genellikle müziğe, ritime direnen ve kasılan bedenimi bu büyücünün, bu azizenin ellerine bırakıyorum, kendimi ayağa kalkmış dans ederken buluyorum. Benim bu hâlime alışkın olmayan sevgilim şaşkınlıklar içerisinde. Konserin ortalarında Patti'nin olağanüstü bir şekilde seslendirdiği Ginsberg'in şiiriyle göğe yükseliyorum. Gecenin sonunda Patti gitarının tellerini parçaladığında ise tarihi bir gece yaşadığımdan artık hiç şüphem kalmıyor. Patti Smith ile aynı dünyada nefes almanın, onu dünya gözüyle görmüş olmanın ne kadar önemli olduğunu idrak ediyorum. Konserin etkisinden günlerce, haftalarca çıkamıyorum.

İşte benim Patti Smith miladım budur. Ertesi günden itibaren onun izini sürmeye başlamıştım. Şarkılarının, şiirlerinin, fotoğrafları, kitaplarının peşindeydim artık. Onu en az bir kere daha canlı dinlemeye azmetmiştim. 2007'de bu da oldu: bu kez Babylon'da çok daha yakından onun o muhteşem karizmasına teslim ettim kendimi. Bir Patti Smith konserinde hissettiğim şudur: Sonsuza kadar sürsün bu yaşadığım!

Domingo yayınlarından çıkan 2010'un çok satanlarından, ödüllü kitabı “Çoluk Çocuk” Patti Smith olgusunu anlamak yolunda çok önemli ipuçları veriyor. Bazı insanlar bir şekilde sanatçı olarak doğuyorlar, bunun farkına varıyorlar, sanatçı olmak için müthiş bir mücadele veriyorlar, ve başarıyorlar. Patti müthiş zekası ve hafızası ile kendi sanatçılığının çocukluğundaki kökenlerinin izini sürüyor ve kitabına çok etkileyici bir çocukluk anısı ile başlıyor. Annesi çocukken onu nehir kıyısındaki bir parkta yürüyüşe çıkarırmış. Nehrin bir bölümünde oluşan bir göletde çocuk Patti “suyun üzerinde eşsiz bir mucize” görür, “Beyaz tüyden bir elbisenin içinden uzun, kavisli bir boyun” çıkmaktadır. “Heyecanımı fark eden annem kuğu, dedi. Kuğu, geniş kanatları ile parlak suyun yüzeyin çırparak göğe yükseldi. Bu kelime, hayvanın görkemi ve bende yarattığı duygular karşısında kifayetsiz kalıyordu. Gördüğüm manzara sözlerle anlatılamayacak bir dürtüyü ortaya çıkarmıştı; kuğudan bahsetmek için arzuyla dolup taşıyordum, beyazlığı üzerine bir şeyler söylemek, hareketinin o şiddetli görkemini ve kanatlarının o yavaş çırpınışını anlatmak istiyordum. Kuğu gökyüzü ile bir oldu. Hissettiklerimi anlatabilmek için kendi sözcüklerimi bulabilmek için çabaladım. Kuğu, diye tekrar ettim, tam anlamıyla tatmin olamadan, ve bir sancı hissettim içimde, tuhaf bir özlem; etraftakilerin, annemin, ağaçların ya da bulutların fark edemedikleri.”

Sanatsal yaratım sürecini tetikleyen bu şaşkınlık duygusu olmalı. Sanatçı, sıradan insanın göremediklerini görebilen, şaşıramadıklarına şaşıran, ve başkalarına kendi gördüklerini, kendi şaşırdıklarını anlatmayı başararak görmelerini ve şaşırmalarını sağlayan ayrıcaklı insan türü... Kitabı okuyup bitirdikten sonra hâlâ bir karar verebilmiş değilim: bu kitap kimin hakkında? Anlatılan Patti Smith mi yoksa büyülü ve bitmez tükenmez bir aşk, bir yoldaşlık paylaştığı Robert Mapplethorpe mu? Ayırt edemiyorsunuz, ve Patti'nin tam da bunu yapmak için bu kitabı kaleme aldığını, bunu da başardığını idrak ediyorsunuz. Bu kitap onların kendilerini adlandırdıkları biçimiyle “biz” , yani onların kitabı. Sanatsal arayışları, yaratım süreçleri birbirinden ayırt edilemeyecek derecede iç içe geçmiş iki genç insanın, “çoluk çocuğun” 1960'lar ve 70'ler New York'undaki mücadelesi hakkında.

Kitabın benim için sürpriz ve en hoş bölümlerinden birisi de Chelsea Hotel'in o efsanevi döneminin ayrıntılı olarak anlatıldığı kısmı oldu. Chelsea Hotel'in nasıl bir yer aldığını anlamak için şu sayfaya bir göz atmanız yeterli olacaktır: http://en.wikipedia.org/wiki/Hotel_Chelsea . Herhalde dünya sanat tarihinin en ilginç mekânlarından birisi olsa gerekir. İnsanın o dönemde bu otelde kalıp da sanata bulaşmamak mümkün değil herhalde diyesi geliyor. Genç Patti ve Robert'de kendi arayışlarının, sanatsal yolculuklarının başlarında sokakta kaldıklarında bu otelin en küçük odasına sığınırlar. Bir yandan Chelsea Hotel onların oluşmalarına katkı sağlarken, öte yandan onlar Chelsea Hotel efsanesinin temel direklerinden olacaklardır. Söz Chelsea Hotel'den açılınca Leonard Cohen'in Chelsea Hotel No 2'sine bir selam göndermeden geçemeyiz: “I need you, I don't need you.” http://www.youtube.com/watch?v=pGfgMYfdBFc

http://www.leonardcohenfiles.com/chelsea.html

Anlaşıldığı kadarı ile kitabın temelini Patti'nin günlükleri oluşturuyor. Patti New York'a ayak bastığından itibaren detaylı bir günlük tutmuş olmalı. Dolayısıyla bu kitap normal bir anı kitabı olmanın ötesinde Modern Amerikan Sanatının en kritik dönemine ait tarihi bir belge niteliği de kazanıyor. 70'lerin sonlarında Patti'nin kendisinin de pek ummadığı bir şekilde müzik dünyasına adım atmasıyla birlikte detaylı günlük tutma döneminin sonunun geldiğini anlıyoruz. Kitabın da kapsadığı dönemin sınırını bu yıllar oluşturuyor. Bir kez daha vurgulayalım, kitap bir Patti Smith hikâyesinden ziyada Robert'e söz verdiği gibi onların hikâyesi. Böyle olduğu için de Robert'in 1989'daki ölümüyle sona eriyor.

Kitabı okuyup bitirdiğimde, bu bir hazine niteliğindeki hikâye karşısında küçük Patti'nin kuğu karşısında yaşadığı şaşkınlığı ve yaratıcı çaresizliği yaşıyor, bu kitap hakkında kendi sözcüklerimi bulmak için çabalıyorum, ama maalesef ben bir sanatçı değilim, çaresizliğimle okuduklarımın yarattığı ruh hâlinin keyfini çıkartıyorum.

http://www.idefix.com/kitap/coluk-cocuk-patti-smith/tanim.asp?sid=YMDY9VLE00IV8XO8EXEM

"Patti Smith huzurlarınızda" olmayacağı için Patti Smith'in huzuruna çıkalım:

http://www.youtube.com/watch?v=uoGdx3I3dPE

Galeano'nun Aynası


Aynalar, Eduardo Galeano, Sel Yayınları, 2009

“Kaybolan Şeyler

Barış ve adalet haykırarak doğan yirminci yüzyıl kanın içinde boğulmuş olarak öldü ve bulduğundan çok daha adaletsiz bir dünya bıraktı arkasında.

Yine barış ve adalet haykırarak doğan yirmibirinci yüzyıl da, önceki yüzyılın izinden gitmekte.

Ben çocukken, dünyada kaybolan her şeyin Ay'a gittiğine inanıyordum.

Ne var ki, Ay'a giden astronotlar orada ne tehlikeli rüyaları ne tutulmayan vaatleri ne de kırık umutları buldular.

Eğer bunlar Ay'da değilseler, neredeler o zaman?

Yoksa dünyada kaybolmadılar mı?

Yoksa dünyada saklanıyorlar mı?”

Artık bir klasik olan “Latin Amerika'nın Kesik Damarları”nın yazarı Eduardo Galeano İspanyolcası 2007 yılında yayınlanan, kendi sözcükleri ile “çılgınca bir projenin ötesinde bir şey” olan “Aynalar , Neredeyse Evrensel Bir Tarih” adlı kitabını yukarıdaki cümlelerle bitiriyor. Uruguaylı olan Galeano, 1973 askeri darbesi ile birlikte hapsedilir ve kitabı da yasaklanır. Arjantin'e yerleşen Galeano'nun peşini askeri darbe bırakmaz, bu kez 1976'da Arjantin'de Videla darbesi gerçekleşir. İspanya'ya kaçan Galeano Uruguay'a 1985'de dönebilecektir. İspanya dönemi Galeano'nun artık Latin Amerika edebiyatının devleri ile birlikte anılmasını sağlayacak olan meşhur üçlemesi, belleği çalınmış Latin Amerika'ya belleğini yeniden kazandırma teşebbüsü olan “Ateş Anıları” ile taçlanacaktır.

Nisan 2009'da Amerikalar Zirvesi'nde Venezuella Devlet Başkanı Hugo Chavez, ABD Başkanı Barack Obama'ya Latin Amerika'nın Kesik Damarları kitabını hediye eder. Galeano'yu tanımayan Obama, Chavez'in kendi yazdığı bir kitabı hediye ettiğini zanneder. Medyada geniş yer bulan bu anlamlı hediye ve yanlış anlama olayı ile birlikte Galeano'nun kitabı bir gecede en çok satanlar listelerine girer.

Galeano açısından Türkçe okuyucu şanslı sayılır, sanırım neredeyse bütün kitapları Türkçe'ye çevrilmiş durumda. Aynalar'ı da İngilizce çevirisi ile aynı yılda Türkçe okumak şansına sahip oluyoruz. Yayıncılarımız da, okuyucular da Galeano'yu seviyor olmalı.

Aynalar, sınıflandırılması zor bir kitap. Çocukluğunda bir futbolcu olmanın düşlerini kuran Galeano tarihçi olarak nitelendirilmeyi hep reddetmiştir. Bu kitabı da “Neredeyse evrensel bir tarih” ama klasik bir tarih kitabı değil. Alışıldık anlamda bir düzen ya da kurgu bulunmuyor. Öte yandan kitabı oluşturma , yaratma sürecindeki en zor yönlerden birisinin denemelerin sırası ve düzenlenmesi olduğunu tahmin etmek zor değil.

İnsanlığın başlangıcına ait söylencelerle başlayan ve yukarda alıntıladığımız bugüne dair bir sorgulamayla sona eren 600 civarında deneme ve öyküleme. İnsanlık tarihine dair bir devasa deneme olarak da değerlendirilebilir. Sınıfların ortaya çıkışı, biranın, şarabın kısa tarihleri, eski Çin, Mısır, Yunanlı, Amazonlu kadınlar, Mayalar, Aztekler, Bacakları kapama grevi, İskender, Homeros, Muhammed, Ayşe, Asansörün icadı, Mozart, Tesla, Fidel, Che, Maradona, Muhammed Ali, Bhopal, Bilgisayarların babası Alan Turing, Samba'nın, Tango'nun ortaya çıkışı, Stalin, Lenin, Hitler, kısacası yok yok. Anlatı kronolojik bir sıra izliyor; Adem ve Havva ile başlayarak bugüne ulaşıyor. Bu isimleri kuru kuru birer ansiklopedi maddesi olarak düşünmemek gerekiyor, hepsi Galeano'nun prizmasından kırılarak, muhalif üslubundan nasiplenerek canlanıyor. Elbette ana eksende Galeano'nun her daim adaletten yana söylemi ile sömürgecilerle yerli halkların, ezenlerle ezilenlerin mücadelesi akıyor. “Hatırlama takıntısı olan bir insan” olarak Galeano yalnızca ünlülerle, bilinen olgular ve olaylarla, tarihin unutmadıkları ile ilgilenmiyor, asıl derdi, unutulmuş olanları hatırlamak ve hatırlatmak, ya da bilinmeyenleri gün ışığına çıkartmak;

“Aynaların içi insanlarla dolu.

Görünmez insanlar bizi görürler.

Unutulmuşlar bizi hatırlarlar.

Biz aslında onları görürüz görürken kendimizi.

Peki, biz gidince, onlar da mı giderler?”

Evet, unutmamamız ve hatırlamamız gereken çok şey var.

http://www.idefix.com/kitap/aynalar-eduardo-galeano/tanim.asp?sid=Y6OVJX3QJ8JKCD57Y779

Abşalom Abşalom

Kitaplarla nasıl buluşuruz? Kimimiz şanslıyızdır çok okumuş, okuyan bir arkadaşımız vardır, tavsiyelerine uyarız ve adeta hayatımızı değiştiren kitaplarla tanışırız. Benim de hep minnetle andığım bir arkadaşım vardı bir zamanlar; sayesinde dünya edebiyatının köşe taşları ile gençliğimde tanışmıştım. Popüler kitapların reklam ve pazarlama bombardımanı ile adeta dayatılmasını bir yana bırakırsak, benim için en önemli kaynaklardan birisi yazarlar, ya da başka kitaplar. Sevdiğim yazarların referansları bazen bir okuma emri niteliğini kazanır. Jorge Semprun da sevdiğim yazarlar listesinde, başka bir yazıda değineceğimiz “Yazmak ve Yaşamak” Semprun'un “kendi ölümünü yaşamasının” yanı sıra entelektüel gelişiminin de anlatısı. Ve “Abşalom Abşalom”, Semprun'un hayranlıkla sözettiği kitaplardan birisi. Semprun'u okuyunca Abşalom'u da okumak farz olmuştu. Ama kitapların da bir zamanı vardır, hele de zorlu metinlerin. O metinleri popüler çok satar kitaplar gibi neredeyse her yerde her zaman okuyamazsınız. Zor metinler özel mesai talep ederler, kıskançtırlar, huysuzdurlar, başka bir kitapla beraber okuyamazsınız, 5-10 sayfa okuyup bırakayım diyemezsiniz. Abşalom da o metinlerden, belki de 20. yüzyıl edebiyatının en karmaşık metinlerinden birisi. Dolayısıyla zor metinlerle başı hoş olmayan okuyucu için bu nokta çıkış noktası, sonradan söylemedi demeyiniz.

Abşalom'a odaklanmam ve kitabın beni kabul etmesi bir kaç ayımı aldı. Kaç defa başladığımı anımsayamıyorum, her denememde beni geri tepti; adeta “daha beni okuma zamanın gelmemiş” dedi. Sonra bir gün, tesadüfen Semprun'un doğduğu topraklarda kabul töreni gerçekleşti ve ben o karmaşık labirentin içerisinde zevkle kayboldum. Gerçekten kayboldum, defalarca; kaç kez geri döndüm önceki sayfalara, kitabın sonuna eklenmiş soy kütüğüne, Yoknapatawha bölgesinin haritasına...Abşalom sizi kabul ederse artık onun bir parçası oluyor ve bütünleşiyorsunuz, Abşolom'u okuduktan sonra artık Abşalomsuz yaşamanız mümkün olmayabilir. Ben hâlâ Abşalom ile yaşıyor, özlüyor, düşünüyor ve zaman zaman sayfalarını karıştıyorum. Pek az roman adeta mistik bir güçle beni kendisine doğru sürekli çeker, Abşalom da onlardan birisi, yeniden okuyabileceğim bir Abşalom zamanını heyecanla bekliyorum.

Hiç 1287 sözcüklü bir cümle okudunuz mu? İşte bunun için ortalama 5 ile 10 sözcük arasında cümlelerle yazılmış romanları okumaya benzemiyor Abşalom. Thomas Sutpen isimli nereden geldiği bilinmeyen gizemli bir adamın 19. yüzyılın ikinci yarısında Amerika'nın güneyinde Mississipi'de geçen hikâyesi. Anlatıcılar artık geçmişte kalmış bir yaşamı, kişileri ve olaylar zincirini anımsamaya ve geçmişi anlatmaya çalışırlar. Thomas Sutpen bir takım alengirli yöntemlerle 100 kilometrekarelik bir toprağı sahiplenir ve yanına getirdiği zenci köleler ve bir Fransız mimar ile birlikte bu arazi üzerine bir konak inşa eder. Artık bu alan Sutpen'in 100 kilometrekaresi olarak anılacaktır. Bu gizemli adam yine tuhaf bir şekilde kasabanın bakkalının kızı ile evlenir ve çocukları olur. Yıllar geçer ve iç savaş çıkar. Baba ve oğul Sutpen de Güney'in saflarında savaştadırlar artık. Ve sonra tarih birden hızlı akmaya başlar. Tıpkı bir imparatorluğun kuruluş yükseliş ve çöküşü gibi Sutpen imparatorluğu da tarihsel döngüye teslim olacaktır. Hangi bellek olanı biteni yıllar sonra nesnel olarak ortaya dökebilecektir? Bayan Coldfield'inki mi? Quentin ile Shreve'in ortak çabası mı? Ya da hiçbiri mi?

Belki de bu romanın ana kahramanı ne Thomas Sutpen, ne Bayan Coldfield, ne de Quentin, fakat “bellek”tir. Bir bellekler labirenti, ya da sarmalı. Biteviye geçmişin kurcalanıp, bugünde sözcüklerle yeniden inşa çabası. Faulkner belleğin sınırlarını zorluyor, “bu kadar da olmaz” denecek düzeyde her şeye yeniden ve yeni bir şekilde geri dönüyor. Bellek ve ben'in ilişkisi; ben'in, öznenin bellekle oynadığı hikâyeleştirme oyunu. Uzun gibi görünen bir yaşam, içerisinde zamansal olarak çok da fazla yer kaplamayan bir tek olayla baştan sona şekillenebilir. Bir çok insanın yaşamı aslında bir tek olayın yörüngesinde geçmiş olabilir. Bir aşk, bir suç, bir travma, siyasi bir eylemlilik süreci, düşünsel bir bağlılık...Bir tür çakılıp kalmadır yaşanan, zaman akıp gittiği, yaşam devam ediyor gibi gözüktüğü halde, takılıp kalan, takılıp kalır. Bayan Coldfield'de takılıp kalmıştır panjurları sıkı sıkı kapalı bir “büro”da. Açılış cümlelerinde tasvir edilen bu mekânsal kapanmanın ruhsal boyuttaki açılımı ise tüm bir kitabı kaplayacaktır. Anımsanan, belleğin içinden çıkartılıp sözcüklerle bugüne taşınan geçmiş hangi geçmiştir? Olgusal gerçeklik düzeyinde tekliğini kabullendiğimiz bir olayın, “geçmiş”in belleklerden süzülüp geçmiş hali, süzülüp geldiği bellekler adedince farklı mıdır?

“...tenin tene temasında öyle bir şey vardır ki incelikli dayatmaların dolambaçlı çetrefil kanallarını fesheder, kestirmeden hedefe ulaşır, âşıklar kadar düşmanların da bildiği bir şeydir bu, çünkü insanı hem âşık hem düşman eder: - temas, merkezi Ben'in şahsi mülkünün surlarıdır: ruh değil, can değil; akışkan ve bağlantısız zihin bu dünya malikânesinin her karanlık koridoruna sokulmaya müsaittir. Ama tene tenle dokunuldu mu sınıfın, hatta rengin yumurta kabuğu parolası dağılır gider.” (s.119)


Son notlar:

Okumadan önce veya sonra İncil'deki Abşalom hikâyesine bakılmalı ki, romanın adı anlaşılsın.

Edebi olarak zor ve ağır (kurgusal olarak değil) kitaplarla başı hoş olmayanlara kitaba başlamadan önceki son uyarı, lütfen ilk çıkıştan çıkınız.

Öncesinde ve sonrasında yine Faulkner'den “Ses ve Öfke” okunabilir. “Ses ve Öfke”yi daha önce okumuş olanlar için hem Quentin, hem de diğer kişiler daha anlaşılır olacaktır.

Aslı Biçen'e harika çevirisi için teşekkürler.

http://www.idefix.com/kitap/absalom-absalom-william-cuthbert-faulkner/tanim.asp?sid=V3MQ7ZVFGA2AUJA1W188