28 Eylül 2012 Cuma

J.G. Ballard'ın Gökdelen'i


J.G. Ballard İngiliz Edebiyatının 20. yüzyıldaki en rahatsız edici isimlerinden birisi. Sel Yayıncılıktan "Gökdelen" adı ile çıkan "High Rise" ile birlikte külliyatının Türkçe'de neredeyse tamamı yayımlanmış durumda. Ballard'ın edebiyat tarihinde pek az isme nasip olan bir özelliği var: İsmi İngilizce'de bir sıfat olarak Collins Sözlüğüne girmiş durumda: Ballardian. Sözlükte karşısında şunlar yazıyor: "Ballard'ın roman ve hikâyelerinde betimlenen , özellikle distopyan modernite, iç karartıcı insan yapımı manzaralar, toplumsal, teknolojik ve çevresel gelişmelerin psikolojik sonuçlarına benzer ya da çağrıştıran koşullar için kullanılan sıfat."

Ballard'ın yapıtlarını değerlendirmek için kendisinden yardım almak gerekli oluyor. Futuristika'nın bir derlemesi ( http://www.futuristika.org/kultura/edebiyat/ballard/ ) işimize yarayacak ip uçları sağlıyor. Bu faydalı derlemede şunları okuyoruz: "Crash, High Rise ya da Concrete Island’ı bilimkurgu romanları olarak görmüyorum, bu çalışmalar modern kurguya hükmeden gerçekçiliğin bir parçası değil. Aslında sadece tek bir gerçekçi roman yazdım, o da Empire of the Sun/Güneş İmparatorluğu. Bence kitaplarım Sade’den gelen ve Genet ya da Celine tarafından taşınan bir başka mirasa dayanıyor. Edebiyatın kötü çocukları yani."

"Kendimi hep bir tür ahlakçı olarak gördüm, yolun kenarında elinde bir uyarı kartonuyla dikilen bir adam: “Dikkat edin! Tehlikeli virajlar! Biraz yavaşlayın!” "

Belki de "Gökdelen"i değerlendirirken en fazla işimize yarayacak olan cümlesi: "Beni gerçekten neyin etkilediğini sorarsanız, yazarlardan çok ressamlardı. Max Ernst, Salvador Dalí, Giorgio di Chirico, René Magritte. Sürrealistler. Ben onların tuvalde yarattıklarını kelimelerle yapmaya çalıştım."

Gökdelen'de en çok dikkat çeken husus bu "resmetme" çabası, çok detaylı sahne betimlemeleri olan bir senaryo gibi. Ressamlarla kurduğu yakınlık bilinmese romanın değerlendirilmesi daha da negatif olabilir.

Gökdelen müthiş vaatkâr bir açılış yapıyor: "Dr. Robert Laing sonradan, balkonunda oturmuş köpek yiyorken, son üç ay içinde bu dev apartmanda gerçekleşen olayları düşündü. Artık her şey normale dönmüşken, bariz bir başlangıcı olmamasına, hayatlarını açıkça daha ürkütücü bir boyuta geçiren belirgin bir noktanın olmayışına şaşırdı. Kırk katlı ve bin daireli, süpermarketli, yüzme havuzlarına ve bankaya ve ilkokula sahip -ki hepsi de gökyüzünde metruktu- gökdelen bol bol şiddet ve kapışma fırsatı sunuyordu."

Ballard'ın 1975'te yazdığı romanın Türkiye'de 2012 yılında yayınlanması uygun olmuş. Artık Gökdelenin çok sayıda benzerini bizde de bulmak mümkün. Eğer bu türden toplu konutlardan, özel güvenlikli, havuzlu, spor salonlu sitelerden birisinde yaşıyorsanız onun peygamberce öngörülerine hayran kalacaksınız. Bu binaların vaatleri, reklamları ile içinde yaşanmaya başladıktan sonra gerçekleşenlerin arasındaki derin uçurumun bundan daha mükemmel bir tasviri olamaz. Bu sitelerde kısa bir süre sonra komşular türlü nedenlerle (otopark, asansör, havuz, sosyal tesis gibi avantaj olarak sunulan değerler nedeniyle) birbirlerini "yemeye" başlarlar. Düşmanlıklar, kamplaşmalar ve kaçınılmaz bir iç savaş! Kariyer sahibi, toplumda "saygın" yerler edinmiş türlü meslek gruplarından koca koca insanların birbirlerine büyük bir nefret ve kin beslemeye başladıklarına tanık olursunuz.

Ancak Ballard'ın 1975 yılında bulduğu bu ham elması yeterince iyi işleyebildiğini, paha biçilmez bir mücevhere dönüştürmeyi başardığını söyleyemiyoruz. Yukarda bir kısmını aktardığımız, okuru romanın içine çekmeyi başaran açılıştan sonra Ballard kendi deyişiyle "Sürrealistlerin tuvalde yaptıklarını kelimelerle yapmaya" çalışıyor ama Gökdelen'i edebiyat tarihinin unutulmaz canavarlarından birisi hâline getirmeyi başaramıyor. Aynı şekilde Gökdelen "sakinleri"nin, onların içinden seçtiği roman kahramanlarının süreç içindeki değişimlerine neden olan psikolojik süreçleri de bize aktarmayı başaramıyor. Kabul ediyoruz bu "gerçekçi" bir roman değil, ama hep vurguladığımız gibi gerçekçiliğin zıttı tutarsızlık değil. Süreç içinde gelişen olayların önemli bir parçası olarak vurgu yapılan besin ve içki tedariki, suçların ikibin gökdelen sakinin örtük anlaşması ile polisten ve resmi makamlardan gizlenmesi, su, ısıtma, elektrik gibi hizmetlerin tümü aksarken insanların hâlâ gıcır gıcır elbiselerle işe gitmeleri, gibi yazarın vurguladığı detaylardaki tutarsızlıklar kendi içinde tutarlı bir roman evreninin okuyucu zihninde oluşmasını engelliyor. İnsanlar radikal biçimde değişiyorlar ama nasıl değiştiklerini öğrenemiyoruz. Ballard'ın sürecin görüngüsel boyutlarını sürekli aynı biçimde betimlemesi romanda fuzuli bir dolgu malzemesi etkisi yaratıyor. Gökdelende biriken çöpler ve çöp torbaları, otoparktaki araçların hasar görmesi betimlemeleri bıkkınlık vermeye başlıyor. Tüm bunları bir kenara bıraksak bile eleştirisi yapılan modern toplumun belki de en önemli kurumu olan insanların duygu, düşünce ve psikolojileri üzerinde belirleyici bir rolü olan "devlet"i, otoriteyi hiç göremiyoruz. Özellikle de Althuserci bir deyişi ödünç alırsak, devletin ideolojik aygıtları yok bu modernitenin. "Sineklerin Tanrısı"nın adası devletin ideolojik aygıtlarının uzanamayacağı bir noktadır, dolayısıyla böyle bir eleştiriye muhatap olamaz. Öte yandan 1984 distopyası, tam da o aygıtın işleyişinin hikâyesidir. Ama gökdelen sakinlerinin bir yandan dışarıda gündelik hayatlarını hiçbir şey olmuyormuşçasına sürdürürken toplumsal otoriteden soyutlanabileceklerini düşünmek mümkün olamıyor. Gökdelen bir yandan içindeki farklı fiyat kategorilerindeki, farklı olanaklara sahip daireleri ve bunlardan oluşan katları ile kapitalist toplumun sınıfsal bölünmüşlüğüne göndermede bulunur, bu bölünmüşlük temelinde düşmanlıklar, oluştururken, bu sınıfsal yapının olmazsa olmaz bir parçası olan aygıtı hesaba katmıyor. Sonuç olarak kitabın pek çekici arka kapak tanıtımı nedeniyle büyük bir heves ile oturacağınız masadan yarı aç kalkabilirsiniz.

Çeviri konusunda bir not: "maliyet muhasebecileri" muhtemelen "cost accountants" karşılığı olarak bire bir çevrilmiş, romanda kastedilen meslek açısından "denetçi", ya da "finansal denetçi" daha uygun olacaktır.

Tamaro'nun çiftliğinde kuzuları var...


Susanna Tamaro deyince nedense aklıma hemen Paulo Coelho gelir ve vica versa. Onları bir çift olarak düşünürüm, Kuzey'de yaz olunca Susanna'nın Orvieto'daki çiftliğinde “dört köpeği, on kedisi, on beş kırmızı balığı, pek çok papağanı, beş kaplumbağası” vesaire ile mutlu, huzur içinde yaşadıklarını, mızrak ve ot attıklarını, badminton oynayıp, karate yaptıklarını hayal ederim. (ST'nun yaptığı sporlardan bir kısmı.) Kış gelince, Güney'de Brezilya'dadırlar. İsa'ya minnetlerini sunmak , dua etmek için Rio'da yürüyerek Corcovado tepesine çıkarlar. Ancak bu hayalimin gerçekleşmesi mümkün değil. Paulo karısından izin alarak yaptığı Transsibirya kaçamaklarında genç Türk kızı Elif'le flört etmektedir. Susanna'nın aşk hayatı hayran kitlesi tarafından çok merak edilmekle birlikte yazarımız ser verip sır vermemektedir.

Böyle bir birliktelik olsaydı daha çok sıkılanın Paulo olacağından hiç şüphe etmem. Zira kendisi iyi bir masalcıdır, hikâye anlatmasını bilir. Susanna için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Birkaç içi boş kavramın etrafında ürettiği ve sürekli aynı sakızı çiğnediği metinleri ile küresel bir ün ve hatırı sayılır bir servet edindiğini düşünürüm.

Susanna'ya sevgili tanrısı öncelikle çok artistik bir isim bahşetmiş; o da zekâsı ile bu isme eşlik edecek harika bir reklam sloganı üretmiş: Yüreğinin Götürdüğü Yere Git! Bu çerçevede kendisini geçtiğimiz yüzyılın en başarılı tek kişilik reklam ajansı olarak değerlendiririm. Yüksek satış rakamlarına ulaşan kitaplarının ortaközelliği, isimleri ile tüm içeriğini özetleyebilmeleridir, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git” başlığını okuduktan sonra kitabı okumanıza gerek yoktur, zira kitapta zaten sadece bu anlatılmaktadır. Keza “Sevgili Mathilda, İnsanın Yürümesini Dört Gözle Bekliyorum” kitabı da Mathilda'ya yazılmış mektuplardır ve Tamaro bu kitabında insanın yürümesini dört gözle beklediğini anlatır. Bazılarınızın bu satırları okurken içinizden “kıskanç!” diye haykırdığınızı duyar gibi oluyorum. Haklısınız, kıskanıyorum, isim konusunda ben de fena sayılmam, Hayati Roman, daha ne isteyeyim; ama henüz Tamaro'nunkiler gibi bir kitap başlığı bulamadığım için ünden ve paradan nasibimi alamıyorum. Olacak inşallah!

Büyük ve örnek insan, ruhani önderimiz Tamaro hanımın son kitabı “Var Olan Ada” yı okurken (kitap ismi konusunda iritifa kaybı!) aklıma Sabit Fikir'de tanıttığım bir başka kitap geldi: Michael Löwy ve Robert Sayre'nin ortak çalışması “İsyan ve Melankoli, Moderniteye Karşı Romantizm “ Yazarlarımız bu enfes çalışmada şöyle derler: “Romantizm, modernitenin, yani modern kapitalist uygarlığın, geçmişteki (prekapitalist, premodern) değer ve idealler adına eleştirisini temsil eder. Romantizmin başından beri ikili bir ışıkla, isyan yıldızının ve “melankolinin kara güneşi”nin (Nerval) ışığıyla aydınlandığını söyleyebiliriz.” Tamaro'yu da tutucu bir romantik olarak tanımlamakta beis görmüyorum. Hatta “melankolinin kara güneşi” tanımlaması adeta onun için üretilmiş. Ancak Tamaro'da modern kapitalist uygarlığın tutarlı ve esaslı bir eleştirisini aramak beyhude bir çaba. Bir kapitalist sistemin varlığından haberdar olduğu ve şikayet ettiği hususların önemli bir kısmının bu olgu ile ilintili olduğun farkında bile olmadığını anlıyoruz.

İnsanın yazarlık kariyerinde SMİYDGB gibi bir kitap varken tutup aynı malzemeyi yeniden karıştırıp sunmasının ne anlamı var diye soruyoruz. SMİYDGB'nin ülkemizde hatırı sayılır satış rakamlarına ulaşmış olduğunu düşününce insanın aklına bir de şu soru geliyor: İtalya'da Famiglia Cristiana (Hristiyan Ailesi) dergisi editörlerinin yoğun isteği ile yazılmış, önce o dergide yayınlanmış olan bu mektupların Türkiyeli okurdan gördüğü ilgi, okur kitlemizin katolikliğin güncel sorunları ile çok yakından ilgilendiğine mi işaret etmektedir, yoksa okuduklarını anlamadıklarına mı?

Bir tutarsızlık abidesi olarak düşünebileceğimiz “Var Olan Ada” benzer biçimde İtalya'da kilisenin sorunları, kutsallığın kaybı, geleneklerin yok olması, her şeyin pek mükemmel olduğu o eski günlerin yerini korkunç günlerin alması temaları arasında dönüp duruyor. Tamaro her türlü sorunumuzun çözümünü bilen örnek bir insan. Bize sürekli olarak kendi mükemmel yaşamından örnekler sunuyor. Bu müthiş kitapları ile edindiği servetin bir sonucu olan çiftlik evindeki doğal yaşamını bizler gerçekleştiremediğimiz için bizlere sitem ediyor. Oysa, tam tersine bu yaşam tarzını ona sunmuş olan bizlere sürekli olarak teşekkür etmesini beklerdik.

Her tutucu, muhafazakar romantik gibi Tamaro için de bir yitip gitmiş bir Altın Çağ var. O Altın Çağ'da her şey başkaydı, aile aile gibiydi, insanlar kutsiyete inanır ve karıncayı bile incitmezdi (haçlı seferleri, engizisyon, hepsi Ergenekon'un uydurmaları), efendim doğa doğa gibiydi, vs. Oysa ya şimdi, ya şimdi, bizler şuursuz kitleler, suç tek tek her birimizde olmak şartı ile kutsallığı yitirmiş, insana, doğaya saygısını kaybetmiş zavallılarız. Tek kurtuluş çaremiz Tamaro'nun uzattığı yardım elini tutarak sevgi, hoşgörü, enerji, ışık ve benzeri sözcükleri durmadan tekrarlayarak hidayete ermek ve bu bataklıktan çıkmak!

Bir makaleler toplamı olan kitapta neredeyse her makale bir öncekini inkâr eder nitelikte. Bu yeni orta çağın kıymetleri kendilerinden, orta çağın kölelerinin tevecühünden kaynaklı sahte peygamberlerin söylemleri o kadar tutarsız ki çökmesi için üç sayfa yazmaları yetiyor. Bir sayfada modern yaşamın gelenekleri nasıl da öldürdüğünden, o geleneklerin yok olmasının insan ruhunu nasıl da fakirleştirdiğinden dem vuran sahte peygamberimiz, birkaç sayfa sonra Paskalya nedeni ile kesilen kuzular için ağıtlar yakar. Avrupa'da tarımda azalan nüfus, işgücü yokluğu, fiyat düşüklüğü nedeni ile toplanmadan ağaçta kalan meyveler için gözyaşları dökerken, mezbaha sisteminin acımasızlığından dem vurur. İnsan, oyunun kurallarını belirleyen kapitalist sistemin abece'sinden habersiz olursa, biteviye saçmalayabilir. Örgütlü hayvan üretimi ve bunun son istasyonu mezbaha sistemi kapitalist için hâlâ kârlı olduğundan yaşamaktadır, ağaçtaki şeftali ise kapitalist için artık bir değer ifade etmez, çürüyebilir. Ama elbette Tamaro'nun dünyasında bütün bunları açıklayacak sözcükler öyle “izm”li sözcükler olamaz hatta Bebek İsa'ya yazdığı, kitabın son bölümü olan dilekçede, ondan insanlığı bütün “izm”lerden kurtarması için yardım ister. İtalya'da eğitim sisteminde yapılmak istenen değişikliklere karşı protesto gösterisi yapan öğrencileri ise “özgün ve eleştirel bir düşünce yapısı” geliştirememiş olmakla suçlar. Yani sokakta gösteri yapmak yerine kiliseye gidip mum yakmaları ya da kırlarda badminton oynamaları gerekirdi, diye anlıyoruz.

Tamaro kendi ifadesi ile lüks ve tasarım eşyalardan hoşlanmaz, dolayısıyla kitabı alarak yapacağınız katkıların bu tür gereksiz harcamalarla heba edilmeyeceğinden emin olabilirsiniz.


28 Temmuz 2012 Cumartesi

Font deyip de geçmeyiniz!


Eğer İngilizce biliyorsanız bu yazıyı okumaya başlarken kısa bir ara verip şu siteyi ziyaret etmenizi önereceğim: http://www.pentagram.com/what-type-are-you/ Tam sizin tipinizin hangi font olduğunu öğrenmek istiyorsanız, o kısa testi yapmanız gerekiyor. Geçen yıl Patti Smith kitabı ile gönülleri fetheden Domingo, bu yılı da Simon Garfield'in "Tam Benim Tipim, Bir Font Kitabı" ile şenlendiriyor. Kitabın başlığından yola çıkarak sakın olaki bu kitabı sadece fontlarla profesyonelce ilgilenenlere yönelik bir çalışma zannetmeyiniz. Kitap, kalem, defter, yazı, tasarım, estetik ile bir nebze olsun bir bağınız var ise bu çalışma sizi uzun süre meşgul edecek, önünüzde yepyeni ufuklar açacaktır. Üstelik bunu bu tür bir çalışma için gerçekleştirilmesi zor bir şekilde, aynı anda hem eğlenceli, hem bilgilendirici olmayı başararak yapacaktır. Bu sayede ayrıca Simon Garfield'i tanımış olacak, belki benim gibi diğer kitaplarının çevrilmesini de merakla bekleyeceksiniz.

Garfield tam da "adam olacak çocuk b.kundan belli olur" deyişini doğrulayan bir örnek teşkil ediyor. 1981'de, 21 yaşında iken İngiliz Guardian gazetesinin yılın öğrenci gazetecisi ödülünü kazanıyor. Aynı yıl BBC'nin Radio Times programında editör yardımcılığı yapmaya başlıyor. Meşhur London School of Economics'in öğrenci birliğinin haftalık gazetesi olmasına rağmen İngiltere'nin en etkin medyalarından birisi olarak bilinen The Beaver'in yönetici editörlüğünü yapıyor. Sonra da bir dizi ilginç araştırma kitabı ile karşımıza çıkıyor. Örneğin İngilizlerin otomotiv efsanesi meşhur Mini otomobillerinin tarihini yazıyor, bir başka çalışmasında müzik endüstrisinin karanlık dehlizlerinde dolaşıyor. Kendi pul kolleksiyonculuğu saplantısını anlattığı bir kitabı da bulunuyor. İlginç kitaplarından bir diğeri de leylak rengini kimyasal olarak keşfederken aynı zamanda renklerin kütlesel ve seri üretimini başaran kimyacı William Perkin hakkında olanı.

Fontlar kitabı, konuyla profesyonel olarak uğraşmayanlar için önemini belli belirsiz idrak ettikleri, ya da üzerinde düşünmedikleri bir konunun aslında kendi içinde ve gündelik yaşamımızda ne kadar önemli olduğu anımsatıyor. Asıl başarılı olduğu konunun ise hem her gün fontlarla yatıp kalkanların, hem bütün gün o kadar fontla yüzyüze geldikleri halde bunlar üzerinde pek fazla düşünmeyen benim gibilerin ilgisini çekecek, yararlanabilecekleri bir çalışma gerçekleştirebilmiş olması. Fontlarla ilişkiniz ne olursa olsun bu kitaptan öğreneceğiniz bir şey mutlaka var. Garfield sadece teknik olarak fontlarla ilgilenmiyor, adeta onların arkeolojisini yapıyor. Gutenberg'le başlayan her harfin harf kalıbı olarak çelik bir çubuğun ucunda ters olarak yontulması, kalıbının çıkarılması, dökülmesi ile başlayan ve bir kaç yüzyıl aynı teknikle devam ederek bugünün elimizin altındaki binlerce font seçenekli dünyasına uzanan süreci roman lezzetinde bir anlatı ve kurgu ile aktarıyor. Kitabı okumanın esinlediği, konunun bir diğer boyutu var ki, onu tartışmak bu yazının da, benim de boyumu aşıyor: bizim, yani bu toplumun fontlarla ilişkisi. FontShop'un (www.fontshop.com) kurucularından ve grafik tasarım dünyasında bir efsane olduğunu öğrendiğimiz Erik Spiekermann'ın ( onun blog'una da bir göz atmayı unutmayınız, http://spiekermann.com ) font tasarımı ile ulusal mimariler arasında koşutluklar kuruyor. Aktarıyoruz: "Spiekerblog adlı blogunda seyahatlerinde karşılaştığı yazılarla ilgili ağır yorumlar yapıyor Spiekermann. Berlin dışında, Londra ve San Fransisco'da da ofisi var ve oraya buraya uçup dururken yazının sadece bir şehri değil, bütün bir ulusun özelliklerini de tanımladığını gözlüyor. Mimariyle koşutluklar görüyor: Bauhaus geometrik Futura'yı -Almanların klasik sans şerif fontu- etkilemiş, buna karşılık uzun İngiliz Viktorya taraçaları onların serif geleneğini yansıtıyor. Bunun ticarette de koşutlukları var. "İngiltere bu günlerde ne yapıyor? Reçel, marmelat, elma şarabı, küçük ezmeler, hediyelik şeyler. İngiliz serifleri çay paketlemeyi tanımladı. Fransızlar parfümü tanımladı, İtalyanlar modayı tanımladı ve biz Almanlar da arabaları tanımladık. Ayrıca Fransa'da her şey otomobil şekilli. Yazı karakterleri bir Citroen 2CV gibi görünüyor." (s. 187-188) Spiekermann Türkiye'ye gelmiş midir acaba? Geldi ise bizi nasıl tanımlamıştır? İslamiyette resim yasak olduğu için epeyce gelişen kaligrafi ve hat sanatımızın tarihi eserler üzerinde bizlerin bile okuyamadığı örnekleri dışında günümüze uzanan yansımaları var mıdır? Türkiye'nin bir font, yazı karakteri var mıdır?

Kitabın tasarımına da ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Sözü edilen fontu adı geçtiği anda olduğu haliyle görmek, değişik font örnekleri, okuma sürecini ayrı bir keyif haline getiriyor. Ben görmedim, ama gören bir profesyonel grafiker arkadaşım ABD baskısının fevkalâde olduğunu, Türkçe baskısının o düzeyi yakalayamadığını belirtti, onun yalancısıyım.

Metin o kadar çok ilginç detay, tarihi bilgi barındıyor ki bunları aktarmaya çalışmak neredeyse kitabın tamamını burada yeniden yazmayı gerektirebilir; o yüzden bir kaç örnekle sınırlayalım. Sözgelimi , bundan 20 yıl önce hayatımızda yok iken artık neredeyse herkesin her gün bir kaç kere kullanmak, görmek durumunda kaldığı @ işaretinin farklı kültürlerdeki isimlerini biliyor musunuz? "Bugün öyle kullanılıyor olsa da @ dijital çağın ürünü değildir, hatta en az ampersand kadar eski olabilir. Yüzyıllardır ticaretle ilişkilendirilmiş, amfora ya da testi gibi bir ölçüm birimi olarak tanınmıştı. Birçok ülkede, genellikle yiyecekle (İbranicede Shtrudl, yani meyveli turta; Çekcede zavinak, yani şişte ringa) ya da sevimli hayvanlarla (Almancada Affenschwanz yani maymun kuyruğu, Dancada grishale, yani domuz kuyruğu; Rusçada sobaka, yani köpek) ya da ikisiyle birden (Fransızcada escargot, yani salyangoz) bağlantılı yerel adlara sahip." (s.268)

Peki, "hızlı kahverengi tilki tembel köpeğin üzerinden sıçrıyor" (the quick brown fox jumps over the lazy dog" cümlesini duyanlardan mısınız? Duymayanlardan mı? Duymayanlardansanız bunun anlamını öğrenmek için maalesef kitabı almak durumunda kalabilirsiniz. Bu ingilizce cümleyi youtube'a yazarak videosunu ücretsiz izleyebilirsiniz, ama espriyi bilemeden.

Kitabı bitirdiğinizde 335-336. sayfalardaki İnternet adreslerine bir göz atmayı da ihmal etmeyiniz. İlginizi çekecek konular olabilir. Mesela Arial-Helvetica Font savaşı, gibi

Öteki Dünya


Ey Okur! Sizler için katlandığım çilenin haddi hesabı yok! Canavarlıklarını güler yüzlü maskelerinin ardına gizleyen Sabit Fikir'in editör mafyası ile çalışırken başka türlü olması da mümkün değil. Siz sanıyor musunuz ki özgürce seçiyorum okuduğum kitapları. Ne gezer? Adeta bir ceza çeker gibi kötü romanları okutuyorlar bana. Yazdıklarımızı takip edenler bilirler, biz de alengirli yorumlara yer yok. Aman yayınevi darılmasın, yok efendim yazarımızı küstürmeyelim, tamam kötü bir metin ama şöyle etrafından dolanalım, türü taktikler bize yabancıdır. Elbette hata yapabiliriz, ama içimiz dışımız bir. Bir metin bize ne hissettiriyorsa, dilimiz döndüğünce onu sizlerle paylaşmaya çalışırız. Son aylarda çektiğim çilelerden sonra çok kıymetli, saygıdeğer editörümüzün Savinien Cyrano de Bergerac'ın YKY'nin yayınladığı “Öteki Dünya, Ay Devletleri ve İmparatorlukları”nı tanıtma önerisi gelince pek sevindim. Kitap elime geçmeden önce tanıtım yazısını okuyunca pek keyiflendim. İtiraf edeyim ben de pek çoğunuz gibi Cyrano de Bergerac'ı bir roman kahramanı sanıyordum. Hani Pinokyo ile birlikte edebiyat tarihinin burnu ile meşhur şövalyesi. Sayısız kere sahnelenmiş, bir çok kez filme alınmış bir eser. Bu vesile ile Bergerac'ın 1619-1655 yılları arasında yaşamış, söz konusu esere ilham kaynağı olmuş ilginç bir gerçek kişilik olduğunu öğrendim. Mustafa Demirkan hoca, bu eserin Türkçe'de olmamasını bir eksiklik olarak görmüş olmalı ki, güzel bir çeviri ile dilimize kazandırmış. YKY'nin takdire şayan bir kamu hizmeti olan Kâzım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi'nden geçtiğimiz ay yayınlanmış. Bu diziyi seviyorum. Üstelik baskı ve kağıt kalitesine oranla fiyatlandırma açısından da makul bir seviyede seyrediyor. Ama dizinin adından da anlaşılacağı gibi bu dizide yer alan kitapların önemli bir kısmı meraklısı ya da uzmanlar için bir hazine niteliğinde. Hoş zaman geçirmek için, efendim kafa dağıtmak için, tatilde plajda okunacak kitaplar değiller. Öteki Dünya da böyle bir kitap. Herkese değil, felsefe tarihine, bilim kurgu edebiyatının başlangıcına, Batı düşüncesinin gelişim tarihine ilgi duyanlar için müthiş bir hazine. Kolay hazmedilir, eğlendirici bir metin okuyayım diyenlere göre değil. Öncelikle Bergerac çağının egemen düşünceleri ile yoğun bir diyaloga giriyor. Bu çerçevede felsefe tarihinin başta Aristoteles olmak üzere önemli figürlerinin düşüncelerini tartışıyor. Toplumsal hayat, siyaset, insan ilişkileri, kuşkusuz din, fizik gibi konularda dönemi için devrimci düşünceler geliştiriyor. Kitabı okuyunca Bergerac'ın çok erken bir zamanda 36 yaşında, nedeni tam anlaşılamayan ölümünün edebiyat ve düşünce dünyası için ne kadar büyük bir kayıp olduğunu anlıyor insan. Bergerac'ın akıl almaz öngörülerinden birisi insanın aklına zamanımızın akıllı cihazlarını getiriyor, Walkman, iPod, iPhone, e-kitap okuyucu tarzı aletlerin geliştirileceğini 1600'lü yıllarda düşünebilmesi, onun uçsuz bucaksız hayal dünyasının ve bilgi birikiminin boyutlarını kanıtlıyor. Ay'a yaptığı seyahatte Ay'da yaşayan ve neredeyse tüm yaşam biçimleri, adetleri, alışkanlıkları Dünyadakilerin tersi olan ve Dünyayı Ay, Ay'ı ise Dünya kabul eden canlıların kullandığı kitabı şöyle anlatıyor: “Şeytanım bu kitapları bu dünyanın diline tercüme etmişti; ama sizlere henüz onların matbaalarından bahsetmediğim için, bu iki cildin şeklini açıklayacağım. Kutuyu açınca, içinde madeni, bizim saatlere benzer ve üstünde sonsuz sayıda küçük yaylar ile fark edilemeyecek kadar ufak makineler gördüm. Bu gerçekten bir kitap ama sayfaları ve harfleri bulunmayan, mucizevi bir kitaptı. Neticede, bu kitaptan öğrenmek için gözler faydasızdı ve sadece kulaklara gerek vardı. Yani birisi okumak istediğinde, bu makineyi çok miktarda bir sürü değişik anahtarla kurduktan sonra ibresini dinlemek istediği bölümün üstüne getiriyordu. Aynı anda, bu makaradan sanki bir insan ağzından yahut bir müzik aletinden geliyormuş gibi, Ay soylularının aralarındaki konuşma diline benzeyen, her çeşit belirgin ve farklı ses çıkıyordu. Kitap hazırlamanın bu mucizevi icadı hakkında düşündüğüm zaman, bu ülkedeki gençlerin, on altı ve on sekiz yaşları arasında iken, bizim kır sakallılara göre çok daha fazla bilgiye sahip olmalarına artık şaşırmadım. Zira konuşmaya başladıkları anda okumayı da biliyorlar, okumaktan asla mahrum kalmıyorlar; odada şehirde, seyahatte, ayakta, at üstünde ya ceplerinde ya da eğerlerinin kayışına asılı olarak bu kitapların otuz kadarını taşıyabiliyorlar.” (s. 92) İnanılmaz değil mi? Bergerac Batı düşüncesi ve edebiyatının ana damarlarından birisi olan hicive dayalı felsefe hikâye geleneğinin temellerini atarak kendisinden sonra gelecek Swift, Voltaire gibi büyük ustaların yolunu açmış.

Herşeyin Dünyanın tersi olduğu bu Ay-Dünya'da iktidar yaşlılarda değil gençlerdedir. Ölülerin toprağa gömülmesi ancak kötü insanlar için uygulanan bir yöntemdir. Ölümünün yaklaştığını hisseden, yaşlı filozoflar dostlarını bir ziyafet sofrasında toplayarak neden ölmek istediğini onlara anlatarak ikna etmeye çalışır. Oylama yapılır, eğer ölmesine karar verilirse bu bir lütuftur. Daha da ilginç olan ölüm töreninin nasıl yapıldığının ayrıntılarını merak edenleri kitaba yönlendirelim. Ayrıca Ay'ın soyluları Dünya'da olduğu gibi soyluluk işareti olarak kılıç taşımak yerine kemerlerine bağlı “edep yeri şekilli bronz” bir takı taşırlar. Dünyalımız bunun kendisine çok tuhaf geldiğini belirtince aldığı yanıt şu olur: “sizin dünyanızın büyükleri, sadece bizleri yok etmek için hazırladıkları, neredeyse herkesi amansız düşman görürcesine, celladı temsil eden bir aleti teşhir etmek için çıldırıyorlar da, aksine, ona sahip olmasaydık, bizleri de yeryüzünde eksikliler arasında saydıracak bir organımızı, doğanın güçsüzlüklerinin yorulmaz tamircisini, her canlının Prometeus'unu, göz ardı ediyorlar. Zavallı ülke, doğurganlık işaretleri yüz karası, yok ediciler onurlandırıcılı sayılıyor. Üstelik bu organa, sanki hayat vermekten daha şerefli başka bir şey varmış ama hayat almak en aşağılık sayılmazmış gibi, müstehcen yer adını takmışsınız!” (s. 96) Bergerac 400 sene sonra hiçbir şeyin değişmediğini görse insanlık için ne düşünürdü dersiniz?

Şehristan Rivayetleri


Serhat Poyraz'ın ilk romanı Şehristan Rivayetleri ilk satırından son satırına kadar yazarın harcadığı emeği hissettiren romanlardan. Bir kuyumcu ustası titizliği ile uzun süre üzerinde çalışılmış, cümle cümle işlenmiş bir metin bu. İnsanın okuduğu metinde bu özeni hissetmesi, aynı zamanda yazarın okuyucuya duyduğu saygıyı da hissetmesi demektir bir bakıma. Poyraz belli ki roman sanatına gönül vermiş. Gönül vermek gerek şarttır ama yetmez, aklını da eklemiş. Malum roman evrenimizde çeşitli nedenlerle roman "işi"ne gönül vermiş çok yazıcı var ama aklı da devreye sokabilen sanatçı sayısı nadir. Belli ki roman sanatı üzerinde de düşünmüş. Binbir şaşaa ile önümüze sürülen çalakalem yazılmış, yüzyıllar öncesini bugünün dili ve düşünce kalıpları ile anlatmaya kalkışan abuk subuk metinlerin roman etiketi ile çok satanlar listelerini işgal ettiği bugünlerde, o listelerde yer bulamaması başarısızlığının değil başarısının göstergesi olacaktır. Poyraz her şeyden önce romanın bir dil problematiği olduğunu kavramış. Romanda yoğun olarak kullanılan Osmanlıca, Farsça, Arapça sözcükler salt bir giydirme işlevi görmüyor. Eski bir dil kullanmanın böyle bir kolaylığı, cazibesi ve etkileyiciliği vardır. Dilinizi eskittiğiniz zaman, güzel ve farklı yazıyormuş izlenimi verebilirsiniz. Oysa nasıl anlattığınız kadar ne anlattığınız da önemlidir. Poyraz'ın dili göz boyamıyor, o dili sanki yıllardır kullanıyormuş, o dilde düşünüyormuş gibi doğal ve başarılı. Fakat şunu da hemen belirtelim bir baş yapıttan söz etmiyoruz.

Şehristan Rivayetleri kesin tarihi verilmeyen bir zaman diliminde (ancak romanda Piştov yaygın olarak kullanıldığına göre 17. yüzyıl olabilir) Konstantiniye / İstanbul'da geçer. Poyraz romana iyi bir başlangıç yaparak okuyucunun merakını tetiklemeyi ve konuyu açacağı noktaya kadar taşımayı başarmış. Rivayete göre kökü Konstantiniye'ye dayanan, Osmanlı döneminde de yaşamaya devam eden değişik loncalar varmış. Bu loncalardan birisi de dönemin bir tür mafya örgütlenmesi gibi düşünebileceğimiz kiralık katiller loncası imiş. Anlatının kahramanı Yavuz Ali adında ergenlik sınırında bir dilenci loncasının mensubu olan çocuk, katiller loncasının önemli üyelerinden Kara Agop tarafından romanın heyecanlı başlangıcını oluşturan olay vesilesi ile devşirilir. Yavuz Ali büyük bir titizlikle atılan her adımın, alınan her kararın titizlikle belgelendiği bu loncada uzun yıllar süren, farklı boyutları olan ciddi bir eğitim sürecinden geçecektir. Bu süreçte hocası Pencüyek isimli bir başka ilginç karakter olacaktır. Poyraz anlatısını yerinde müdahalelerle dallandırıp, daha sonra okuyucunun emek harcayarak bulması gereken bağlantı noktaları yaratarak katmanlar oluşturmaya çalışmış. Dolayısıyla birden fazla kahramanı olan bir hikâye var önümüzde. Romanın başlangıcında alıntılanan pek meşhur Mısırlı düşünür Meknûni'nin ölümü ve öldürmeyi sorgulayan paragrafı romanın bir tür entelektüel izleğini oluşturuyor. Yani fazla kafa yormak istemeyen okur için metin Bir Yavuz Ali ve Ali Cengiz ya da Kara Agop – Pencüyek macerası sunarken, daha meraklı ve kafa yormayı seven okur için başka katmanlar oluşturmaya çalışıyor. Bu çerçevede okurken dikkatli olmak, arada şöyle bir anılan, ya da girip çıkan, masalı, hikâyesi anlatılan karakterleri bir kenara not almakta fayda var. Yoksa Poyraz'ın üzerinde kafa yorduğu kurguyu çözemeyebilir, romanı bitirdiğinizde kafanızdaki soru işaretlerini gideremeyebilirsiniz.

Romanın anlatıcısı bize ilk sayfada şunu söylüyor: "Bu hikâyeye kimileri inanmış, kimileri ondan ürkmüş, kimileri de gülmekten ölmüştür." Hikâyenin ürkütücü olması bahsine pek katılmamakla birlikte, gülmek, ya da eğlence bahsine katılıyoruz. Poyraz'ın bu zorlu metni, kuşkusuz zaman zaman ritim sorunları yaşansa da, genel olarak, keyifle yazdığını hissedebiliyor ve gerekli dikkati gösterirseniz bu keyfe, tabiri caiz ise hınzırlıklara ortak olabiliyorsunuz.

Ancak tüm bu saydığımız olumlu unsurların yanısıra romanımızın temel sorunlarından birisi olan roman kahramanlarına, kişilerine derinlik kazandırılması, bir nevi üç boyutlu hâle getirilebilmesi problemi bu romanda da ortaya çıkıyor. Poyraz dil ve kurgu ile yoğun olarak uğraşırken kişilerini ihmal etmiş. Hikâyemiz Yavuz Ali'nin, öldürme, can alma eylemini büyük bir sorun hâline getirdiğini anlatmaya çalışıyor ama biz bunu gerektiği şiddette hissedemiyoruz. Biz hissedemeyince Yavuz Ali'nin ne kadar hissettiğini sorgulamaya başlıyoruz. Beri yandan Kara Agop'da izlediğimiz değişimin nedenlerini, keza Pencüyek'in başına gelen olayın nedenini, kişiler arasındaki problemlerin kaynağını anlamakta güçlük çekiyoruz, hatta pek anlayamıyoruz. Romanın kadınsız bir evren kurduğu eleştirisini ise daha önce yapıldığı için sadece okuyucuya hatırlatmak amacıyla değinerek geçiyoruz. Kuşkusuz bundan 300, 400 yıl önce yaşamış insanlarda bugünün insanının çelişkilerini, varoluşsal problemlerini arıyor değiliz, ama roman kişilerini harekete geçiren dinamikler yeterli ağırlıkta vurgulanamadığı zaman hikâye kendi iç dinamiklerini kazanamayıp yazarın keyfi ile ilerleyen bir anlatıya dönüşme tehlikesi ile karşı karşıya geliyor. Bu durum ise romandan ziyade çizgi romanı akla getiriyor. Mâlum, meşhur edebiyat eserlerinin çizgi roman uyarlamaları, yapısal zorunluluk nedeniyle derin kişilik tahlillerini es geçerek, o canlı kanlı, pişmanlıklarla, aşkla, kızıl ile karayla, suçla cezayla kavrulan kahramanları tıpkı çizginin iki boyutu gibi düzleştirir, o güzelim romanları basit bir Tom Miks, Texas macerasına dönüştürür. Poyraz'a, emeğine haksızlık etmek istemem ama metni okurken zaman zaman Şehristan Rivayetleri'nin harika bir çizgi roman olacağını düşündüm. Poyraz kişilerin tasvirini ihmal ederken İstanbul'un harika çizimlerini yapmayı başarmış sözcüklerin gücü ile. Kimbilir belki (şanslı olduğumuz bir konu) çok sayıdaki yetenekli çizerlerimizden birisinin dikkatini çeker, ilerde nefis çizimlerle bir çizgi roman uyarlamasını okuma şansı elde ederiz. Bir ilk roman için son derece başarılı olan Şehristan Rivayetleri ilgiyi ve hoşgeldini hak ediyor, gönül rahatlığı ile tavsiye ediyoruz.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

“Eko-feminist” bir okuma: Okur yuvarlanmış yazarını bulmuş



Son yıllarda edebiyatımıza bir “araştırmacı romancılık” musallat oldu. Profesyonel roman yazıcıları (romancı ya da edebiyatçı demeye dilim varmıyor) çok satar bir roman yazmanın garantili formülü olarak tarihten çıkarılan bir konunun (dünyanın girdiği yeni Orta Çağ karanlığına uygun biçimde özellikle mistik bir konu olursa şahane olur, olmazsa azınlıklarla ilgili bir olay da iş yapar) haplaştırılıp, üstünkörü güncel bir kurgu ile çala kalem karıştırıldığı sözde romanlarla amansız bir rekabet içerisindeler. Serbest piyasa ekonomisinin bildiğimiz mal rekabeti, ürün geliştirme faaliyeti, ne bir eksik ne bir fazla. Bu yöntem bilgiyi de, edebiyatı da değersizleştirip, metalaştırıyor. Değerli bir maden olduğuna inanılan bir konu bulunursa konu ile ilgili birkaç kitap karıştırılacak, bir iki akademisyen bulunacak, sonra da bu sözde uzmanlık, bebeklerine kendi ağızlarında çiğnedikleri köfteyi veren anneler misali okura kaşık kaşık takdim edilecek. Bu romanların verdiği tad da aynı o çiğnenmiş köfte tadı. Yıllardır çökmüş bir eğitim sisteminin ürünü olan, artık kendi dilini bile doğru dürüst konuşmaktan anlamaktan aciz, zamanın ruhuna uygun haplara meraklı, kitabı süpermarket ve AVM malı olarak tanıyan okur çoğunluğu da öğrendikleri ile zevkten dört köşe olacak. Haliyle, ticari birer işletme olan yayınevleri de yazarlarına tarihi ya da tarih ile ilintili romanlar üretmelerini tavsiye edecek, ediyorlar. Kitap süpermarket metası haline geldikçe kötü edebiyat daha fazla yer kaplıyor. 60'lı 70'li yıllarda belli başlı, ciddi yayınevleri tarafından basılması mümkün olmayan eserler, ortalığı kaplıyor. Temel mantık ve felsefe eğitiminin bile olmadığı bir toplumsallık içerisinde dilleri bozuk, temel mantık kurallarına aykırı kurgu ve dramatik yapıları ile sözde romanlar çok satarlar listesinin abonesi oluyor.

Buket Uzuner'in son kitabı “Uyumsuz Defne Kaman'ın Maceraları, Su”yun ismini duyduğumda bir çocuk romanı  olduğunu düşündüm. Uzuner'in son romanını yirmi sayfa kadar okuduktan sonra diyaloglara tahammül edemediğim için bir kenara bırakmıştım. Su'yun da ilk sayfalarında, kaybolan gazeteci kızları için karakola giden üç kadının karakolda konuştukları bölümde aynı sorun devam ediyor. Yazarımız bize gazeteci Defne'nin kişiliğini, aile yapısını anlatmak için polis ile yaptıkları kayıp şahıs bildirimi görüşmesini uygun görmüş. Roman kişileri arasındaki diyalogların, gerçeklikte olduğu gibi kişilerin o andaki fiziksel ve ruhsal durumuna ilişkin değil de, okuyucuya bir şeyler anlatmak, bilgi vermek amacıyla kullanımı romanın sonuna kadar devam ediyor. Roman kişileri roman evreninde kendileri için yaşayan kişiler değiller. Onlar bize bir takım olayları, bilgileri, hatta yazarın düşünceleri, hassasiyetleri, yargılarını aktarmak için basit birer araçtan ibaretler. Bir zamanların kötü Toplumcu Gerçekçilik romanlarının söylev çeken militan tipleri gibi. Bu metin ergence bir dille ergenler, ya da hep ergen kalanlar için yazılmış gibi olduğundan “Ergenci Gerçekçilik” akımı altında sınıflandırmak gerekiyor.

Uzuner, üç tutam Şamanizm, birer tutam çevre sorunu, HES, mezhep çatışması, kadına şiddeti karıştırıp, üzerine baharat olarak bir miktar Lawrence Block marka Matt Scudder baharatı serpiştirerek bir polisiye kıvamı tutturmaya çalışmış. Ancak maalesef ortaya çıkan sonuç ilköğretim için bir Ahlâk veya Yurttaşlık Bilgisi dersinin ek okuma kitabı olmaya bile uygun olmayan bir metin olmuş. Aslında çocuklar için aydınlatıcı olabilir, ama Türkçe o kadar yetersiz, o kadar çok hata var ki zararı yararından çok olabilir.

Konu, birden bire ortadan kaybolan toplumsal sorunlara çok duyarlı Şaman/Kaman Gazeteci Defne hanımın aranması. Mekân Kadıköy Çarşısı, baş rollerde bir alevi olan ve aşık olduğu sünni kızla evlenmesine ailelerin karşı çıktığı, Matt Scudder hayranı “Komserim” Ümit, son on yıldır dükkânından sadece karşıdaki bakkala alışveriş için çıkan Komserim Ümit'e Scudder'ı tanıtan Sahaf Semahat, Defne'nin ninesi Umay Nine.

Dramatik yapı o kadar zorlama ve tutarsız ki, dokunduğunuz anda elinizde kalıyor. Dergimizin sayfa kısıtlaması nedeni ile sözü daha fazla uzatmadan yerimizin elverdiği kadarıyla (toplamı sekiz sayfa) romandaki hataların küçük bir kısmını aktaralım:

Sözcük seçimlerinde sorunlar var: azapkâr, cinnetkâr , magazinsel, haker gibi. Yoğun biçimde “falan”, “ya hu”, “ve/ya”, “handiyse”, kahvaltı yerine “kahve-altı” kullanımı garip kaçıyor. Neredeyse her sayfada birkaç kez sözcükler tırnak içine alarak okuyucuya “bakın siz farketmezsiniz, bu sözcük burada çok önemli!” uyarısı yapılıyor.

Çevreci gazetecimiz Defne hanım metal dedektörlü kapıların radyasyon yaydığı yolundaki şehir efsanesine inanmış görünüyor (s.14). Bu dedektörler radyasyon yaymaz. AVM girişlerinde çantaların kontrol edildiği Xray cihazları ile karıştırıyor. Ayrıca bütün iskelelerde kapı dedektörler yok.

“Devasa lüfer” diye bir balık olmaz, lüfer'in devasası Kofana'dır. Dilenirse “devasa kofana” denebilir. (s.1)

"Ben şu anda nereye gittiğini bilmediğim bir otobüse biniyorum, takip etmem gereken birine dair önemli bir işaret aldım." (s.7) Epeyce düşündüm ama insanın nereye gittiğini bilmediği bir otobüse nasıl binebileceğini anlayamadım.

" 'Yüzyılın en sıcak yazı', küresel ısınmanın bir sonucu olarak gündeme otururken, ne bu felakete yol açan insanlığın artan açgözlü tüketim hırsı, ne de aynı nedenden artan göç, kıtlık ve nüfus sorunlarıne dair endişeler dile getiriliyordu." (s.14) Buradaki hatayı siz bulun, Türkçe testi olsun.

"artık hem çok hızlanan yüksek teknolojik hayatımızı devam ettirebilmek" (s.23)

"bugün Anadolu'nun yaşayan bütün halklarına karışan şimdiki "Türk'iyeliler..." (s.24)

"2B ormanlık arazileri talana açılıp, halka refah vaat etmeyeceği belli varsıllar için satışa sunulabildi." (s. 24)

"Neden harıl harıl toprak altıyla üstünde binlerce canlıya birbirine gıda zinciriyle bağlı hayatlar sunarak biz insanlara hizmet eden derelerin yerine..." (s.24) “Besin zinciri” demek istiyor yazarımız, gıda zinciri bambaşka bir şeydir.

"Tasvir'i her düşündüğünde içi yanıp burnu sızlayan Komiser Ümit, yine burnunu çekti." (s.29) “Burnunun direğini” sızlatmak istemiş olmalı.

Komserim Ümit çocukluğundan beri Kadıköy'lüdür. Yıllarca da Kadıköy çarşısında devriye olarak dolaşmış, her gün Sahaf Semahat'in dükkânının önünden de geçmiştir ama ne hikmetse: "Aslında elden düşme kitap satanlara 'sahaf' dendiğini de üç yıl kadar önce Tasvir'le onu ayırmalarından evvel, Kadıköy Çarşısı'ndaki bir sahaf dükkânına birlikte gittiklerinde” (s.32) öğrenir. Aynı sayfada şu bilgi de verilir üstelik: "Kadıköy Çarşısı içinden başlayıp Moda'ya kadar uzanan güzergâhta birbirinden güzel ve gizemli onlarca sahaf dükkânı varken.." (s.32) Acaba Komserim Ümit süzme salak mıdır?

"elinde kim bilir kaçıncı sigara ve kırtlama içtiği demli çayıyla...." (s. 38) “Kırtlama” diye bir şey yoktur, doğrusu kıtlama'dır.

"Ancak 'sürekli ergenlik' yaşamakta direnenlerdensen, mümkünü yok buluşmasının hayatının herhangi bir yerinde ikimizin." (s. 40)

"gönlünden buse ediyorum." (s. 41) buse, öpücük anlamına geldiğine göre yazarımız tarafından öpücük edilmiş oluyoruz.

Sahaf'ın "Eskiliği; bir zamanlar en az bir kişinin okuduğu, gözlerinden zihnine düşünce ve duygular aktarmış oluşundan değerli, kim bilir hangi hayatlara kaç kere eşlik etmiş, görmüş geçirmiş kitaplardan meydana gelen on binlerce 'söz dünyasının' ev sahibiydi. (s. 42) Anlayabilene aşk olsun ya hu!

"Ancak daha önce incinmiş olanlar, hüzünlü bir gülüşün arkasına saklanarak güvende olmayı unutma acısına tercih ederler çoğunlukla..." (s. 43) “Unutma acısı” nasıl bir şeydir acaba? Unutulanlar nasıl acıtabilir?

"Hani eski filmlerde 'bohçacı' falan diye takıldıkları tipler var ya, onlar aslında konak ve evleri dolaşıp bohçaları içinde kitap satarlarmış, ilk elektronik alışveriş, hah ha!" (s. 46) Enteresan tabii ilke elektronik alışveriş!

Defne Kaman, çarşıda daha önce hiç tanımadığı Komserim Ümit'in karşısında bitiverir ve " bana bakıp öyle bir, "beni ancak siz kurtarabilirsiniz," dedi ki... Samimi olduğuna inanmamak için zâlim olmak lâzım... Bir de sırılsıklamdı..." (s. 51) Fakat bizim süzme salak KomserimÜmit, zâlimden de zalim olmalı ki, kendisine bir kağıt uzatan Defne'nin kalabalığa karışarak yok olmasını izlemekle yetinir! Anlatmak için Samahat'a gider ama sıcaktan yolda unutmuş olmalı ki şöyle konuşur: "Zaten ben şu ânda resmen izinliyim, onu arkadaşlar arıyor, hayırlısıyla bulurla inşallah, bana ne ya!"

Ümit kendi kendine konuşmakta: “ 'Evlâdım, senin de soyadın Kaman, onun için sana geldik!' falan diye...Ne olmuş yani? Türkiye'de Kaman soyadı olan belki milyonlarca insan vardır?" İnsanın içinden Komserime çüş demek geliyor.

Semahat'ın Komiser Ümit'e anlattıklarından Şamanlık, dinler, mitoloji gibi konularda okumuş, bilgili bir kadın olduğunu anlıyoruz. Fakat bu kadar bilgili bir kadın Alevi olan Ümit'e çay ikram ederken "Ya ben sık sık sana 'tavşan kanı' çay ikram ediyorum Komserim, ama acaba pot mu kırıyorum, ha?" diyebilmekte, bu kez biz şuursuz okurları aydınlatma rolünü Ümit üstlenerek "Ah Samahat Abla, Alevilerle ilgili öyle fazla yanlış bilgi var ki toplumda..." (s.60)

"zihni uzak bir yerdeymiş gibi orada bulunan bedeniyle soğuk suyu içti Ümit." (s.63)

Evde annesi, babası varken odasına kendisini kilitleyen Komiser Ümit'in annesi kapıdan şöyle seslenir: "Can oğlum, iyi misin, bak ben senin annenim!" (s. 76) Ümit'in süzme salak olduğunu annesinin de bildiğini, kendisini anımsatmak gereği duyduğunu anlıyoruz.

"fare düşse başını yaracak kadar karmakarışık masasının üzerinde telefonunu ararken" (s. 161) Kendisini Tolstoy'un yanında gören yazarımıza acil olarak bir deyimler sözlüğü edinmesini tavsiye ediyoruz. Nereden öğrenmiş ise kullandığı bütün deyimleri yanlış kullanıyor. Fare düşse deyimi bir ortamın yoksulluğunu, hiç bir şeyin olmamasını anlatmak için kullanılır, karışıklık için değil. Ama büyük yazarlar "ben yazdım, oldu!" diyen insanlardır, şüphesiz.

"gözlerini o şehrengiz manzaradan almadan" (s. 194) Şehrengiz sözcüğünün anlamı bilinmeden kullanılmış. Şehrin güzelliklerini anlatan edebiyat türüdür, sıfat olarak kullanılmaz.

"Su ısısı sıcak ama hipotermi ve maserasyon riski var." Yine uzmanlık konuşuyor ama kastedilen süre üç gün! Üç günde ortada risk kalmayacağını, sadece ceset olacağını bilmiyor yazarımız.

"yıllardır karşı bakkal dışında sokağa adım atmayan Semahat'in yüzüne tokat gibi çarptı." (s. 207) Osmanlıca kursunu da bakkalda almış olmalı.

"öz annem tarafından emzirilmeyi reddedildiğim için" (s. 239)

Ümit'in rüyasından: "Ulan şerefsiz, ne istersin günahsız yunusla melek kız Defne'den, ulan gücün varsa bana gelsene şerefsiz lavuk!" (s. 267)

Son mesaj: "Bilgelik, ne pahalı arabasını satıp tüketim manyaklığına tövbe etmekle, ne de sûfi filozoflara güzellemeler yazarak elde edilecek kadar hızlı-kolay-hazır paket bir erdemdir." (s. 328) Mesajın adresini tahmin edersiniz. Ama maalesef Elif Şafak'ın kötü romanı Aşk, Su ile kıyaslandığında bir başyapıt sayılabilir.

11 Mart 2012 Pazar

Din ya da Politika: Neden Felsefe?


Öyle bir kitap düşünelim ki, mevcut politik yelpazenin hiçbir kanadının hoşuna gitmesin. Ulusalcılar gericilikle, müslümanlar kafirlikle, Kürt milliyetçileri, Türk milliyetçiliği ile eleştirsin. Kafatasçılar ise zaten okumazlar.
  
Öyle bir kitap düşünelim ki, anlaşılması zor olmadığı, Türkçeyi yetkinlikle kullandığı, derdini gayet açıklıkla ifade edebildiği halde bu ülkedeki üniversite mezunlarının çoğunluğu tarafından anlaşılması zor bulunsun. Kısacası öyle bir kitap olsun ki, varlığı ile adeta günümüz Türkiye'sinin bir aynası olsun: Kürt meselesinden AKP'ye, Said-i Nursi'den Fethullah Gülen'e, müslüman zihniyetin çözümlenmesinden bilinç felsefesine, oradan insan-birey olmak sorularına kadar gündemimizdeki tüm sorunları büyük bir cesaretle tartışsın; dogmaların ve kutsalların üzerine çekinmeden sadece özgür bireyin bağımsız düşüncesi ile yürüyebilsin. Bu kitabı gündem maddesi yapıp tartışabilsek bir aydınlanma umudumuz bile doğabilir. Ama muhtemelen ikinci baskısı bile yapılamayacak.

Bu rahatsız edici kitabımızın adı: Din ya da Politika (Neden Felsefe). Yasin Ceylan çoğunluğu Radikal 2'de çıkmış yazılarından derlemiş. Yasin Hoca'nın hayat hikâyesi de manidar: Türkçe bilmediği için ilkokulu ancak yedi yılda bitirebiliyor. Babası "bu gerizekâlıdan bir şey olmaz!" diyerek okuldan alıyor, bir terzinin yanına çırak veriyor. Ama hocanın deyişiyle basiretli bir din adamı, "bu oğlan mektep okumalı" diyerek babasını ikna ediyor, İmam-Hatip okuluna gitmesine ön ayak oluyor. Bu müdahale, Edinburgh Üniversitesi'nden doktoralı bir ODTÜ Felsefe profesörlüğü sürecinin başlangıç noktası oluyor.
  
Hep söylenir, Türkiye'de felsefe geleneği yok diye. Bu eksikliğin sonuçları, ortalama birey üzerindeki etkileri vahimdir. Felsefe geleneğinin olmadığı bir ortamda "düşünmek"ten söz edilemez. Daha da ötesi düşünmek sıradan bir birey için işkence haline gelir. Zira düşünmek eğitimsiz, kendiliğinden gerçekleşebilecek bir beyin fonksiyonu değildir. Yorucudur; bilgi ister, odaklanma, ölçme, değerlendirme, farklı açılardan bakabilme gibi becerilerin gelişmiş olmasını ön gerektirir. Düşünme becerisini edinemeyen bireylerin düşünen metinleri ya da söylemleri de izleyebilmesi, anlayabilmesi mümkün olamaz. Dolayısıyla "Aşk Kuantumu", "Allah’ı Bildiğimi Sanırdım", "Çılgın Türkler" gibi büyüklere masallar yüzbinler satarken, evrensel ölçülerde ortaokul düzeyinde düşünme yetisi gerektiren, zaman zaman ironi içeren metinler, üniversite mezunlarının çoğunluğunca bile algılanamaz. Üstüne üstlük, o eğitim sırasında ya da yukardakilere benzer hikâye kitaplarından yarım yamalak öğrendikleri kavramlarla hakarete varan eleştiriler bile üretirler. Yasin Hocamız da bu okumuş cahillerin çemkirmelerine maruz kalabiliyor.

Bu kitap bir düşünce ziyafeti sunuyor. Eğer herhangi bir korkunuz, takıntınız varsa, demir attığınız limandan ayrılmaya hiç niyetiniz yoksa, dininiz, milliyetiniz, kısacası insanın üretip kutsallaştırdığı, sonra köle olduğu herhangi bir hurafeniz varsa uzak durun bu kitaptan. Yazının bundan sonrasında sözü kitaba bırakmak istiyorum, zira onu ondan daha iyi anlatabilecek durumda değilim:

Türklerin olumlu bir niteliği olarak belirtilen "itaatkâr" olmaları üzerine:

"Şimdi, Allah’ın sevdiği kavimlerden Türklerin, itaatkâr oldukları ve intikamcı olmadıkları için devlet olabildikleri tezini ele alalım... Ancak muti olmak ve itaat etmek, her durumda övülecek bir nitelik değil. Türklerin itaat mercii kuvvettir. Kim kuvvetliyse ona itaat etmiştir. Türklerin bu mizacı, tarihsel olarak, günümüze kadar, bir millet olarak ayakta kalmalarına katkıda bulundu. Fakat günümüzde, bireysel özgürlüklerin ve kul yerine vatandaş kavramının egemen olduğu çağımızda, kuvvete itaat, bir milletin ve devletin sonunu bile getirebilir. Çünkü kuvvet çoğu zaman haklılık demek değildir. Kuvvet, yalnız başına bir erdem de değildir. Hukuk ve merhametle birleşmediği zaman, zulüm ve baskıya dönüşür. Zulme dönüşmüş bir kuvvete itaat, gönülden olmaz. Korku sebebiyle olur. Korkan bilinç, özgürlük talep etmez de kaderine razı olursa, korku merkezine ta’abbud etmeye başlar. Yani, korku saçan şahıs ve kurumlara tapmaya başlar. Türk kültüründeki devlet kavramının kutsiyeti ve lider kültü bundandır. Devletin icra ettiği her türlü zulüm ve haksızlığa rıza göstermek de bu anlayıştan kaynaklanıyor. Çünkü kutsal olan şeye, karşı gelinmez. Ne yaparsa doğru yapar. Her yaptığı, bir hikmete mebnidir. Lider de layuhtidir, ona mutlak itaat esastır. Türk siyasetinde, devleti, doğru yanlış tüm edimleriyle esas alan bir partinin (MHP) varlığı bir rastlantı değildir. Hangi demokratik ülkede böyle bir parti mevcuttur? Irkı esas alan bir partiye rastlanabilir, ama ırk ile birlikte devleti kutsal sayan bir parti var mıdır?" (s.214)
  
İslam ve İslami partiler konusunda: "Cumhuriyet hükümetlerinin halkına karşı işlediği her suç ve günah, İslamcıların hanesine birer fazilet ve sevap olarak geçti. Oturdukları yerde güç ve itibar kazandılar. Şimdiye kadar iktidar olarak, yaptıkları iyilikler ise inanmadıkları alanda, kerhen yaptıkları şeylerdir. İnandıkları alandaki icraatlarını yeni yeni görüyoruz, göreceğiz. Kendileri dışındaki yaşam biçimlerine, şimdiye kadar kısmen dokunmayışları, saygıdan değil, henüz cesaret edemediklerinden. Bu cesaret taayyün edince, tavırları değişecektir. İslamlaştırma dalgası, önü güçlü bir setle alınmadığı takdirde, her şeyi altüst edecek, dalganın hızını iktidardakiler bile kesemeyecektir. İslami ateş, onların birçok icraatını İslam´a uygun bulmayacak, sonunda onları da yakacaktır" (s.171)
  
İrtica hakkında : "Türk modernleşmesinin diğer adı olan Atatürk İnkılâpları veya Kemalizm, ikna eden bir teoriden mahrum bırakıldı. Kanun ve kolluk gücüyle empoze edildi, halk ve aydınlar nezdinde zihinsel bir hazırlığa gidilmedi.... Din eleştirisi sığ bir nazariyeyle yapıldı, Batı’da 19. asırda, din eleştirisi adına yazılmış olan devasa literatürden faydalanılamadı. Geleneksel inançlarla savaşmak yerine bunlara inananlarla savaşıldı, birçok inançlı insana zulüm edildi. Batı’daki modernitenin ve Aydınlanma’nın mimarları ve filozofları müslüman halka tanıtılmadı, fikirleri benimsetilmedi. Bu sebeple, laik bir entelektüel, geleneksel kültür ve Ortaçağ felsefesine vakıf bir din bilgini karşısında cılız ve yetersiz kaldı... Kültürümüzde mevcut olan dindarlık ile erdemlilik arasındaki güçlü bağı kıramadı.
  
Aydınlanmanın orijinalinde tek akıl, önder sultası ve karizmatik kurtarıcı unsurları yokken, bizde aydınlanma Atatürk, Büyük Önder ve Atatürkçülük gibi kavramlarla lanse edildi. Bu klişeler, irtica ile mücadelede yegâne silah olarak kullanıldı ve giderek kendisi de bir din halini aldı. Bu sebeple, bugün irtica ile mücadele eden aydınlamacı bir kültür yerine başka bir irtica vardır. Başka bir deyişle geleneksel irtica ile mücadele eden, modern bir irtica vardır. Eşitlik, özgürlük, ilerleme ve Batılılaşma olarak tarif edilen Kemalizm, günümüz Atatürkçüleri nezdinde, bu kavramları yadsıyan bir düşünce düzeneğine dönüştü. Kültürümüzde ortaya çıkacak bir aydınlanma hareketi, karşısında bir değil birbiriyle yarışan, iki tür irtica bulacaktır." (s.166-167)

Müslüman reformistler hakkında: "Onların hepsi her iyi ve yararlı olanın, bu ister bilimsel bir başarı, ister teknolojik bir yenilik veya sosyal bir değer olsun, Kuran'da mutlaka belirtildiğini ve bildirildiğini göstermeye çalışmaktadırlar. Ancak garip olan şudur ki, onların yukarıda anılan gelişmeleri hiçbir zaman önceden tahmin edememiş, bilememiş olmalarıdır. Her ne hikmetse onların tanrısal bilgilere ilişkin açıklamaları, her zaman olay gerçekleştikten sonra gelmektedir." (s.187)
  
Köhnemiş posizyonunuzu savunmak yerine, Hoca'yı aşacak eleştiriler üretebilecekseniz hodri meydan!

Çok heyecanlı: Masumiyet


Sene 1955, mekân ,müttefiklerin, esas olarak da Amerikalıların kontrolündeki Batı Berlin. Henüz Berlin Duvarı inşa edilmemiş. Amerikan gizli servisi CIA , İngiliz gizli servisi SIS ile birlikte başlattıkları meşhur "Altın Operasyon"u devreye almak üzereler. Operasyonun amacı Batı Berlinden kazılacak bir tünel ile Doğu Berlin tarafına geçip, yer altındaki telefon kablolarına çengel atarak Sovyet Karargâhının iletişimini izlemektir. Mühendislik açısından önemli zorluklar içeren bir projedir bu. Telefon kabloları Doğu Berlin'nin yoğun trafiğe sahip bir caddesinin sadece 50 cm kadar altındadır. Tünelin o noktaya kadar götürülmesi (yerin 6 metre altında 450 metrelik bir uzunluk), o noktada yukarı doğru çıkılması, sonra da yapılacak bağlantılarla tünele yerleştirilen onlarca belki yüzlerce teyp ile kaydedilmesi planlanmıştır. Nitekim tünelin faaliyette olduğu 11 aylık süre içerisinde 50.000 makaraya yarım milyondan fazla görüşme kaydedilecektir. Ayrıca iletişim şifreli olduğu için CIA merkezinde şifrelemeyi kıracak ekipler de devrededir. Ancak daha sonraları Amerikalıların Sovyetlerin şifrelerini kıramadıkları ortaya çıkacaktır.

Esas olarak Amerikalıların sorumluluğunda olan bu projeye İngilizler de bir anlamda yancı olarak takılırlar. Amerikalılar pek gönüllü olmasalar da siyaseten onların da projede olmalarına müsade ederler, ancak kritik pozisyonlardaki bütün elemanlar CIA'dendir.

CIA ve SIS'in projenin ilk toplantısının yapıldığı zamandan itibaren bilmedikleri ve projenin tümn kaderini etkileyen bir durum söz konusudur. Bunu romanın tadını kaçırmamak için burada zikretmiyoruz.

İngiliz edebiyatının 2. Savaş Sonrası en iyi 50 edebiyatçısı arasında sayılan, ülkemizde de tanınan ve sevilen Ian McEwan'ın bu romanı yeni değil, 1990 tarihli, ama Türkçe'de henüz yeni yayınlandı. Üstelik Roza Hakmen'in çevirisi ile. McEwan, Masumiyet'te yukarda kısaca özetlediğimiz gerçek olaydan, Altın Operasyon'dan esinlenmiş. Hatta gerçek bir karakter de (George Blake) romanda boy gösteriyor. McEwan her zamanki sinematografik anlatımı ile okuyucuyu peşinden sürüklemeyi, iyi edebiyatın gücüyle farklı duygulandırmalar yaratmayı başarıyor. Bir kaç on sayfa okuduktan sonra, aşağı yukarı her McEwan kitabında olduğu gibi "ne kadar güzel bir film olur bu öyküden" demeye başlıyorsunuz. Nitekim Masumiyet de sinemaya uyarlanmış ama sanırım pek başarılı bir uyarlama olamamış.

Romanımızın baş kahramanı İngiliz posta servisi memuru Leonard Marnham, saf, naif, 25 yaşına gelmesine rağmen ana baba kuzusu, her anlamda bakir bir gençtir. Dönem dünya sahnesinden üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğunun baş oyuncu olarak çekildiği, yerini Yankee'lerin aldığı bir dönemdir. Müttefikler dostturlar ama aynı zamanda gizli kıskançlıklar ve alttan alta bir rekabet de söz konusudur. Asil, mağrur, gururlu, ağırbaşlı İngilizler dünyanın bu yeni efendilerine burun kıvırarak bakarlar. Kişisel tavırlarında ve ilişkilerinde serbest, rahat, esnek hatta biraz laubali ama öte yandan da çok sistemli ve planlı çalışan, dünyaya yeni ürünler, yeni müzikler, danslar sunan ilginç insanlardır Amerikalılar. Kitap bu durumun altını çizerek başlar, Marnham'ı Berlin'de karşılayan İngiliz teğmen durumu "Burada sorun Almanlar ya da Ruslar değil. Hatta Fransızlar da değil. Sorun Amerikalılar. Hiçbir şey bildikleri yok. İşin kötüsü öğrenmiyorlar da, laf dinlemiyorlar. Huyları böyle." diye aktarır. Bizim posta memuru Marnham da Berlin'de atandığı bu göreve kadar "bir Amerikalıyla yüz yüze tanışmamıştı hiç, ama mahalle sinemasında onları derinlemesine incelemişti"r.

Marnham için Berlin'deki yaşamı, ailesi ile birlikte yaşadığı durağan ve sıkıcı Tottenham hayatından sonra, hayli ilginç ve gizli yeni görevi de hesaba katıldığında keyifli ve mutlu bir dönem olacaktır. McEwan, Marnham'ın kişilik özelliklerini, iç dünyasını, o dünyanın değişimini son derece başarılı bir şekilde aktarıyor. Marnham Berlin'de adeta yeni bir oyuncağa sahip olan küçük bir çocuk gibidir. İlk defa yalnız başına yaşamaya başlamakta, mutfak için hayatında ilk alışverişini yapmakta, adeta hayatı yeni baştan öğrenmektedir. Görevi Amerikalıların operasyonda İngilizler için münasip gördükleri kıytırık işlerden bir tanesidir. Önce onlarca teybi kuracak, çalışmaya hazır hale getirecek, son aşamada tüne bittiğinde ise telefon hatlarına sızma işleminde çalışacak, akabinde kayıt işlemlerine nezaret edecektir.

Amerikalı patronu Glass bu masum İngiliz gencine Berlin'in gece hayatını da tanıtmak isteyecektir. Bir gece önce Doğu Berlin'e geçecekler, daha sonra tekrar Batı'ya dönüp gecey müşterilerin birbirlerinin masalarına kağıda yazılı mesajlar göndermelerini sağlayan Hava Basınçlı Posta Servisi olan bir barda devam edeceklerdir. Bu barda Marnham kendisinden biraz büyükçe bir Alman kadınından, Maria Eckdorf'dan borulu sistem aracılığı ile dans daveti alır. Gecenin sonrasında Marnham'ın Maria ile yeniden iletişime geçmesi nice içsel mücadeleler, kurgular, iç diyaloglar ve günler sonrasında gerçekleşecektir. Berlin, başka keşiflerin yanı sıra bakir Marnham için kadını, aşkı, cinselliği, dolayısıyla bütün boyutlarıyla kendisini keşfettiği bir şehir mi olacaktır? Hayatın önünde açılan yeni boyutları bu saf ve masum İngiliz delikanlısı, posta servisi memuru, Altın Operasyon görevlisi Marnham'ı nasıl etkileyecek, kendisinin bile bilmediği yönlerinin ortaya çıkmasına neden olacak mıdır?

McEwan usta bir yazar. İlk bir kaç sayfayı geçip romanın atmosferine girdikten sonra güzel ve keyifli bir roman okumanın tüm etkilerini hissedebiliyorsunuz. Çevre, durum, kişilik betimlemeleri tam olması gerektiği gibi. Marnham anlatının boyutları düşünüldüğünde fevkalade resmedilmiş diyebiliriz. Hikâye kusursuzca akıyor. Okuyucu Marnham ile birlikte Altın Operasyon'da çalışmaya başlıyor. O'nun kendini gösterme gayretlerini, utangaçlığını, elini kolunu nereye koyacağını bilmezliğini, tüm acemiliklerini, yani pek çok insani ortak paydamızı keyifle ve merakla paylaşıyoruz. Romanın ilk yarısı gayet huzurlu, dingin, keyifli bir şekilde cereyan ediyor. McEwan ikinci yarıda hızlandıracağı ritim için önce okuyucuya güzel bir masaj yapıyor adeta. Kendinizi bırakıveriyorsunuz yazarın ellerine. İngiliz roman geleneğinin birikimini hissetmemek mümkün değil bu ustalıkta. Marnham için her şey pek güzel gözüküyor, dolayısıyla biz okuyucular için de. Ancak hayatta yeni ilişkilerin, yeni mekânların her zaman tahmin edilemeyecek, önceden hesap edilemeyecek riskleri vardır. Hiçbir insan yalnız değildir, her ilişki aynı zamanda, karşımızdaki insanın geçmişiyle de ilişki kurmak demek değil midir?

Romanın ikinci yarısı, ilk yarının tersine adeta bir Roller Coaster seyahati biçiminde. McEwan'ın bizi tepeye çıkarıp, oradan aşağıya bıraktığı noktadan sonra kitabı elinizden bırakmanız mümkün olmayabilir, o yüzden zamanlamayı iyi yapmakta fayda var. 130. sayfaya geldiğinizde gece yarısı ise sabahlamamak için, bir iki saat içinde işiniz varsa geç kalmamak için, kitabı bir kenara kaldırıp, uygun ve geniş bir zamanda devam etmenizde fayda olabilir. Toplam 230 sayfa olduğuna göre, 100 sayfalık kesintisiz bir okuma zamanı ayırmanızda fayda var; zira son 100 sayfa tam da "bir solukta okunacak" nitelemesini hakedecek derecede heyecanlı ve sürprizli. Aşk, casusluk, cinayet, ihanet yok yok! Dolayısıyla türün meraklılarına, ayrıca kafayı çok yormadan iyi bir roman okuyarak hem hoşça hem heyecanlı vakit geçirmek isteyenlere gönül rahatlığı ile önerilebilecek bir roman. Üstelik Roza Hakmen'in Türkçesi ile.

Einstein'in Düşleri


Alan Lightman 1948 doğumlu Amerikalı bir fizikçi, yazar ve sosyal girişimci, yani toplumsal sorunlara yaratıcı çözümler üzerinde uğraşan bir kişi. Kamboçya'da eğitim yoluyla kadınların sosyal durumlarını düzeltmek amacını taşıyan Harpswell Vakfı'nın kurucusu. Massachusetts Institute of Technology'de hocalık yapıyor ve bu üniversitenin tarihinde hem Fen hem de Sosyal Bilimler Fakültelerinde ders veren ilk öğretim üyesi sıfatını taşıyor. Lightman'in 1993 yılında yayınlanan, Aylak Kitap tarafından Türkçe'ye kazandırılan "roman"ı (!) Einstein'in Düşleri 30 dile çevrilmiş bir çok satar. Ayrıca ABD'de bir çok kolej ve üniversite'de okutulan, kolej seviyesinde ise en çok okutulan metinlerden birisi.

Aylak Kitap, Platon Bir Gün Kolunda Bir Ornitorenkle Bara Girer'in yakaladığı satış başarısından esinlenerek benzer kulvarda bir kitap olan Einstein'in Düşleri'ni seçmiş olmalı. Lightman, roman olarak sınıflandırılan bu kitabında ( Library of Congress katalogu kitabı biyografik roman olarak sınıflandırıyor, dünyanın her yerinde de kurgu olarak sınıflandırılıyor, ancak her nedense Aylak Kitap bu kitabı "Popüler Bilim Dizisi" altında yayınlıyor. Tuhaf!) Einstein'in Görelilik ve Zaman kuramını konu ediniyor. Anlatı 1905 yılında İsviçre'nin Bern kentinde Einstein'in çalışmakta olduğu İsviçre patent ofisinde başlıyor. Sabahın erken saatlerinde henüz ofiste kimsenin olmadığı bir zamanda, şafak vaktinde ofisin tasviri ile. Ancak okuyucu bundan sonra alışılageldik bir kurgu ve olay akışı beklentisine girmemeli, zira anlatı, kitabın isminden yola çıkarak Einstein'in düşleri olduğunu anlamamız gereken bir kaç sayfalık çok sayıda küçük bölümle ilerliyor. Arada bir kaç bölümde gerçekliğe dönüyor Einstein'in çalışma arkadaşı ve dostu Michele Angelo Besso ile olan görüşmelerini izliyoruz. Besso, Einstein'ın yaşamında önemli bir karakter, zira Ernst Mach'ın çalışmaları ile onun sayesinde tanışıyor. Einstein henüz meşhur kuramını ortaya çıkarmamış, ama eşiğinde. Fakat anlatıdan kuramı nasıl oluşturduğu ile ya da yaşamı ile ilgili bir beklenti de oluşmasın.

Tipik bir biyografik anlatı yerine Lightman zaman'ı ele alıyor, irdeliyor. Zaman'ın olasılıkları üzerinde düşsel ve şiirsel denemeler veya kısa öyküler demek daha doğru olabilir. Kimsenin ölmediği bir dünya, zamanın tersine aktığı, ya da insan ömrünün tek bir gün sürdüğü bir dünyada yaşamak neye benzerdi? Lightman işte bu tür zaman boyutlu sorular üretiyor ve bu sorularını yanıtlamaya, okuyucusunu düşündürmeye çalışıyor. Düşlerin ilki şu varsayım üzerine:

"Farzedin ki zaman kendi üzerine bü­külen bir çember ve dünya hiçbir de­ğişikliğe mahal vermeden sürekli ken­dini yineliyor…"

Sonraki her birisi bölüm başlığı niteliği de taşıyan kimi varsayımları aktaracak olursak:

"Bu dünyada zaman, ara sıra bir parça döküntüyle yolu şaşan bir akarsu, ge­çip giden bir esinti." , "Bu ev­rende zaman, uzay gibi üç boyuta sa­hip" ,
"Bu dünyada iki zaman var. Biri meka­nik zaman, diğeri bedenin zamanı…" ,
"Neden ile sonucun düzensiz olduğu bir dünya burası. Neden bazen sonuç­tan önce, bazen sonra geliyor."
"Dünya, 26 Eylül 1907’de sona erecek. Herkes biliyor bunu."
"Kasabanın her bölümü ayrı bir zamana bağlanmış."
"Zamanın durakladığı bir dünya burası"
"Zamanın hiç bulunmadığı bir dünya. Sadece imgeler var."
"Bu dünyada insanların bellekleri yok."
"bu dünyada zaman düzenli değil, kesintili akıyor ve bunun sonucunda insanlar gelecekten
parçalar görüyor."
"Bu hız takıntısı niye peki? Bu dünyada zaman hareket edenler için daha yavaş geçiyor
çünkü. Haliyle herkes zaman kazanmak için yüksek hızda hareket ediyor.
"Bu dünyada zaman tersine akıyor."
"Diyelim ki insanlar fani değil; ebediyen yaşıyorlar."
"Bu dünyada hiç kimse geleceği hayal edemiyor."
"İnsan ömrünün tek bir gün sürdüğü bir dünya hayal edin"

Her bir bölüm bu varsayımlardan birisinin Bern kentinde 1905 yılında insanların gündelik hayatlarını, hayata bakışlarını, amaçlarını, ilişkilerini nasıl etkilediğini örnekliyor. Bölümler / düşler arasında bir bağlantı yok. Dolayısıyla küçük öyküler gibi, farklı zamanlarda görülmüş ve kağıda aktarılmış düşler gibi düşünmekte yarar var.

Türkçe'sinden yola çıkarak değerlendirdiğimizde bu kitabın bir çok satar olması biraz ilginç. Konu, kurgu, üslup açısından akıcı, keyifli bir anlatı değil, en azından Türkçe çevirisi ile. Dolayısıyla ABD basınında çıkan değerlendirmelerden alıntılanan "büyüleyici, kışkırtıcı, nefis" gibi tanımlamalara iştirak edemiyoruz. Tam tersine okuma süreci kesik kesik, zorlukla, okumaya devam edebilmek için yoğun olmasa da bir miktar dikkat sardefilmesi gereken bir süreç olarak gerçekleşiyor. Elbette bu durum, söz konusu görüşlere iştirak etmeyecek okurlar olmayacağı anlamına gelmiyor. Kuvvetli bir olasılık orijinal dili olan İngilizcesinin şiirsel bir üslubu olması olabilir. Nitekim bir yerde "şiirsel vinyetler" tanımlaması geçiyor. Maalesef İngilizcesi elimde olmadığı için bu varsayımı sınama şansımız olmadı. Böylesi bir metnin çevirisinde orijinalinde olan şiirselliği yakalamak zor olabilir. Kimi okurların eleştirilerinden bazı bölümlerin oldukça ilginç bulunduğunu ve kendi yaşamlarını o ana dek hiç düşünmedikleri bir açıdan değerlendirmelerine vesile olduğunu öğreniyoruz. İngilizce okurların önemli bir kısmı kitaptan coşku ile bahsediyorlar. "Zaman" kavramının ve olgusunun kurcalanması açısından önemli bir kitap. Zamana dair şimdiye kadar düşünmediğiniz boyutları düşünmenize vesile olabilir. Kuşkusuz bir de Fizikçilerin, Einstein'ın kuramı konusunda bilgili olanların daha fazla keyif aldıklarını, alabileceklerini düşünebiliriz. Ama normal okurun kendini kaptırıp gideceği, eğleneceği, üzüleceği, heyecana kapılacağı çok satarlardan birisi değil. Konuyla ilgili okurun saatler mertebesinde bir oturuşta okuyacağı kısalıkta, ama ritmine ve yaklaşımına uyum sağlayamayacak okuyucunun ise bitiremeyeceği uzunlukta bir metin bu.

Son olarak kitabın edebiyat ve bilim dünyası dışında da bir çok sanatçıya ilham kaynağı olduğunu, kitaptan esinlenilerek oyunlar yazıldığını, müzikler bestelendiğini, resimler yapıldığını da belirtelim. Bunu da anlamak zor değil, son dönemlerin fantazi düşkünü kitleleri için çok verimli bir tarla sunuyor. İngilizce okuyabilenlerin, bulabilirlerse bir de orijinal metnine göz atmalarında yarar olabilir.

Ayrıca şu linklere de bir göz atmakta yarar olabilir:

3 Ocak 2012 Salı

Yine Kazacağız, Yine Kaçacağız!


12 Eylül hapishanelerinden tünel kazarak kaçmak! Dönemi kıyısından köşesinden de olsa bir nebze bilenler için düşünülmesi, hayal edilmesi bile olanaksız, “hadi canım sende!” denilecek, gülünüp geçilecek bir proje. Çok sıkı güvenlik önlemleri, günün her saatine yayılan, işkencehaneyi ayrı bir yer olmaktan çıkarıp hapishanelerin tümüne, koğuşlara yayan akıl almaz bir baskı sistemi... Gün aşırı aramalar, toplu dayaklar, en temel insani gereksinimlerin karşılanmadığı, araç gereç olarak insanların elleri dışında kullanabilecekleri neredeyse hiçbir şeyin olmadığı bir ortam... Ama beri yanda bu baskının tarihi kadar eski, o baskıdan daha muazzam bir gerçeklik var: insanın özgürlük için direnişi. Baskı ile özgürlük arasındaki mücadele hiç bitmiyor. Tarihin uzun evreleri çerçevesinde bakıldığında da kazanan hep özgürlük oluyor.

Yerin altında tünel kazmak denilince ilk anda kimsenin aklına öyle pek büyük problemler gelmez. Fakat elinize kazmayı alıp, bahçenizde, bırakın tüneli bir yana, 1 metre derinliğinde bir çukur açmaya çalışırsanız işin boyutlarını kıyısından köşesinden hafifçe idrak etmeye başlayabilirsiniz. Hapishanede değil, tamamen özgür bir ortamda elinizde her türlü el aleti ile 5-10 metrelik bir tünel kazmak çok değişik boyutları olan ciddi bir mühendislik projesidir. Herşeyi bir kenara koyalım, aleti, edavatı, kazılan tüneli gizlemeyi (sadece yönetimden değil, değişik nedenlerle koğuşta birlikte yattığınız kimi arkadaşlarınızdan bile), gürültüyü önlemeyi, aydınlatmayı, havalandırmayı, hepsini unutalım ve bir tek soru soralım: çıkardığınız toprağı nereye koyacaksınız?

Sabahattin Selim Erhan, 12 Eylül öncesinin kitlesel devrimci örgütlerinden Kurtuluş'un bir üyesi olarak 1981 yılında tutuklanır. Ankara Emniyet Müdürlüğü'nün meşhur DAL'ında 67 günlük işkenceden sonra yaklaşık bir yıl kalacağı Mamak Askeri Cezaevine sevkedilir. Mamak cezaevinde insanları insanlıklarından çıkarmak için tarihin gördüğü göreceği en büyük insanlık suçlarının işlendiği dönemdir. 1983 yılının sonlarında Erhan'ın davası gereği Erzincan Cezaevi'ne sevki çıkar. Cezaevi 3. Ordu'nun ortasında bulunan bir yanı askeri havalanı olan askeri bir cezaevidir. 1986 yılına gelindiğinde ise mahkemeleri sonuçlanır: bazı arkadaşları idama mahkum edilirken, Erhan'ın da içinde olduğu bazı devrimcilerin idam cezaları ömür boyu hapse çevrilir. Onlar, ikisi hukukla ilgisi olmayan subay, diğeri askerden daha asker güya hukukçu bir sivilden oluşan mahkeme heyetinin bu kararına inat akşam koğuşa döndüklerinde cezaevi tatlısı ile kutlama yaparlar. Artık önlerinde hiçbir umut ışığı yoktur: 12 Eylül rejimi tüm ağırlığı ile devam etmektedir. Önlerindeki seçenek ya herşeyi kabul etmek ve ömürlerinin sonuna kadar mahkum kalmak, ya da kaçmaya çalışmaktır. Aralarında yaptıkları değerlendirmeler sonucunda kararlarını verirler: tünel kazarak kaçmayı deneyeceklerdir.

Erhan ve arkadaşlarının kaçmak için müthiş bir azimleri ve kararlılıkları vardır ama ellerinde kalemtraştan başka bir şey yoktur. Evet bir kalemtraş, onun küçücük bıçağı! İnsanın ne muhteşem bir varlık olduğunu bundan daha iyi ne kanıtlayabilir? Elinizde bir kalemtraştan başka hiçbir şey yok ve siz betonlara, demirlere, kayalara karşı uzunluğu 100 metreyi aşacak bir tüneli kazmayı göze alabiliyor ve işe başlıyorsunuz.

Arkadaşlarından Çarşambalı Suat'ın söyleyişi ile “Sebayittin” Selim Erhan, o kadar güzel anlatmış ki 3 kaçış öyküsünü, insan heyecan içinde özgürlüğe kavuşmalarını bekliyor, kitabı elimden bırakamıyor. Erhan'ın güzel anlatımı ve anlatımı için seçtiği teknikler sayesinde, bir anı kitabı olmasına rağmen sanki bir macera romanı gibi okunuyor. Dolayısıyla okuyacak olanların keyfini kaçırmamak için olayların akışından, dönemin 3. Ordu Komutanı Sabri Yirmibeşoğlu, sonrasında Eskişehir Cezaevi döneminde Adalet Bakanı olan Oltan Sungurlu ile ilgili anılarından da  daha fazla söz etmeyelim. Eğer bu bir roman olsaydı bazı yerlerde “Yok artık, bu kadar da olmaz!” denebilecek çözümler üretiyorlar. Dönemin atmosferi, insan ilişkileri, hapishane ortamı, tünel kazma sürecinin tüm detayları, neredeyse günü gününe o kadar başarılı bir biçimde kâğıda dökülmüş ki, sanki soluk soluğa bir macera filmi izliyoruz. Tesadüfen daha bir kaç gün önce, Erhan'ın da anılarında bahsettiği ve kendi maceraları ile özdeşlik kurduğu Henri Charriere'nin 1968'de yayınlandığında bütün dünyada çok satar olan, Fransız Guyanasında başından geçenleri ve kaçışını anlattığı “Kelebek” isimli romanınından uyarlanma filmi izlemiştim. Sebayittinlerin macerasının yanında Charriere'inki çok basit göründü. Bunun da ötesinde Internet'de yaptığım kısa bir araştırmada dünya tarihinde Erzican Askeri Cezaevinden kazılan tünel uzunluğunda bir cezaevi tüneli bilgisine rastlayamadım.

Dahası, çok daha önemlisi var: bu kitap akla gelebilecek en zor koşullarda liderlik, örgütlenme, çözüm üretme, ekip çalışması konusunda bir başyapıt. Sebayittin'in hapishane öncesi dönemde devrimci mücadele içerisinde yeteneklerini ne kadar sergileyebildiğini bilmiyoruz ama sanki hapishane koşulları onun eşine az rastlanır kişisel becerilerini sergileyeceği bir ortam oluşturmuş.

Bu kitabın yayına hazırlanmasında emeği geçen, anıların gün ışığına çıkmasına vesile olan Şair Naim Kandemir'e de şükranlarımızı iletiyoruz. Onun deyişiyle “Tünellerin Piri” Sebahattin Selim Erhan'a da yoldaşları ile birlikte sağlıklı ve uzun bir ömür diliyoruz. Şimdilerde kalbine karşı sürdürdüğü mücadeleyi de kazanacağından hiç şüphemiz yok. Tıkanmış damarları varsa, onları açmanın da bir yolunu bulacaktır mutlaka.

http://www.sebahattinselimerhan.com/