8 Aralık 2013 Pazar

Kızıl Darı Tarlaları

Son yıllarda en çok tartışılan Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Bay Mo Yan, yani Bay “Konuşma” oldu. Bay Konuşma'nın eleştirildiği, tartışıldığı nokta ise edebi üretiminden ziyade Çinli rejim muhalifleri hakkında konuşmaması, politik tavrı. Türkiye'de bizler ise konuşacak bir şey bulamadık, zira Mo Yan'ı duymamıştık bile. Neyse Can Yayınları sayesinde artık ucundan kıyısından konuşmaya başlayabiliriz, zira “Kızıl Darı Tarlaları” kitapçı raflarında arzı endam eyledi.

Mo Yan hakkında bilgi edinmek isteyenler Sabit Fikir'de Melisa Kesmez'in “Yeni başlayanlar için Mo Yan” başlıklı yazısını okuyabilirler, biz elimizden geldiği kadarıyla kitaba eğilmeye çalışalım.

Yan, Kızıl Darı Tarlaları'nın ilk bölümünü bir öykü olarak tasarlar ve bir dergide yayınlar. Sonrasında dört bölüm daha yazar, bunlar da ilk olarak dergilerde yayınlanır. 1987'de tamamı kitap olarak yayınlanır. Yönetmen Zhang Yimou, daha roman yayınlanmadan öyküyü okur, etkilenir, Yan'a filme çekmek istediğini belirtir. Romanın kitap olarak yayınlanması ile aşağı yukarı eş zamanlı olarak “Red Sorghum Clan” filmi gösterime çıkar , 1987'de Berlin'de Gümüş Ayı ödülünü alır. İngilizce çevirisi ise 1993'te "Red Sorghum - A Novel of China" başlığı ile yayınlanır.

Kızıl Darı Tarlaları, İngilizce başlığının da ifade ettiği gibi bir tür 20. yüzyıl Çin tarihi gibi okunabilir. Ama bir tür mikro tarih elbette. Gaomi Kuzeydoğu Bucağında üç kuşağın öyküsü. Anlatıcımız birinci tekil şahıs diliyle Ninesi, Dedesi, Babası, ikinci Ninesi ve bucağındaki, köylerdeki diğer insanların öykülerini anlatıyor. Elbette döneme damgasını vuran Japon işgali, Çinlilerin Japonlara direnişleri başrolde. Yan'ın da vurguladığı gibi seçtiği anlatı yöntemi (yani torunu hem anlatıcı hem de her şeyi bilen tanrı yazar olarak konumlandırmak), konusuna her açıdan yaklaşmasını sağlıyor.

Kızıl Darı Tarlaları'nın anahtarı Yan'ın şu sözlerinde gizli: “Yaşlılardan peri masalları, efsaneler, savaş anıları ve tarihi öyküler dinleyerek büyüdüm. Bunlar benim yazımın kaynağını oluşturdu, hepsini romanlarıma koyuyorum.” “Eğer bir yazar olmasaydım bu hikayeleri lüzumsuz bulabilirdim elbette. Ama bir yazar olarak inanılmaz derecede değerli ve önemliler benim için. Sanırım benim romanlarımın başkalarından çok farklı olmasının temel nedeni bu. Klasik romanlar, öyküler okuyarak büyüseydim, Mo Yan olamazdım.”

Bu durum Çin kültürüne yabancı bizim gibi okurlar için bir handikap teşkil ediyor. Anlatının hem biçemi hem de içeriği çok fazla yerellikle dolu. Anlatının gerçek anlamda algılanabilmesi için adeta Çindeki her otun, böceğin, kuşun, doğa olayının, geleneklerin, takvimin vs. yerel kültürdeki anlam ve önemini bilmek gerekiyor. Okuyucu romandaki olayları, kişisel ilişkileri, insan davranışlarını yerli yerine oturtacak kültürel ve folklorik arka planın hissiyatından ve bilgisinden uzaksa, anlatı o okuyucu için zorunlu olarak kuru, tatsız, sıkıcı hâle gelebilir kolaylıkla. Bundan da öte Çincenin bir dil olarak özellikleri, Yan'ın da özellikle folklorik, geleneksel bir dil kullanması ayrı bir bariyer oluşturuyor.

Sanıyorum, eğer başka kitaplarını da hazırlıyorlar ise, bu kitabı çıkış kitabı olarak seçmekle Can Yayınları tercihini doğru kullanmamış. Nobel Jürisinin ödül açıklamasında ödül için Yan'ın seçilmesinde en önemli tercihlerden birisi olarak romanlarındaki “kara mizah” belirtiliyordu. Kızıl Darı Tarlaları'nın bu çerçevede değerlendirilebileceğini zannetmiyorum. Kara mizahYan'ın sonraki romanlarında ve zaman içinde gelişen ve adeta Kafkaesk bir atmosfer niteliği kazanan bir özellik. O romanlarda yerellik ve folklorik özellikler de bu kitaba göre daha az. Dolayısıyla başka bir romanın ilk kitap olarak seçimi okuyucuyu Yan'a ısındırmak açısından daha doğru bir seçim olabilirdi. Bu romanın ortalama okuyucu kitlesinin önemli bir bölümü tarafından bitirilebileceğini zannetmiyorum. Çok başarılı bir çeviri olduğu söylenmesine rağmen İngilizcesinin de Amazon okur kitlesinden aldığı beğeni notunun düşüklüğü, aynı sorunun onlar için de geçerli olduğunu gösteriyor.

Yan'ın bu romanı panoramik bir çerçeve içerisinde Rabelaisyen (Gargantua) bir dünya kuruyor. İnsanların, hayvanların her türlü biyolojik işlevlerinin, sergilenmesi, canlı canlı derilerin yüzülmesi, kesilmeler, biçilmeler, kan fışkırmaları, efsaneler, doğanın mucizeleri anlatının temel izleklerinden birisi. Romanın kimilerince en çok beğenilen yönlerinden birisi bu konudaki canlı betimlemeleri. Yan filmin başarısında kitapta var olan şehvet nüvesinin üzerine gitmesi ve cinselliği fazlasıyla öne çıkarmasının rolü olduğunu belirtiyor. Yerelliği kullanımı açısından çok benzer bir kulvarda yer aldığını düşünebileceğimiz Yaşar Kemal nasıl bir basit doğa olayını sayfalarca betimliyorsa, Yan da öyle yapıyor. Roman bir detaylar manzumesi, basit detayların şiiri gibi. Ama bu şiirden estetik bir zevk alabilmek için Çin kültürü ile yakın bir tanışıklık gerekiyor; bu da hâliyle bizde olmadığı için bir süre sonra sıkıntı vermeye başlayabiliyor.

Anlatı düz bir çizgi izlemiyor, araya sonradan bazı kahramanların öyküleri girebiliyor. Sürekli “miş”li geçmiş zamanın kullanılması Çince'de nasıl bir etki yaratıyor bilinmez ama Türkçe'de yansıması pek mükemmel değil. İlk bölüm diğer bölümlere göre daha fazla sıkıcı, Yan sonraki bölümlerde açılıyor ve daha keyifli bir anlatı hâline dönüşüyor. Eğer ilk bölüm bitmeden sıkılmaya başlarsanız biraz sabrediniz, belki sonraki bölümler romanın sonunun bulmanıza yardımcı olabilir.


Bu türden romanların değerlendirilmesinde hep olduğu gibi, bu romanın da içerisinde her türlü farklı estetik, kültürel birikimleri barındıran okuyucu kitlesi içinde normal bir dağılımla çok beğenen bir azınlığın yanısıra, bir daha eline Yan almamaya karar veren bir başka azınlığı da ortaya çıkaracağı aşikâr. Çoğunluk ise sanırım Yan'ın romancılığı konusunda karar vermek için diğer kitaplarının çevirilerini bekleyecek. Edebiyatla daha profesyonelce ilgilenen okurlar bir kenara, “yaz geldi, şöyle beni her zamanki hayatımdan çıkarıp, başka bir dünyaya götürecek keyifli, akıcı bir roman istiyorum” diyorsanız, pek tavsiye etmiyoruz.

Divanımdaki Erkekler

"Divanımdaki Erkekler, bilimsel bir çalışma değil. Bir kişisel gelişim kitabı değil. Listeler, alıştırmalar ya da beyanlar içermiyor. Hikâyeleri okuyacak, içlerinden istediklerinizi alacak ve kendi kararlarınızı vereceksiniz."

Brandy Engler kitabını bu cümlelerle takdim ediyor. Kitabın ana fikrini ise tek bir cümle ile ifade ediyor: "Seks, nadiren sadece sekstir!" Engler bir klinik psikolog olarak Manhattan'da seks terapisi konusunda çalışmaya başladıktan sonra görür ki müşterilerinin ezici çoğunluğu erkeklerdir. Engler, güzel bir kurgu ile bir yandan bu erkeklerin hikâyelerini aktarırken paralel olarak kendi hikâyesini, birlikte olduğu, Amerika'ya göç etmiş ve maddi olarak başarılı olmuş, eşinden ayrı yaşayan Filistinli Rami ile olan ilişkisini anlatıyor.

Kim bu erkekler?

David: güzel bir sevgilisi olmasına rağmen barlarda tek gecelik ilişkiler için telefon numaraları topluyor. Arkadaşları ile bunu bir oyuna dönüştürmüş.
Alex: Sevgilisi Kasha'nın cinselliğinden memnun olmadığı ve bir Rus'la aldattığı adam.
Paul: Beğendiği ve sevdiği eşiyle ereksiyon sorunu yaşıyor ama mastürbasyon yaparken ya da masaj salonlarına gittiğinde sorun yok ve bunu bir bağımlılık olarak yaşıyor.
Charles: Tahrik olabilmek için nişanlısının başkası ile yattığını hayal etmek istiyor, nişanlısını da bu fantazilerini paylaşmaya zorluyor.
Casey: Amy'e aşık, ama pejmürde kadınların rol aldığı porno videolarının müptelası.
Mark: yalnız, ilişki kuramıyor, Sado Mazo topluluğunun bir üyesi. Gizli mekâna gittiğinde ise tamamen başka bir insana dönüşüyor.
Bill: Evli ve kendisini seks bağımlısı olarak tanımlıyor, son bir kaç yılda bu bağımlılığı için 200,000 dolar harcadığını görünce terapiste gitmeye karar veriyor.

Elbette, "hastaların" uygun gördüğü ve partnerlarının kabul ettiği durumlarda kadınlar da sahneye çıkıyor, onlar da hikâyelere dahil oluyorlar. Kuşkusuz tüm hikâyeler mutlu bir sona ulaşmıyor.

Seks ve cinsel ilişki bütün toplumlarda tabu olma niteliğini azalarak da olsa korumaya devam ediyor. Kuşkusuz insanlık 50 yıl öncesine kadar önemli adımlar attı. Ama dünyanın her tarafında muhafazakârlık karşı saldırılarını sürdürerek insanların sağlığı ile oynamaya devam ediyor. Sağlıklı bir cinsel hayatı olmayan bireylerin mutlu, başarılı olmaları, barışçıl, adil insanlar olmaları ve sağlıklı çocuklar yetiştirebilmeleri ne kadar mümkün olabilir ki? Engler diyor ki: "Cinsel davranışların bir anlamı olduğuna inanıyorum. Bu anlam, bizimle konuşur. Seks, insanların üzerine kendi psikolojik dünyalarını resmettiği boş bir tualdir. Ya da geçmişte yaşanmış sarsıntılardan, sinir bozukluklarından veya takıntılardan oluşan bilinçaltı çöpleri için büyük bir atık sahası olabilir. Takıntılar yüceltme süreci ile gerçekleşir; çözümlenmemiş duygular cinsel olarak yön değiştirir ve cinsel arzu olarak kendini gösterir. Bu, erkeklerde sık görülür çünkü onların duygularıyla doğrudan başa çıkabilecekleri sosyal ortamlar ve fırsatlar sınırlıdır."

Kişinin cinsellik gibi bu denli başka psikolojik süreçlerle iç içe geçen bir alanda kendi başına yaşadığı sorunun kökenini tespit edebilmesi neredeyse imkânsızdır. Sözgelimi aşırı cinsel istek olarak algılanan bir durumun, kişilikle, özgüvenle, kişisel tarih ile çok yakın bağları olabilir: "Çoğu seks bağımlısının öne sürdüğü 'aşırı cinsel istek', 'Ben cinselliği seviyorum' açıklamaları, arzuyla maskelenen bir bağımlılık aslında. Aslında olan şey, duygusal anlamdaki fakirlik, biri tarafından sevildiğinden emin olmayı isteme hali. Bu "Beni seviyor musun? Beni seviyor musun? Emin misin? Sana inanmıyorum. Tekrar söyle" demek gibi bir şey... Seks bağımlılarının yüzde 78'inin 'katı bir şekilde ilgisiz' olarak sınıflandırılan ailelerden, yani psikoloji terminolojisiyle söyleyecek olursak, ciddi bir iletişim kopukluğu yaşayan ve bireyin kronik olarak yabancılaştığı ailelerden geldiğini ortaya koyan bir araştırma okumuştum. Hastalar, durmaksızın kırıntılar toplayan şahin, yarı kadın yarı kuş canavar, akbaba gibiler. Her şeyi yiyebilirler. Kadınlar erkeklerin bu fakirliğinin hemen farkına varıyor ve o anda kendilerini kapatıyorlar. Fahişeler ve porno yapımcıları bundan iyi paralar kazanıyor."

Hikâyeler okunduğunda görüleceği gibi pek de sürpriz olmayan bir biçimde sorunlar biraz eşelendiğinde karşımıza Kutsal Aile ve bireyleri çıkıyor. Yani ebeveyn ile olan ilişkiler ve ebeveynlerin ruhsal durumları: "Bir kişinin sevme yeteneğinin tek bir kişiyle, annesiyle bu derece bağlantılı olması bana son derece büyüleyici geliyor. Bir çocuk annesini ilgisiz, mesafeli ya da zalim olarak algıladığında tüm kadınlara karşı bakış açısı çarpık, olumsuz ve ağrılı oluyor."

Elbette bu öyküler Engler'in ele almadığı bir başka boyutu düşündürüyor, cinsellik görece özgürleşirken sanki bu süreç romantizmin ilişkilerden çekilmesi pahasına yaşanıyor. Tüketim toplumunun ve piyasa ekonomisinin hayatın ve ilişkilerin her alanına sinen hegemonyası acaba insanların uzun süreli ilişkiler kurabilme kapasitesini ve sevme yetilerini ne yönde nasıl etkiliyor? Cinselliğin keşfi ve görece rahatlama sonucu oluşan coşku, kişiliklerde yeni hasarlara yol açıyor olabilir mi? Engler somut hikâyelerin bireysel çözümlemeleri dışında aşk, sevgi, cinsellik konularında daha felsefi bir perspektiften konuya yaklaşmadığı için bu ve benzeri sorular sormuyor. Ama şu tespiti yapıyor: "Hastalarım için cinsellik, sevginin vekili olmuştu. Duygusal anlamda elde edemediklerine, talep edemediklerine cinsellik yoluyla ulaşmaya çalışmışlardı. Cinsellik, benlik mücadelesinin yerine çalışıyordu: özel, önemli, güçlü ve arzulanan biri olma isteğinin. Cinsellik annenin, eşin ya da bir fahişenin sağlamadığı her şeyin yerini alıyordu."

Temiz çevirisi, güzel kurgusu ve ilginç hikâyeleri ile Divanımdaki Erkekler, hem erkeklerin hem kadınların okuması gereken bir kitap. Kimbilir belki sorun olarak görmediğiniz bir özelliğinize bile parmak basabilir. Veya aşk, cinsellik, seks konularındaki düşüncelerinizde yeni perspektifler, geliştirmenize, sorgulamalar yapmanıza aracı olabilir.



Edebiyat'ta Ermeniler

Yeni yüzyılda kamuoyunu en çok meşgul eden konulardan birisi tarihimizdeki Ermeni yarası. Son tahlilde sanırım kimsenin bir "yara" olduğunu inkâr edecek hâli yoktur. Tartışma bu yaranın neden, niçin, nasıl açıldığı çerçevesinde sürüyor. Konunun fanatiklerin sıkıştırdığı odağından uzaklaşıp daha geniş bir çerçevede değerlendirme yapacak olursak yaranın, tıpkı bir organizmayı sakatlayıp sağlıklı gelişmesini engellemesi, kimi organlarını çürütüp yok etmesi gibi bu toprakların bugüne ulaşan tarihinde belirleyici nitelikte etkileri olduğunu tespit etmemek mümkün değil. Bunun için bir zamanlar bu topraklarda yaşayan ve zaman içinde resmi devlet politikaları ile temizlenen bu halkların özellikle 19. yüzyılda Osmanlı toplumu içerisindeki konumları, işlevleri, kültürleri, toplumsal hayatın her alanındaki katkılarına bakmak yeterlidir. Yaranın sebebi, müsebbibi, nedenleri üzerine kim hangi açıklamayı yaparsa yapsın, şu sonuç gözlerini kan bürümemiş insanlar için çok nettir: sonuç hepimizin fakirleşmesi, kaybetmesi olmuştur. Ne bir birey, ne de bir toplum, başkalarının acıları ve kanı üzerinde mutlu ve müreffeh bir hayat inşa edemez. Hele de bu "başkası" kardeşi ise. Biz de edemedik, bu yarayla doğru dürüst yüzleşene kadar da edemeyeceğiz.

Murat Belge "Edebiyatta Ermeniler" başlıklı çalışmasında yaranın edebiyatımızdaki yansımalarının izini sürüyor. Osmanlı döneminden başlayarak Ermeniler ve diğer gayrı müslüm halkların Osmanlı ve Cumhuriyet edebiyatında nasıl değerlendirilip, ele alındığının somut edebi ürünler üzerinden bir dökümünü çıkarıyor. Kuşkusuz, bizim gibi tarihi kaynaklara ulaşmanın çok zor olduğu, araya dilsel bir kopuşun girdiği bir ülkede eksiksize yakın bir çalışma yapmak pek mümkün değil. Belge de bu iddiada değil zaten. Bu hassas, bıçak sırtı konuya yaklaşırken tedbiri elden bırakmıyor. Öncelikle sınırları belirliyor: tarihçilik konusunda belli bir mesaisi olduğu için öncelikle "Tarihçi" Mugalatası (yanıltma, laf cambazlığı yapma) başlığını verdiği giriş bölümü ile konunun kısa bir tarihi değerlendirmesini yapıyor. Sonra da kendisinin "kıyım" kavramını benimsediği, resmi tarihin tehcir (göç), başkalarının "soykırım" olarak nitelendirildiği bu sürecin çok önemli bir boyutu olan "mülkiyetin el değiştirmesi" konusunu irdeliyor. Bu çalışmanın ilk bölümü Birikim dergisinde yayınlanmış. Belge daha sonra zaman içinde yeni kaynaklara ulaştıkça yazmaya devam etmiş ve sonuçta bu eser ortaya çıkmış. Özellikle vurguladığı gibi konuya estetik açıdan yaklaşmak esas hedefi değil, ama bence Belge'nin en güçlü ama en az üretimde bulunduğu yanı olan bu edebiyat eleştirmenliği ister istemez ortaya çıkıyor ve çalışmanın belki de en keyifli bölümleri estetik eleştirinin yapıldığı paragraflar oluyor. İnsan o bölümleri okudukça "hocam boş verin gündelik siyasetle ilgili yazmayı çizmeyi, siz bize bol bol edebiyat konusunda yazın çizin" diyesi geliyor.

Konunun edebi yansıması açık nefret ile başlayan bir skala üzerinde, daha az nefret, ama iki taraf da suçluydu söylemi, utangaçlık, ve özellikle son zamanlarda hafifçe uç vermeye başlayan daha nesnel değerlendirmeler şeklinde beliriyor. En tanıdık yaklaşımlardan birisi Belge'nin Ahmet Günbay Yıldız'ın "Figan" isimli romanını değerlendirirken yazdığı gibi "Kitap, Türkiye'de öteden beri varolan birtakım çizgileri bir araya getiriyor. İster Bizans, ister Rus Çarlığı, ister İspanyol, bizim düşmanımız olan birilerini anlatan bir Yeşilçam filmi geleneğimiz vardır, örneğin. Bu düşmanlar hepsi, her bakımdan, çok fazla kötüdür. Biz de her bakımdan iyiyizdir." Nitekim önemli bir grup yazarın eserlerinde fuhuş yapanlar, kötü insanlar, alavere dalavere içinde olanların hepsi gayrı müslim olarak ortaya çıkıyor. Yiğit Türk kahramanların mutlaka bir kahpe azınlık numarası oluyor. Bu kitapları okuyanların Osmanlıda fuhuş sektörünün tamamen azınlıkların elinde olduğunu düşünmesi kaçınılmaz. Oysa ki Şevket Nezihi'nin Son Dönem Osmanlı İstanbul'unda Fuhuş altbaşlıklı Cihanyandı Lütfiye Hanım (Encore Yayınları, 2011) adlı kısa röportajını okumak konu hakkında nesnel bir bilgi sahibi olmak açısından yeterli. Şevket Nezihi, Haydarpaşa'nın arka taraflarındaki kırmızı fenerli Paris Sokağında genelev patronları ile yaptığı söyleşileri aktarır bize. Bu söyleşilerde de ne hikmetse bir tek gayrı müslim yoktur. Hem patronların hem de "sermayeler"in hepsinin Türk'tür. Ayrıca şunu da öğreniriz: "Şişhane Karakolu ile Voyvoda arasında Kalafatçı'nın kerhanesi vardı. İstanbul'un yüksek tabakasına mensup birçok aile kadınları buraya başka namlarla devam ederlerdi."

Kin ve nefret tohumlarının nasıl atıldığını görmek açısında Belge'nin Harp ve Kadın isimli bir romandan aktardığı şu satırlar da son derece öğretici: "Zaten genel bir ölüm yüceltmesi var. Öldürme şehveti yalnız "düşman"a özgü bir şey de değil. Askerlerimiz "...kızgın kurşunların düşmanın beynine beynine saplandıklarını gözleriyle görmek arzusuyla yanıyorlardı"..."İnsan öldürmek kutsal bir görev olmuştu...Ebamüslim, bütün ruhunu ve vücudunu saran derin bir öldürme hazzıyla.." ..."İnsanda kin olmamalı, kin milli olmalı. Kin, alçaklara karşı hiç dinmemeli."

Elbette sadece olumsuz örnekler yer almıyor, 3 Kemallerin, Vedat Türkali, Halil İbrahim Özcan gibi konuya nesnel yaklaşanların eserleri de mercek altına yatırılıyor. Ama özellikle milliyetçi ve muhafazakâr kesimin, Belge'nin sözcükleri ile, yaklaşımının şu olduğu aşikâr: "Biz Ermenilere değil, Ermeniler bize yaptı! Oturayım, bir roman yazayım da, bu gerçeklikler ortaya çıksın!" diyerek sıvanıyor, romanını yazıyor." Bir de bu "eserlerde" isimlerin, sözcüklerin yanlış kullanımı var ki, evlere şenlik, Belge'nin taşı gediğe koyduğu yerlerden birisi: "Evet, "yüzyıllarca beraber yaşamışız" diye bir "cici söylem" vardır hep. Birader, yüzyıllarca beraber yaşadın da, niçin hâlâ bir "Vardapet"i öğrenemedin?"

Genel okuyucunun ilgisini canlı tutamayacağı (keşke tutabilse) ama Ermeni yarası konusunda bilgilenmek isteyenlerin ve her yaştan Türk Edebiyatı öğrencilerinin raflarında bulunması gerekli bir çalışma. Son bölümde Belge "Soykırım" kavramı hakkında da görüşlerini belirtiyor.



Kiev'deki Adam veya Tamirci

1970'ler, orta okulda olmalıyım, senede bir kaç adet alınan çocuk kitapları yetmiyor, evdeki sınırlı sayıda kitaba da sıradan girişmiş durumdayım. Bernard Malamud'un "Kiev'deki Adam"ı da bunlardan. Sayfalar ilerliyor (bu arada Kiev neresidir, Yahudi kimdir, nedir?) bir tasvir ile karşılaşıyorum: romanın kahramanının yıkanırken gözetlediği kızın bacaklarından bir kan sızıyor, ve onun üzerine bir temizlik, kirlilik muhabbeti dönüyor. Henüz regl nedir bilmiyorum, ve bu bilinmez kan hayatımın küçük edebi travmalarından birisi oluyor. Yıllarca sahaf larda kitabı gördüğüm zaman o sahneyi hatırlıyor ve bilinmeyen karşısında yaşanan o tedirginliği yeniden hissediyorum. Kitaptan geriye Yakob adlı bir Yahudinin Rusya'da işlemediği bir cinayetten ötürü tutuklanması kalıyor aklımda.

Geçenlerde pek kıymetli ve otoriter editörüm Elif hanım arayarak, uygun bir dille Malamud'un "Tamirci" isimli kitabını yollayacağını, okuyup yazmamı "rica" ediyor. "Aha!" diyorum, "Kiev'deki Adam olmalı bu!"; okudum diye tekrar dönüp bakmadığım bu kitabı yeniden okumak ilginç olabilir. Kontrol ediyorum, orijinali "The Fixer" adı ile yayınlanmış, ve benim 40 yıllık Kiev'deki Adam'ım artık Tamirci oluvermiş!

Karışık duygular içerisinde bu yeni baskı ve çeviriye eklenen J. Safran Foer'in güzel önsözünü de okuyarak başlıyorum, bir kaç sayfa sonra gerçek bir mücevher ile karşı karşıya olduğumun ayırdına varıyorum. Sonrası bir roman severin her zaman düşlediği, zaman zaman hiç bitmesin, zaman zaman da ne olacak acaba bir an önce bitsin diye yaşadığı o harika romanda-yaşama süreci.

Foer'in de belirttiği gibi Tamirci iyi ve muazzam bir kitap. Adaletin sorgulandığı şu dönemde yayınlanmış olması bilinçli bir tercih mi, yoksa tesadüf mü bilemiyorum ama iyi bir romanın olmazsa olmazlarından evrenselliği nasıl da 12'den vurduğunu net olarak görebiliyoruz. Romanın kahramanı Yakob'un yerine isterseniz Hrant Dink, isterseniz Pınar Selek'i koyun. Mirzabeyoğlu da olabilir, yargısız infazlarla katledilen, işkencehanelerde öldürülen yüzlerce devrimci de. Veya siyasi meşrebinize göre Ergenekon'dan istediğiniz ismi de yerleştirebilirsiniz. Kopkoyu bir Yahudi düşmanlığının yaşandığı "vahşi hurafeler ve gizemli görüşlerle dolu bir Ortaçağ şehri" olan 1900'lerin başındaki Kiev ve Rusya, 1990'ların, 2000'lerin İstanbul'una, Türkiye'sine ne kadar benzeyebilir? Bu sorunun yanıtını okuduktan sonra siz verin. Yıllarca çıkmayan iddianameler, uyduruk suçlamalar, gizli tanıklar, ya da yalancı şahitlere dayandırılarak yapılan tutuklamalar, hapishanedeki baskılar, hurafelerle delirtilmiş bir kamuoyu , onu başarı ile manipüle eden devlet ve hükümet görevlileri, insanın çaresizliği, ideoloji, din, gericilik, kin, ırkçılık! Ve tüm bunların karşısında kimsesiz, yapayalnız, yarı cahil bir insanın, sapıtmış insanlık karşısında, o insanlığın geleceği için, İnsan kalabilmek adına muazzam direnişi!

Yakob Kiev kırsalında yaşayan eğitimsiz, dini inancı olmayan, yolu bir şekilde Spinoza ile çakışmış, onu okuyup anlamaya çalışan fakir bir tamircidir. Bir drahoması bile olmayan karısı, bir türlü çocukları olmadığı için artık onunla sevişmediğini bahane ederek başka bir erkekle kaçmıştır. Mutsuz ve çaresiz Yakob, geçmişini geride bırakarak ihtiyar bir atın çektiği arabası ile yeni bir gelecek için Kiev'e doğru yola çıkar. Kiev'de iş ararken bir gece yolda düşmüş, sızmış bir ihtiyar ile karşılaşır. Adamın yakasında Yahudi karşıtlarının rozetini görmesine rağmen yardım eder, evine kadar taşır. Adam, bir ayağı sakat kızı ile yaşayan bir tuğla fabrikası sahibidir, kendisini bir Rus olarak tanıtan Yakob'un iyiliğine karşılık vermek ister. Önce boya işleri sonra fabrikasında muhasebe ve kontrol işleri. Ancak fabrika Yahudilerin yerleşmesi ve çalışmasının yasak olduğu bir bölgededir. Yakob epeyce tereddüt eder bu oyunu oynamaya devam edip etmemek, risk almak konusunda. Çaresizlik olası risklere galebe çalar, tekifi kabul eder. Kısa zamanda kontrolü eline alır, patronunun övgüsünü kazanır. Bu arada bir başka yalnız ve çaresiz insan, patronun kızı, Yakob'la yakınlık kurmaya çalışmış, ancak Yakob bir noktadan sonra iletişimi koparmıştır. Öte yandan fabrikadaki ustabaşı ve diğer çalışanlar Yakob'un kendi düzenlerini bozmasından, hırsızlıklarını engeller hâle gelmesinden son derece rahatsızdırlar. Yakob bir gece mezarlık civarında çocukların taşladığı yaralı, ve ihtiyar bir Yahudiye rastlar; ona da yardım etmekten kendisini alıkoyamaz. Sokakta bırakmaya gönlü el vermez, gizlice fabrikadaki odasına götürür. Tam da bu olayın akabinde 12 yaşında bir erkek çocuğunun bir mağarada onlarca kere bıçaklanmış cesedi bulunur ve cadı avı başlar. İhbarlar üzerine cinayet sanığı olarak Yakob tutuklanır. Bibikov adında bir sorgu yargıcı dışında, tüm polis, yargı, ve kamuoyu kararını önceden ve kesin olarak vermiştir: bu Yahudilerin işlediği bir cinayettir. Onlara atfetikleri dinsel ritüel uyarınca çocuğun bütün kanını akıtmışlar ve hamursuz yapmak için kullanmışlardır, bu işi yapan da Yakob'dur.

Tüm dinsel dogmalardan kaçan, kendi çapında Spinozacı, fakir ve kimsesi tamirci Yakob, devasa bir ideolojik, dinsel ve bürokratik cenderenin içine sıkışmıştır. Bu cinayeti kendisi ya da Yahudiler adına kabul etmesi için her türlü maddi ve manevi işkence yapılacak, şantaj, tehdit, yine Yahudiler olmak üzere, başkasının üzerine suçu atması şartıyla tahliye teklifi gibi akla hayale gelecek her türlü zulümle karşılaşacaktır. Yakob, dini dogmalar, ırkçılık, milliyetçilik ve hurafelerle yoldan çıkmış, şaşırmış, delirmiş kitlelerin karşısında tek başına, yapayalnız ayakta kalabilecek midir? Roma'da 1600 yılında engizisyon tarafından diri diri yakılan Giordano Bruno'dan 300 yıl sonra hiç bir şey değişmemiş gibidir. Tıpkı Bibikov'un bir gece yarısı Yakob'u ziyaretinde söyledikleri gibi: "Biz her ne kadar üstünkörü de olsa medeniyetin geliştiğini düşünsek de, karanlık geçmişin ana hatlarında pek değişen bir şey olmuyor. Ne yalan söyleyeyim, artık gelişme diye bir kavrama inanmıyorum." Ancak İnsan yaşıyor ve direniyor, her şeye rağmen! Kafka'ya bu güzel romanı yeniden bastıkları için teşekkürler.



20 Temmuz 2013 Cumartesi

Kitaplar ve Sigara

"Kitaplar ve Sigaralar" , benim gibileri için bundan daha çekici bir kitap adı olabilir mi? Hele yazarı da Orwell gibi bir isim ise. Başlık çok şey vaat ediyor; okuma süreci bir ön hazırlığı hak ediyor: çay ya da kahve, elbette yanında bir sigara. Ama en sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: düş kırıklığına uğradım. "Kitaplar ve Sigaralar" ile başlayıp "Kitapçı Anılar"ı ile devam eden bu güzel denemeler, eleştiri ile ilgili bir ara nağmeden dümen kırıp Orwell'in çocukluk, okul ve ilk gençlik anılarına doğru yelken açınca kendimi biraz aldatılmış hissettim. Yayınevimiz mi seçmiş bu çekici başlığı diye orijinalini kontrol ettim, yok, değil, üç kağıt orijinal: "Books v. Cigarettes"

Bu şikâyetimden beğenmediğim sonucu çıkmasın. Kitaba ismini veren ilk yazı, başlığın bende uyandırdığı hazcı ve romantik izlenimin tam tersine oldukça gerçekçi bir konuyu ele alıyor: kitaplar pahalı mıdır? Ya da bahane olarak kitapların pahalı olduğunu iddia edenler haklı mıdır? Konu evrensel olarak ele alınamaz. Orwell kendi yaşadığı zaman ve ülkenin tartışmasını yapıyor. Bugünün Türkiyesi için sorarsanız, Avrupa ve Amerika'ya göre pahalı derim. Ama bu tartışma bitmez. Orwell kitapların pahalı olup olmadığını günlük harcamalar çerçevesinde test ederken sigara harcamalarını da hesaba katıyor. Bu romantik başlığın realist açılımı işte o hesap.

Sonra "Kitapçı Anıları"na geçiyoruz ki, şirin (palavra, son 30 yılda şirin bir yer kalmadı) bir sahil kasabasında kısa bir süre de olsa sahaflık yapmış olan birisi olarak altına hiç çekincesiz imzamı atarım: "Sahafta çalışırken – sahafta çalışmıyorsanız bu mekanı kafanızda çekici yaşlı beyefendilerin uçsuz bucaksız deri ciltli kitap sayfalarının arasında gezindiği bir tür cennet olarak canlandırmanız ne kadar kolay- beni en çok etkileyen şey gerçek kitapseverlerin ne kadar az bulunurluğu olmuştu. Dükkanımızın olağanüstü ilginç bir kitap stoku vardı, ancak müşterilerimizin yüzde onunun bile iyi kitabı kötü kitaptan ayırt edebildiğinden şüpheliyim." Benim minik dükkânımda da, elbette İngiltere'deki bir sahafla kıyaslanamaz ama, emin olun çok ilginç bir koleksiyon vardı. 1764 baskısı Jonathan Swift'ten, Osmanlı dönemi Galatarasay Lisesi öğrencilerine hediye edilen, mühürlü, belgeli kitaplardan, Fransa Cumhurbaşkanı'nın Cemal Paşa'ya ithaflı kendi kitabına kadar teoloji, tıp, edebiyat, aklınıza ne gelirse hepsinden seçkin örneklerin yer aldığı ilginç bir koleksiyon. İki senenin sonunda onlara anlar gözlerle bakan kişi sayısının iki elin parmaklarını geçmediğini görünce anlamsız bir iş yaptığım hissiyatı ile kenara çekildim. Orwell yaşasaydı Süper market romancılığı denen bir türün de ortaya çıktığını görürdü.

Sonra "Bir Kitap Eleştirmeninin İtirafları" adlı bir bölüm gelmez mi? Eleştirmen değilim ama şu satırlar yine de çok tanıdık geliyor: "Uzun süre boyunca gelişigüzel yapılan kitap eleştirmenliği iyice nankör, sinir bozucu ve tüketici bir iştir. Kısa bir süre sonra göstereceğim gibi değersiz kitapları övmeyi içermekle kalmaz, kendiliğinden duygular uyandırmayan kitaplar hakkında tepkiler icat etmek anlamına da gelir. Eleştirmen ne kadar bıkkın olursa olsun, mesleki açıdan kitaplarla ilgilidir ve her yıl çıkan binlercesinin arasından muhtemelen elli ya da yüz kitap hakkında zevkle yazabilir. Eğer mesleğinin erbabıysa bu kitapların on ya da belki yirmisini bulabilir, ancak daha büyük olasılıkla ancak iki ya da üçünü bulabilecektir. İşinin geri kalanı, eleştirir, ya da yererken ne kadar dürüst olursa olsun özünde palavradır. Ölümsüz ruhunu giderden aşağı döker, her defasında yarım pint."

En uzun bölüm Orwell'in St Cyprians yani okul anıları. St Cyprians 20. yüzyıl başlarında İngiltere'de ortaya çıkan, Eton gibi çok nadide kolejlere hazırlık okulları olarak adlandırabileceğimiz özel, paralı okullardan birisi. Bu okulların başarısı tıpkı bizim dershaneler gibi seçkin kolejlere yerleştirebildiği öğrenci sayısı ile ölçüldüğü için, paralı öğrencilerin yanısıra Orwell gibi alt orta sınıftan başarılı olabileceği düşünülen öğrencilere de yarım burslarla kapılarını açıyormuş. St Cyprians anıları yüzyıl başında İngiltere gibi bir ülkede bile genelde çocuğa ve gençlere yaklaşımın nasıl olduğu, eğitim sisteminin içeriği konusunda müthiş aydınlatıcı ve şaşırtıcı bilgiler sunuyor. Orwell o günleri bir kâbus gibi hatırlıyor ve yıllarca kişliğini belirlediğini, 30'lu yaşlarına kadar etkisinden sıyrılamadığını anlatıyor. Salt okulun, yöneticilerin, öğretmenlerin tutumları değil, aynı zamanda çocukların kendi aralarındaki ilişkileri de belirleyen toplumsal sınıf sisteminin ne kadar acımasız olduğunu görüyoruz. Toplumsal sınıfların İngiltere gibi uzun bir tarihsel süreç sonunda net olarak kurumsallaşmadığı Türkiye gibi bir ülkede yaşamış olmak, bu anıları okuduktan sonra bir şans gibi gelebilir insana. Sınıf atlamanın neredeyse imkânsız olduğu, herkesin doğduğu sınıfa ait olarak öleceği, insanların birbirlerini her şeyden önce bu sınıf ve kast sistemininin gözlükleri ile değerlendirdiği bir toplumsal yapıdan söz ediyoruz.

Tıpkı sahaflık, eleştirmenlik duygudaşlığı gibi o satırlarda, ilk yıl her sabah 6'da uyandırıldığımda "bu hafta sonu eve gittiğimde beni alın bu okuldan" diye düşündüğüm kendi yatılılık günlerime dönüyor, bir başka duygudaşlığı daha yaşıyorum Orwell ile: "Eviniz mükemmellikten uzak olabilir; ama en azından korkunun hakim olduğu, çevrenizdeki insanlar karşısında sürekli gardınızı almanız gereken bir yer değil, sevginin hakim olduğu bir yerdir. Sekiz yaşında birden bu sıcak yuvadan alınır ve turnalarla dolu bir depoya fırlatılan bir Japon balığı gibi zor, hile ve gizlilikle dolu dünyasına fırlatılıp atılırsınız. Zorbalığın derecesi ne kadar büyük olursa olsun çaresizsinizdir....Eve mektup yazıp ailenizden sizi okuldan almalarını istemek daha da olanaksızdır; zira bunu yapmak, mutsuzluğunuzu ve popüler olmadığınızı itiraf etmek anlamına gelir, ki hiçbir oğlan bunu yapmayacaktır."

Herkese öneriyorum ama çocuğunuz varsa mutlaka okumalısınız. Çözümler ve yanıtlar bulamayacaksınız ama üzerinde düşünmeniz gereken ne kadar çok konu olduğunu farkedeceksiniz.





Tuhaf Bir Erkek

Şiirin ekonomisi, romanın sonsuz gevezeliğe olanak tanıyan yapısal potansiyeli; bu ikisinin arasında, belki de iyisi en nadir olan öykünün kısa hacimdeki büyülü kudreti... Edebi metinler üzerinde düşünürken soyutlamanın gücünü de unutmamak gerekir, özellikle de modern edebiyatta. Hedefin etrafında biteviye dönüp dolaşan, lüzumsuz gevezeliğinden okuru bunalıma sürükleyen metinler vardır (amacı özellikle gevezelik üretmek olanları hariç tutalım), bir de hedefe nişan alıp tek atışta 12'den vuran. Kısa, yoğun ve karmaşık romancıklar, novellalar. Tıpkı yaşam gibi. Bunun adı ustalık oluyor. Anlatılmak istenene uygun biçimin, roman türünün seçimi de başlı başına bir yaratıcılık konusudur. Klasik bir dönem romanı için novellanın doğru bir seçim olmayacağı aşikardır.

Üretilen metnin, gerçeklik karşısında, gündelik yaşamın, politikanın, aşkın, insan ilişkilerinin ağırlıklı biçimi olan sıradanlığın ve hatta banalliğin güdümüne girmeden, belki de Stendhal'in söylediğinin yalın anlamının tersine yol boyunca tutulan bir ayna olmadan, yazarın açık ve örtük bilincinde dönüşüp, eşsiz ve daha önce varolmayan bir içeriğe ve biçime kavuşmasını bekleriz. Benim her gün yaşadıklarımı, algıladıklarımı, zaten yaşadığım ve algıladığım biçim ve içerikle bire bir aynı olarak senden okumaya ihtiyacım olabilir mi?

Bir olanda, teklikte çoğulu anlatabilmek, çok olanları (çokluğu değil) soyutlayıp tek bir zengin gösterene dönüştürebilmek ya da çıplak, biçimsel haliyle en anti-edebi gerçekliklerden olan politikayı o çıplaklığı ile edebiyatın içinde yaşatabilmek gerçek yaratıcılığın sınavıdır.

Leyla Erbil'in Komet'in resimleri ile eşleşen novellası “Tuhaf Bir Erkek” henüz peşimi bırakmadan, hesaplaşmamı bitirmeden yazmak zorunda kalıyorum, hesaplaşmanın bitmeyeceği de kesin. Edebiyatımızın devrimci ustası Erbil öznel bir anlatı ile bu tuhaf ülkeyi (tuhaf olmayanı var mıdır?) ve erkeklerini soyutluyor sanatın eşsiz yöntemi ile. Gorgo'ların nasıl da yaşadığımız her ana sindiğini, bir kabusa çevirdiğini, yaşamımızın onu elimizden almak, şekillendirmek, bize boyun eğdirmek, diz çöktürmek isteyen gorgolarla bitmek bilmez bir mücadele olduğunu, o mücadeleyi kaybettiğimizi, yenildiğimizi anımsatıyor:

“tuhaf bir erkek eşimdi
hakikati bulup
hakikatteki gerçekliği de bulup
gorgo'yu öldürmek
benimle mutlu bir hayat sürmekti
nedeni
evlendikten birkaç ay sonra
her şeyi unuttu
hakikatle gerçekliği, sahihle doğruyu,,, hakikatle yalanı,,, gorgoyu öldürmeyi falan,,,”

Gorgo bataklığında kadının sevgilisi org'cudur, “körüklü, irili ufaklı borulardan geçen havayla değişik ses tonları veren klavyeli çalgı?” nedir sorusu çıkar bir gün bulmacada, yanıtını bilemez.

Gorgolar ödürülebilir mi? Gorgosuz bir dünya mümkün mü? Gorgosuz bir dünyanın kadınları ve erkekleri nasıl olur? Gorgo içimizden çıkıyorsa, ki öyle...Kaldı ki “annem gorgo'ya dikkat edin, her yerde olabilir derdi.” Taksim'e dikilen AVM'nin kulesinden ölümsüzlüğünü ilan eder Gorgo! Romanımızın kahramanı kadın bu “saçma hayatı”kendine acındırmak için anlatmaz bize: “varlığını bizimkine yakınlaştırmak, canciğer olmak, tuhaf bir erkek nasıldır, bilelim” ister.

Hurşit, Bünyamin, Harun, Zeyyat, Bünmayin, Kürşit, Zurşit, “sabah oldu mu uçları yukarı kalkık o kahverengi deri pabuçlar ayakta,,,” Tuhaf erkeğin çokluğu ve birliği. Adının bir önemi var mı? Belki pabuçları daha önemlidir adlarından.

Erbil'in bu kısa ama çok yoğun novellası “gorgostik” bir atmosferde yaşamayı anlatıyor. Cumhuriyet tarihi olarak da okunabilir, bu kitabın tarih derslerinde yardımcı okuma kitabı olabildiği bir ülke gorgoları alt etmiş bir ülke olacaktır muhtemelen.

Uyarıyorum: “Tuhaf Bir Erkek “her okurun bünyesine uygun bir kitap değil. Büyüklere masallar tarzı romanlarla, dişsiz bebeklere gorgocu annelerin ağızlarında çiğneyerek verdiği köftelerle orgazm oluyorsanız, sakın bu kitaba yaklaşmayınız. Hayat sizi uçlara savurmuş, veya mesela üst düzey avm alerjisi teşhisi konmuş ise, metinlerin sinir uçlarının açıkta olduğunu, sizin okumanızla bir bağlantı kurulabileceğini, sizi anlamın tamamlanamayacak yolculuğuna çıkaracak bir tetikleyici olduğunu düşünüyorsanız, o zaman kolay gelsin. Komet'in kitaptaki resimlerinden oluşan bir sergi açılırsa bir gün, oturup tabloların karşısında yeniden okumak gerekecektir bu metni. Müthiş bir birliktelik olmuş.

“olsa olsa tarihöncesi cinsel hayattan bu yana biriken tüm çelişkilerin modern insana yığılması olabilirdi bu durum diyordum içimden,,, mıknatıs gibi çekmişti bütün divaneliklerini tarihin üstüne,,, bir gün kapının dibine oturup yavaş yavaş kendini erittiğini ve orada sadece saçsız yabancı bir erkek başı kaldığını gördüm,,, bünyamin bu kafa senin mi, gövdeni ne yaptın? dedim,,, o kafa da yok oldu.”



16 Nisan 2013 Salı

Ruhi Mücerret


80'lerin sonunda ilk kez farklı hücrelerdeki düşünceler arasında bir iletişim gerçekleşti. Bu sürecin tetikleyicisi veya çanağı olarak Birikim çevresi ve İletişim Yayınları anılabilir. Solun ve Müslümanların kimi unsurlarının iletişime geçtikleri, kimi zaman ortak eylemlere de konu olabilen bir süreç. 80'lerde aynı zamanda Nurdan Gürbilek'in bir söz, imge ve görüntü patlaması olarak tanımladığı, 24 Ocak liberal kapitalist ekonomik dönüşümüyle beslenen, tüketim toplumuna geçişin olmazsa olmaz üst yapısı niteliğinde yoğun bir popüler kültür tüketimi, dönemi başlar.

70'li yıllarda doğan kuşak, alacakaranlık çocukluk döneminden sonra ergenliğini pıtrak gibi çoğalan sesli, görüntülü, yazılı popüler kültür patlamasının göbeğinde yaşadı. Özel TV kanalları, Hollywood film endüstrisinin hegemonya kurması, yeni popüler kültür formlarının keşfi, stand-up'lar, mizah dergiciliğinin yeni döneme uygun çeşitlenmeleri, cinselliğin keşfi, bugün artık kanıksanan ve yerleşik hâle gelen tüm formların büyük bir heyecanla keşfediliği bir dönem.

O ana kadar kapalı, sınırlı bir kültürel çerçevede hareket eden, edebi perspektifini hidayetin ötesine taşıyamayan müslümanların kadim ancak yıpranmış surlarından bu popüler kültür dalgasının sızmaması düşünülemezdi. Dolayısıyla islamcı politik hareketin hegemonya atağına paralel olarak 90'lı yılların sonundan itibaren yeni bir sosyal tip zuhur etti: Batı kültürünü, felsefesini merak eden, onun dogmaya doğrudan tehdit içermeyecek yönlerini benimseyen bir müslüman genç tipolojisi. Bu tipoloji yerel kültürel birikimi de benzer bir süzgeçten geçirdi. Arabeskin nasiplendiği genel entelektüel onay süreci, fantastiğin çizgi romanda ve sinemada keşfi, yerli edebiyatta kök arayışları (özellikle Oğuz Atay, Ahmet Hamdi Tanpınar.) En önemlisi doğuyla batının kesişim kümesinde yer alan Cemil Meriç. Her dönemin hegemonyaya aday düşüncesi, o dönemin gençleri için ana çekim merkezini oluşturur. Yeşil kuşak stratejisinin 12 Eylül pratiğine yansıması olarak İslami düşünce ve hareketin, anti-komünist koruma kalkanının bir parçası olarak örgütlenmesi ve yayılması, Türk-İslam sentezinin iktidara pençesini geçirip hegemonyasını adım adım inşa etmeye başlaması ile 60-70 döneminde en parlak beyinleri devşiren sol düşüncenin yerini, İslamcılık almaya başlıyordu. Parlak beyinlerin dogma ile yetinebilmeleri düşünülemez. Bu durumda sancılı bir süreç başlar: ayaklarından zincirle bağlı oldukları, kimliksel varoluş nedenleri olan dogma, ve durmadan gelişip genişleyen, günaha davet gibi duran insanlığın evrensel kültür birikimi. Yasağa doğru utangaç ilk adımlar atılır.

Her toplumsal dönemin hegemonik düşüncesi kendi potansiyelinin sınırlarına kadar genişler. Kaçınılmaz olarak mevcut olanla etkileşime girerek onlardan etkilenir ve etkiler. Böylece popüler kültürün her alanında kendi örneklerini geliştirir. Bu süreç aynı zamanda önceden çelişki ve tuhaflık olarak görülebilecek bileşimlerin ortaya çıktığı ve normalleştiği dönem olur. Popüler kültür formları, yeni düşünce tarafından (bu durumda İslamcılık) içselleştirilir, dönüştürülür, ve piyasa ekonomisinin dinamikleri doğrultusunda yeniden üretilir. Ancak modern kültürel mirası zayıf geleneği ile zengin batı kültürünün kişisel ara bölgesinde, Araf'ta ikâmet etmeye başlayan entelektüel figür İsa'ya da yaranamaz Musa'ya da. Mahallesinde de dövülür, öteki mahallede de.

Murat Menteş, kendi kuşağının en parlak isimlerinden. Müslüman kimliği ve absürd roman yazarlığı ile tanıyor. Kendi bünyesinde bu ülkenin 40 yıllık popüler kültür macerasını cisimlendirmiş, ilaveten bu çeşniye bir miktar felsefi baharat ekleyebilen bir profil. Sosyolojik olarak önemli bir toplumsal kesitin ideal örneğini oluşturuyor. İslami kültür ile beslendiği için geleneksele ve dile hâkimiyeti fark yaratıyor. Dilin kuruduğu bu topraklarda önemli bir meziyet. Öte yandan batının popüler kültürüne ziyadesiyle vakıf. Aynı zamanda klasik ve modern batı felsefesinin temel metinlerinin de ilgi alanı içerisinde olduğu aşikâr. Çizgi roman, sinema, müzik alanlarındaki birikimini de sergilemekten hoşlanıyor.

Önceki romanlarında olduğu gibi son romanı Ruhi Mücerret'in iki kahramanı Ruhi Bey ve Civan Kazanova'nın kendileri olabilmekten ziyade Murat Menteşçikler olduğunu iddia edebiliriz. 100 yaşını devirmiş ancak yaşından ve geçmişinden beklenmeyecek denli filozof, son İstiklâl gazisi Ruhi beyin sosyalleşme mekânının Cami olduğunu anlıyoruz. Ruhi bey son gazi olarak ülkenin kurtuluş günü kutlayan tüm şehirlerinin baş konuğudur. Öğretmen olan Civan ise büyük aşkını 19 Ağustos depreminde yitirdikten sonra meczuplaşan ve bu dünyadan silinmeyi, kamunun nezdinde ölmeyi seçmiş bir tip. Civan da bütün serseriliklerine rağmen gerektiğinde tereddüt etmeden namaza durabilecek kadar Cami'ye aşina. Bu iki kahramanın yolları liberal kapitalizmin kaptan köşkü kadrosunda yer alan reklamcılık endüstrisinin son fantastik projesi nedeni ile kesişecektir. Menteş, bu metninde öncekilere göre daha derli toplu sayılabilir. Ancak Menteş, Dublör ile çıktığı yolda 3. kez aynı romanı yazmış. Romancının derdi aynı kalabilir, hayatı ve kariyeri boyu sürebilir, ancak modern romanın bir özelliği de romanın kendisini sorun etmesidir. Bir metnin roman olabilmesi için asgari bir hacmi dolduracak cazip, dramatik ya da absürd malzemeden daha fazlasına ihtiyacı olur. Menteş'in kendisi gibi metinleri de Araf'ta duruyor. Yazdıklarının Romanın Süper Ligine çıkabilmesi için Cennet ya da Cehennem bir tercih yapması gerekiyor. Menteş'in söyleşilerinden hedefleri ile uyumlu metinler ürettiğini çıkarsıyoruz: hafif, hızlı, eğlendirici, arada bir patlamış mısır gibi felsefi aforizmalarla fazla yormadan düşünce kıvılcımları çaktıracak, hınzır metinler. Ancak Menteş'in zekâsı, birikimi ve metinlerinin dinamizmi daha fazlasının mümkün olabileceği hissiyatı yaratıyor. Vicdan sahibi, açık görüşlü bir müslümanın popüler kültür malumatfuruşlukları olarak yadedilmek mi, H.R. Gürpınar'la başlayan, Tanpınar'la sağlam bir yer açan (Saatleri Ayarlama Enstitüsü), O.Atay'la modernizm uğrağını zorlayan bir damarın zirvesini hedeflemek mi? Tercih Menteş'in. 

3 Şubat 2013 Pazar

Mihman


Bu romanı bir başkası yazabilir miydi? Sorunun yanıtı hayır ise sözcüğün gerçek anlamıyla bir edebiyat eseri ile karşı karşıyayızdır. Elbette bazen yanıtın şöyle olduğu da olur: "Hayır, kimse bu kadar kötü bir şey yazamaz!" Yanıtın evet olduğu durumlarda bir roman hakkında yazmak çok zor değildir. Edebiyat kisvesi altında en fazla rastlanan olgu olan berbat romanlarda da işiniz kolaydır. Ama bitirip masanın üzerine koyduğunuz roman peşinizi bırakmıyor, sizi aklınızda kalan sorularla durmadan kendisine çekip duruyorsa, yani aslında günler geçtiği halde romanı gerçekte bitiremiyorsanız, bitiremediğiniz bir roman hakkında ne yazabilirsiniz?

Şair Akif Kurtuluş'un ilk romanı Mihman'ı okudum, "bitirdim". Bazı romanlara tek bir okuma yetmez, bilirsiniz. Olay akışının heyecanı, kurgunun karışıklığı gibi nedenlerle bazı detayları kaçırmış olabileceğinizi düşünür, yeniden dönersiniz; ya tamamen yeniden okumaya ya da bazı bölümlere. Ben de bitirdiğimi zannetmişim, bitmiyor. Belki de romanın eksenini oluşturan Kürt sorunu (dileyen Türk sorunu olarak da okuyabilir) çözülmeden bu roman bitmez. Barış gelse, bu kez belki de bitimi ölümümüzle olacak olan kendi iç savaşımızın bitimini bekleriz. Bu roman bütün iç savaşların romanı.

Kurtuluş öyle bir roman çıkartmışki ortaya, elim varmıyor romanın konusu hakkında cümleler kurmaya. Hani aşık olduğunuzda, o aşkın tepe noktasında, o ömrünüzün en nadide bir kaç gününde sevilen için tüm sözcüklerin kifayetsiz geldiği bir dönem vardır ya, ne deseniz, nasıl adlandırsanız duygularınızı ifade etmekte yetersiz kalırsınız, işte buna benzer bir hâl. Ankara'da yaşayan orta yaşı geçmiş, sorunlu ilişkiler yumağında bir avukat diye başlasam, Türkiye'de 30 yıldır yaşanan savaş hali desem, PKK desem, ne desem kuru ve yavan kaçacak. O yüzden kitapla ilgili konusundan söz eden bir tanıtım görürseniz, aman uzak durun derim. Kurtuluş yapıyı öyle bir kurmuş ki metne dışarıdan yapılacak her tanıtım müdahalesinin okurun okuma sürecini zedelemesi, keyfini kaçırması riski de var. O yüzden biçimsel açıdan yaklaşalım.

268 sayfalık roman 85 bölümden oluşuyor, yani her bölüm ortalama 3 sayfa. Söz alan karakter sayısı 15. Bu 15 karakterin anlatımlarından, iç seslerinden oluşuyor roman. En çok söz olan 3 karakter var: Avukat (24 bölüm) , Müdür (16) ve Nalan (13). Şiir ve roman edebiyatın biraz zıt kutuplarıdır; bu yüzden de birisinde iyi olanın diğer türde iyi bir eser ürettiğine pek tanık olamayız. Şiirin ekonomisinden romanın rahatlığına geçebilmek, ya da tersi, gerçekten zordur. Ancak Akif Kurtuluş uzun zamandır düz yazı takımında da forma giyiyor. Hazırlıklı ve antremanlı. Nitekim o çok ender rastlanabilecek başarıyı yakalamış, eğer şiir'in malzemesi sözcükler ve romanınki cümleler dersek, tek bir gereksiz cümlesi olmayan bir roman yazmış. Romanın bir tür olarak yazarlarından gördüğü en büyük işkencelerden birisi gereksiz gevezeliktir. Başyapıt denen romanlarda bile, konu ya da kurgu ile ilgisi olmayan gevezelikler bulabilirsiniz. Bunlar muhtemelen yazarın coştuğu, ya da yazarken kendisinin çok keyif aldığı ama okuyucuyu sıkacak bölümlerdir. Çok satan yerli romanlarımızda ise bu gereksiz gevezelikler adeta romanın ana yapısını oluştururlar. İnsan okurken şunu düşünmeden edemez: "Bir insan bunları yazmaktan nasıl olur da sıkılmaz?" Üstelik bir kere de değil, aynı biçimde onlarca roman yazan ve o romanlarla zengin olan yazarların dünyasındayız. Demek ki çoğunluk okur bizzat kendi hayatında yaptığı lüzumsuz gevezelikleri okumayı da seviyor. Mihman, gerçek bir sanat eseri olarak ne ekleyecek ne de çıkaracak hiç bir parçası olmayan bir metin olarak çıkıyor karşımıza. Dolayısıyla bir çok satar olmayacağı kesin, çoğunluk okur için okunamayacak derecede ağır gelecektir. Maalesef. Mihman'ın bir yıl içinde 100.000 satabildiği bir Türkiye'de, onurlu bir barış gerçekleşme ihtimali çok yüksek olurdu.

Romana başlar başlamaz aklıma Faulkner'in "Döşeğimde Ölürken"i geldi. Yapı aynı. Farklı karakterlerin iç monologları. Bu türden romanlarda, mesela bence Faulkner'in de (İngilizce okumadım, Türkçe çevirileri üzerinden yapıyorum bu değerlendirmeyi) başaramadığı bir konu vardır: her karakterin kendisine uygun bir dili, söylemi tutturmak. Bakarsınız hizmetçi, toprak sahibi, köle, esnaf, öğrenci, hepsi aynı dille konuşup, benzer şekillerde düşünürler. Bakış açıları değerlendirmeleri farklıdır ama dilleriyle farklılaşamazlar. Karakterler arası diyalogların olduğu metinlerden söz etmiyorum, o hâliyle kolaydır. Bu farklılaşma başarılamadığında da karakterin inşası yarım kalır, yemeğin tuzu eksiktir. Mihman'da her karakter, tek bir kere söz alabilen bile kendi dili, argosu, deyişleri, hassasiyetleri, vurguları ile bir anda romanın içinden dimdik doğrulup karşınıza dikiliveriyor. Avukat ve Müdür çok başarılı bir biçimde resmedilmelerine rağmen, sonuçta Avukat Akif Kurtuluş'a yakın tipler oldukları için anlayabiliyoruz ama Nezir tiplemesi gerçekten alkışı hakediyor. Sadece 5 bölümde kendisini dinlememize rağmen, herkesin rolünü çalıyor diyebiliriz. Roman kişilerinin ağzından çıkan hiç bir söz bizi yabancılaştırmıyor; "bir kadın, bir adam böyle mi konuşur, ne alâka, yazar anlattığı tiple hayatında herhalde hiç karşılaşmamış" türünden tepki verdiğimiz tek bir satır okumuyoruz.

Yazarın hiç ortada gözükmediği bu yapıda, tiplemeler de son derece başarılı olunca konu olabildiğince nesnel olarak işlenmiş oluyor. Roman kişilerine eleştirileriniz olabilir, zaten romanın başarılı olduğunun göstergesi de budur: Eğer roman kişisi karşınızda eleştirilebilir, kafanızın içinde karşılıklı olarak konuştuğunuz bir canlı gibi ortaya çıkmış ise yazar işini iyi yapmış demektir.

Mihman, karakterlere alışıp kimin kim olduğunu çözdükten sonra (ilk 50 sayfa) kolayca okunabilir bir metin olarak gözüküyor. Öyle de okunabiliyor. Ama nasıl gereksiz cümle yoksa, gereksiz ayrıntı da yok! Kurtuluş metni yazarken iyi bir polisiye de olduğu gibi (ama romana tür olarak polisiye diyemeyiz) ip uçlarını çaktırmadan ve çok başarılı bir biçimde serpiştirerek ilerliyor. İlk okumada belki çok zeki ve deneyimli polisiye okurları dışında bunların hepsini yakalayabilecek okur sayısı az olacaktır, işiniz gerçekten zor. Kitap uzunca bir süre elinizde kalabilir. Metinde gerçek bir ilişkiler yumağı var, nitekim bu yumak çözülmeye başlarken ana karakterlerden ikisi de isimleriyle arz-ı endam etmeye başlarlar. Tesadüfler ve rastlantılar kimi romanlardaki gibi aklın ve kurgunun sınırlarını zorlayacak türden değil.

Mihman'ın Türkçesi ise tam bir Şaire yakışacak türden. Uzun bir şiir gibi de okuyabilirsiniz; kitaba başlamadan önce ise Turgut Uyar'ın "Yokuş Yol" şiirini okumayı da unutmayınız. Mihman, sadece Türkiye'de değil ,2012'de dünyada yayınlanan en iyi romanlardan birisi.


Vergilius'un Ölümü


Hermann Broch'un “Vergilius'un Ölümü”nün çevirisi hiç kuşkusuz 2012 yılının en önemli edebiyat olaylarından birisidir. Ahmet Cemal'in çevirmenlik macerasının başlarında karşılaştığı ve çok etkilenerek hayatının en önemli etkinliği haline getirip üzerinde 40 yıl çalıştığı bu roman aynı zamanda Broch'un dilimize çevrilen ikinci eseri.  Vergilius'un Ölümü zor metinleri seven okuyucu için bile güç bir metin. Ayrıca çeviri ne kadar iyi olursa olsun şiirsel ve müziksel özellikleri olan Almanca metnin bu özelliklerinin Türkçede yeniden yaratılması olanaksız, her şiir çevirisinde olduğu gibi, bu tür bir metnin de eksilerek Türkçeleşmesi kaçınılmaz. Umarız tıpkı Ahmet Cemal gibi bir yerlerde bir çevirmen Sleepwalker üzerinde çalışıyordur, ve Vergilius'un ürküteceği okurlar ondan çok uzaklaşmadan Broch evrenine daha yumuşak bir geçiş yapabilirler.

Broch 1886'da Viyana'da zengin bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak dünyaya geliyor. Gençliğinde bir yandan edebiyat ile ilgilenirken öte yandan da ailesinin tekstil fabrikasında çalışıyor. 1909 yılında Vergilius'da da etkilerini göreceğimiz bir karar alıyor ve katolikliği seçiyor. Broch Batı Avrupa romanının özellikle James Joyce'dan etkilenen modernist kalkışmasının tam göbeğinde yer alıyor. Döneminin Canetti, Rilke, Musil gibi önemli isimleri ile bire bir tanışıklığı var. Musil gibi maddi açıdan şanssız bir insan değil, tekstil fabrikasını sattıktan sonra rahatlıkla tüm zamanını edebiyata vakedebiliyor ve 40 yaşında ilk romanını Uyurgezerler'i yayınlıyor. 1938'de Nazilerin Avusturyayı ilhak etmesi ile toplama kampına kapatılıyor. Vergilius'u yazmaya da bu kampta başlıyor. Aralarında James Joyce'un da bulunduğu edebiyatçı dostlarının açtığı bir kampanya ile serbest bırakılıyor önce İngiltere'ye sonra da Vergilius'u bitireceği ABD'ye gidiyor.

Broch'un Ulysses'in bilinç akışı tekniğinin izinden gittiği Vergilius'un konusu Roma İmparatorluğu'nun en büyük şairi Publius Vergilius Maro'nun yaşamının son 18 saati. Vergilius'un aeneis isimli eseri Roma İmparatorluğu'nun kuruluşundan itibaren hikâyesini anlatan bir tür Ulusal Epik olarak nitelendirilir. Virgilius, Homeros'un İliada ve Odysses'inden ilham alarak Yunanlıların işgali sonrasında Truvayı terkeden Ankhises'le Afrodit'in oğulları Aeneas'ın yaşamı ve İtalya kıyılarına ulaşarak Roma'yı kurmasının hikâyesini anlatır. Edebi form olarak da yine Homeros'un Dacytlic hexameter ya da Heroic hexameter olarak bilinen ritmik şemasını uygular. Vergilius'un Batı edebiyatında önemli bir etkisi vardır, Dante'nin İlahi Komedya'sında Vergilius, Dante'nin cehennemdeki rehberi olarak karşımıza çıkar. Zira Vergilius'un bir özelliği de Eski Roma'da cehennemden ilk söz eden şair olmasıdır. Bilindiği gibi Dante Cennet'e gittiğinde rehber değişir, Vergilius'un yerini Beatrice alır.

Broch'un Vergilius'u Batı Avrupa romanının en cüretkâr denemelerinden birisidir. Bu denemenin ne kadar başarıya ulaştığı ise tartışma konusudur. Bu türden tartışmalı metinlerin hepsinde olduğu gibi eleştirmenler ve okuyucular karşıt kamplara bölünürler: bir yanda fanatik hayranlar, eseri bir başyapıt olarak niteleyenler öte yanda negatif eleştiriler. 4 elementin isimlerinin bölüm başlığı olarak seçildiği 4 bölümden oluşan roman, büyük epiği Aeneis'i gözden geçirmek için Atina'ya seyahat eden Vergilius'un dönüş yolunda hastalanması ve Brindisi limanına gemi ile dönüşü sırasında başlar. Roma her zamanki gibi hareketli, canlı, cıvıl cıvıldır ama bir moral çöküntü içerisindedir. Şair'in edebiyatçının o bitmek bilmez sorgulaması, hesaplaşması başlar: Ne işe yaradı eserim? Ahmet Cemal'in kitaba yazdığı önsözde vurguladığı gibi “Roma'da iktidar sahipleri ve halkın bir kesimi tarafından daha kendisi hayatta iken onca yüceltilmiş şiirleriyle, gerçekte acılarla, kargaşayla ve adaletsizliklerle dolu bir dünyada aslında neyi değiştirebilmiş olduğunu sorgular. İç monoloğun akışı boyunca bu sorgulama, şiir sanatından yola çıkarak sanatın geneline yayılır ve “Sanat neyi değiştirebilir?” sorusunda odaklaşır.”

Vergilius, dostlarının pek yücelttiği Aeneis'i reddetmekte ve yakılmasını ortadan kaldırılmasını istemektedir. Dostları, en başta da Augustus onu bu kararından vazgeçirmeye çalışırlar. Augustus'a göre artık Aeneis Vergilius'tan çıkmış ve Roma'nın olmuştur. Yine Cemal'in belirttiği gibi bu bölümde “sanat ve iktidar” sorunu gündeme gelir.

Broch'un Vergilius'u ve Roma'yı eksene koyarak gerçekleştirmeye çalıştığı tartışma, döneminde yaşanan büyük toplumsal olayların, Nazizmin yükselmesinin, 2. savaş öncesi ve sırasında yaşanan büyük çöküntü ile günyüzüne çıkan, kriz içerisindeki bir toplumsallıkta genelde kültürün özelde edebiyatın yerinin ne olduğu konusudur. Dolayısıyla dostlarıyla olan diyalogları dışında baştan sonra bir içsel monolog olan bu romana koyu bir karanlık hâkimdir. Ayrıca Hristiyan teolojisi konusunda birikim sahibi okurun özellikle son bölümde Broch'un katolikliğe dönüşünü de akılda tutarak okumasında fayda olacaktır. Vergilius'un Eclogues yani Seçmeler isimli eserinin 4 bölümü Mesiyanik kehanetleri ile bir tartışma konusu olagelmiştir. Bu da kimi yorumcular tarafından Broch'un katolikliğe dönüşü ile ilintilendirilir.

Kitabın basılır basılmaz ikinci baskısını yapmış olmasını görmek oldukça sevindirici. Ahmet Cemal'in tutkusunu ve çeviri macerasını bizlerle paylaşmasının okurun merakını tetiklediği anlaşılıyor. Ancak okuru uyarmamız gerekiyor, zor bir metin bu, çok mesai, dikkat, konsantrasyon isteyen bir okuma süreci var önünüzde, herkese göre olmadığı aşikâr. Uzun, bir noktasına geldikten sonra nasıl başladığını unutacağınız yoğun ve karışık paragraflar; mitolojiye, tarihe yapılan göndermeler, belki de metni okurken başka okumalar yapmanızı da gerekli kılacaktır. Başta da vurguladığımız gibi kaçınılmaz bir şiirsellik ve müzikalite kaybı olsa da Avrupa romanının bu en önemli metinlerinden birisinin artık Türkçede olması paha biçilmez bir kazanç. 40 yıllık emeği için Ahmet Cemal'e şükranlarımızı sunuyoruz.

Ulysses


2012'nin son büyük sürprizi Ulysses'inin yeni bir çevirisinin yayınlanması oldu. Kimilerince 20. yy'ın en önemli edebiyat eseri addedilen Ulysses'in ilk çevirisi Nevzat Erkmen tarafından yapılmıştı (1996, YKY). Armağan Ekici'nin Türkçeleştirdiği yeni Ulysses, Bülent Erkmen'in albenili tasarımı ile Norgunk tarafından basılmış. Kütüphanenize yakışacak şık bir kitap. Ulysses yayınlandığı günden beri tartışmaların ve incelemelerin odağında. Bunun bir nedeni, James Joyce'un bilinçli olarak edebiyat çevrelerini, profesörleri yüzyıllarca meşgul edecek bir metin üretme iddiası. İkincisi ise basım macerası. Önce bir Amerikan dergisinde bölüm bölüm yayınlanır, sonra müstehcenlik suçlaması ile yayını durdurulur. Kitap olarak ilk basımı ise 1922'de Paris'te gerçekleşir. Ancak Paris'te kitabı Joyce'un karmakarışık ve okunması zor el yazısından dizen dizgiciler tek kelime İngilizce bilmemektedir. Joyce'un artan görme problemleri de provalar üzerinde sağlıklı bir çalışma yapmasına engel olur. Sonuç olarak bu sancılı doğum süreci çok sayıda farklı Ulysses baskısının ortaya çıkmasına neden olur.

YKY baskısında çevirinin yapıldığı orijinal metinle ilgili bilgiye ulaşabiliyoruz: Random House, 1986 baskısı. Ancak nedense Norgunk bu bilgiyi okurlarından esirgemiş. Yayınevinden öğrendiğimize göre kaynak metin 1993'te yayınlanan Oxford World's Classics / Jeri Johnson metni. Bunun aynı zamanda mizanpaj olarak birinci basımın tıpkı basımı olduğunu öğreniyoruz. Bu özelliği ile de YKY baskısından çok farklı bir baskı var elimizde. Elimizde iki çeviri olduğuna göre, hangisini okumalı? Ulysses'in kendisi ile başımız belada iken şimdi bir de alternatif çeviri problemimiz oldu. Söyleşilerinden Ekici'yi Ulysses'i yeniden çevirmek gibi çılgınca bir maceraya sürükleyen motiflerden birisinin de bu olduğunu öğreniyoruz. Yani Ulysses'in aslında sıkıcı, tatsız bir metin olmadığı, tam tersine hınzırlıkları, oyunları, Joyce'un içine gömdüğü dehası ile keyifli bir metin olduğunu gösterebilmek. Lafı çok uzatmadan, bir yargıya da varmadan (varamadan demek daha doğru olur, zira elimde orijinal İngilizce metinler yok; ayrıca metinler olsa da çevirilere kıymet biçme yetkinliğine sahip değilim) Aynı cümlelerin bu iki çeviride nasıl çevirildiklerini birkaç örnek ile aktaralım. Belki okuyucularımızın “hangisini okuyalım?” sorusu için bir nebze olsun faydalı olur. İlk örnekler Erkmen, ikinciler Ekici çevirisidir. Farklılıkları bulmak için bir çaba gösterilmemiştir.

Sarman, Babaç Buck Mulligan, üzerine bir aynayla ustura haçvari konulmuş tıraş sabunu köpüğü dolu tasıyla merdiven başında belirdi.” (32)
Oturaklı, toraman Buck Mulligan, merdivenbaşından dışarı çıktı, üzerinde, bir aynayla usturanın haç gibi çaprazlandığı sabun köpüğü dolu bir tası yüklenmişti.” (9)

Görülebilenin kaçınılmaz kipliği: En azından bu, gözlerimin düşüncesi. Burada okuyadurduğum her şeyin, yaklaşan meddin getirdiği denizcanlılarının ve denizkazının, şu partal pabucun imzaları.” (67)
Gözle görülenlerin kaçınılmaz modalitesi: en azından bu, eğer daha fazlası değilse, gözlerim aracılığıyla gelen düşünce. Tüm nesnelerin imzalarını okumak için buradayım, denizdölü ve denizölüsü yosunlar, yaklaşan gelgit, şu paslı pabuç.” (42)

Mr. Bloom ölçülü adımlarla Sir John Rogerson rıhtımı boyunca vinçlerin yanından ilerledi. Windmill Lane'i, Leask'in keten tohumu ezimevini ve postaneyi geçti.” (102)
Mr. Bloom, Sir John Rogerson Quay boyunca yük arabalarının yanından açık bir zihinle yürüdü. Windmill Lane'i, Leask'in keten tohumu presini ve postaneyi geçti.” (74)

İRLANDA BAŞKENTİNİN KALBİNDE Tramvaylar Nelson sütununun önünde yavaşladılar, döndüler, cereyan kollarını değiştirdiler.” (151)
HİBERNİYA BAŞŞEHRİNİN KALBİNDE Nelson sütununun önünde tramvaylar yavaşladılar, makas değiştirdiler, boynuzlarını başka hatta taktılar.” (117)
Ananaslı akideşekeri, limonlu belik, yumuşak karamela. Her yanı yapışyapış şeker bir kız bir hıristiyan kardeşin tabağına kepçe kepçe kremalı bir tatlı dolduruyor.” (187)
Ananaslı bonbon, limon şekeri, tereyağlı İskoç şekerlemesi. Şekersaksaklı bir kız bir hristiyan birader için kepçe kepçe şekerleme dolduruyor.” (148)

EKSİLEN RAKAMLAR KART KOKOROZLARI PEK KEYİFLENDİRDİ. ANNE ÇALAK FLO SARSAK – AMA HAKSIZ MI YANİ ONLAR?” (186)
EKSİLMİŞ UZANTILAR NEŞELİ NİNELERİ PEK KIKIRDATTI. ANNA VINGIRDARKEN FLO ZANGIRDADI. - OLACAK O KADAR, DEĞİL Mİ?” (147)

Çelebi Kuveykır kütüphaneci, sadra şifa vermek niyetiyle, onlara doğru tatlı tatlı mırıldandı.”(223)
Kibarca, onları teskin etmek için, Quaker kütüphaneci kedi gibi guruldadı.” (180)

Pek muhterem başrahip John Conmee S.J. kilisedeki kapalı bölmesinden aşağı inerken ışıltılı saatini gene iç cebine yerleştirdi.” (260)
Yüksek rütbeli, pek muhterem peder John Conmee S.J. Ruhban bölmesinin basamaklarını inerken pürüzsüz saatini geriye, iç cebine koydu.” (214)

Altın ile bronz atnallarının çeliktıngırtısını işittiler. Küstahtah tahtahtah.” (298)
Sırmanın yanında kızıl naldemirlerini duydular, çelikçınçın. Münüüfübütfüf tfftfftff.” (249)

Arbour Hill'in köşesinde D.M.P.'den baba Troy'la laflayıp vakit geçiriyordum kin, hay Allah manyak bi baca temizleyicisi geldi de süpürgesinin sopasını az daha gözümün içine sokayazdı.” (337)
Dublin Emniyet Teşkilatı'ndan bizim Troy'la şurda Arbour Hill'in köşesinde azcık vakit öldürüyordum ağbi Allahın belası bir baca temizleyicisi çıkıp gelmez mi, az kaldı edavatını gözüme sokayazdı.” (284)

Deshil Holles Eamus. Bize o mihr-i dirahşanı, nur-i ilahiyi gönder, Horhorn, hayatbahşeden, meyvedar rahmi.” (431)
Deshil Holles Eamus. Gönder bize, parlak tanrı, ak tanrı, Bobohorn, canlananı ve rahimmeyvesini.” (369)

Genelevin, tramvayların parkesiz yan manevra hatlarındaki çıplak raylarla yeşilli kırmızılı ışıltıların ve tehlike işaretlerinin yer aldığı ön tarafındaki Mabbot Street girişi.” (478)
Geceköyün Mabbot Street girişi, girişin ön tarafında tramvayların kaldırım taşları döşenmemiş, iskelet halindeki raylardan ibaret, bataklık yalazından kırmızı yeşil ışıkları ve tehlike levhaları olan manevra hattı uzanmaktadır.” (411)





Muz Sesleri: Sıkıcı bir ilk roman


Kentlerle kurduğumuz ilişki de diğer canlılarla ve nesnelerle kurduğumuz ilişkiye benzer. Kentlerin ötekilerden farkı kapsayıcılıkları, bir tür “kap” olmalarıdır belki. İçinde insanları, nesneleri, şeyleri, yeni kavramları, kokuları, görüntüleri, estetiği barındıran, onlarla şekillenen vücut, kişilik bulan bir kap. Tarihi, mimarisi, insan bileşimi, barındırdığı kültürler, iklimi, tüm bunlar her kente tıpkı insanlar gibi kendisine özgü bir kişilik, renk verir. Bir kente vurulursanız, sevgilinin kokusunu özlemek gibi o kentin kokusunu özlersiniz. Kentlerden etkilenmemiz kişisel tarihimiz, varoluşumuz ve estetik şekillenişimizle de yakından ilintilidir şüphesiz. Duygularımızın oluşum sürecinde nelerle beslendiği, neleri yücelttiğimiz, mantıklı mantıksız hayranlıklarımız elbette temelden ya da kıyıdan köşeden popüler kültürün etkileri ve elbette beklentilerimiz...Tıpkı sevgi ve aşk gibi tarihsel duygu süreçlerinin öznesi ve nesnesidir bizim için kentler. Onlara aşık olabilir, bağlanabilir, delice özleyebiliriz. Aşkın uyardığı, harekete geçirdiği enerjimiz akacak bir mecra arar. Kimi genç aşıklar için şiirdir bu mecra. Kent romantizmi, tıpkı tüm diğer romantizmler gibi yaratma güdüsünü canlandırır, tetikler. “Bu kenti yazmalıyım!” Duygulanımların emri budur. Her yazma emri gibi insanı kağıda ve kaleme doğru hızla sürükler. Kentin içimize doldurduklarını bir an önce boşaltarak rahatlamak isteriz. Kentten bize doğru akan kesintisiz enerjinin bizim dolayımımızla yeni bir forma kavuşması, yani bir anlamda kentin aşkı ile hesaplaşmamız gereksinimi. Ama bir kenti ne zaman ve nasıl yazmalı? Tıpkı bir aşkı yazmak problematiği gibi.

Ece Temelkuran'ın Beyrut şehri ile kurduğu ilişkiye bir aşk ilişkisi demekte beis görmüyoruz. Zamanının bir kısmını bu kentte geçiriyor olmasından, beyanlarından ve nihayetinde kenti merkeze alan roman teşebbüsünden bunu anlıyoruz. Anlaşılan çevresine Beyrut aşkından, bu aşkın kendisinde uyandırdığı romana kaynak teşkil eden duygu ve düşüncelerinden o kadar çok söz etmiş olmalı ki, Yaşar Kemal, “Git ve yaz” demiş, o da bunu kitabının, romanlarda pek rastlanmayacak uzunluktaki ithaf sayfasına eklemiş.

En zor soru şu sanırım: Kent bizi aşkı ile adeta tatlı tatlı boğar, soluksuz bırakır, ondan uzak kaldığımızda yokluğu ile içimizi oyarken biz o kenti anlatmaya karar verdiğimizde, nasıl anlatacağız? İçine bir tutam da aşk mı katmalı? Kent on yıllardır adeta savaşın sembolü olmuş ve bugünkü hâli savaşsız anlaşılabilir değil ise savaşı bir kenara bırakabilir miyiz? Ortadoğu'nun kavşağı, dinlerin, ırkların geçiş ve yerleşme noktası ise tüm bu çeşitliliği de mi aktarmalıyız? Ya politika? Ya tüm bunların hem içinde hem dışında olanlar, batılılar, doğulular? Batılıların oryanyalizmi, yazarın Orta Doğu hassasiyeti. (bir zamanların Ant dergisinin 'Ortadoğu Devrimci Çemberi' formülasyonu geldi aklıma) liste uzayıp gider, hele o kent Beyrut ise. Peki tüm bunları bir roman formatı içerisinde buluşturmak o romanı çok katmanlı yapar mı? Yapabilir de yapamayabilir de, o noktada romancının becerisidir belirleyici olan. Elbette ardından romanın klasik, modern ya da post modern sorunsalları gündeme gelir: karakterlerin rolü ve önemi, kurgu, anlatıcının yeri, vs. Tüm bu karmaşık sorun yumağının içerisinden başarı ile çıkabilen sanatsal dehadır. İçerisinde boğulan ise en uygun deyişle erken açmış, iyiniyetli edebiyat öğrencisi.

Ece Temelkuran'ın Muz Sesleri romanı, Internet, TV ve medya destekli pazarlama kampanyası ile gündemimize getirildiğinde okuduklarım, özellikle de yazarın söyleşilerinden işittiklerimle belli bir beklenti yaratmıştı bende. Aklımda kaldığı kadarı ile oldukça kendinden emin bir şekilde çok katmanlı bir roman yazdığından, her katmanından ayrı ayrı ya da bir bütün olarak okunacağından bahsediyordu yazar. Yazara inandım, şimdiye kadar yaptıkları, çabası, enerjisi, ürettikleri hesaba katıldığında inanılmasını destekleyecek bir birikim vardı ortada. Her ne kadar insanın kendi üretimine mesafeli yaklaşması, hele de konu edebiyat olunca, kendi yaratısı üzerine konuşması konusunda çok çekincelerim olsa da, bu kadar kendinden emin olduğunu görünce “Demek ki ortada iyi bir iş var, almalı ve okumalı” düşüncesi ile kuşandım.

Ece Temelkuran'ın şiirsel bir dil oluşturma saplantısı var. Bunu şiirimsi kitaplarından da biliyoruz. Duyguları aktarmaya çalışan bir çaba bu. Acemi şairlerin ferahlaması gibi yazan için ferahlatıcı olabilen bu uğraş, okuyucu için sıkıcı bir hâl alabiliyor. Romandaki bütün bölümlerin giriş cümlelerinde dildeki bu zorlamayı ve uğraşıyı görüyoruz. Bir kaç bölüm okuduktan sonra, bir sonraki bölüm nasıl bir zorlama ile başlayacak beklentisine giriyor insan. Üstelik bu kallâvi girişlerden sonra arkası gelmiyor. Dolayısıyla okumayı yapısal olarak zorlaştıran, gayet dağınık kısa bölümlerin bir ağır girişler, bir de geri kalan kısımları var. Yazma biçimi ile ilgili ikinci konu: aforizma üretme saplantısı. Ece Temelkuran büyük lâflar söylemeyi çok seviyor, iddialı, alıntılanacak cümleler, deyişler kurayım istiyor. Ama bu metnin genel yapısı ve akışı içine yedirilmediği zaman, ki genellikle öyle oluyor, sırıtıyor. Roman içerisine aforizmalar serpiştirilen bir anlatı türü değildir. Röportaj kitapları ya da köşe yazıları bu iş için daha uygun ortamlardır. Belki de o ortamlarda okuyucusu tarafından sevilen ve benimsenen bir özelliği romana taşımaya çalışmış.

Roman'da çok şey anlatma arzu ve isteği ile bir dizi kısa bölümle pat diye ortaya atılan o kadar çok karakter var ki, kitabın yarısına gelmeden kim kimdi karışmaya başlıyor. Daha doğrusu bir diğerinden ayırt edilemeyen bir “isimler dizisi” oluşuyor. İsimler dinsel ya da etnik aidiyeti dışında pek bir şey ifade etmiyor, işte Marwan Suriyeli, Hâdi Bey, Zeynab Hanım'ın kocası, Setanik Ermeni, Jan Falanj, efendim Wissam, Sünni Filistin, güya baş rollerden birisinde olduğu halde diğerleri kadar bile canlanmayan Filipina Filipinli, onun arkadaşları, Türk kadrosundan Deniz, Tunç, öte yandan batılı akademia portreleri çizme teşebbüsleri... Peki ya sonra? Bu karakterler aslında kendileri olarak ve kendileri için ya da hepsi birden roman için var olmuyorlar, yazarın bize aktarmak istediklerini anlatma aracı olarak dekor malzemesi olarak bulunuyorlar. Ortada bir edebiyat tekniği paradigması sorgulamasından da söz edemeyeceğimize göre, yani bir romancı olarak Ece Temelkuran'ın karakterlerin romandaki varlığı ve işlevi ile ilgili bir derdi olmayıp, konuya gerçekçi okulun çerçevesinde yaklaştığını varsaydığımızda, bunlar Balzac'ın kontrolü ele geçiren karakterlerinin tam tersine, bırakın canlanmayı, ikinci boyuta bile ulaşamayan, yazarın kentle ilgili duygu ve düşüncelerini aktarma aracı olmaktan öteye işlevi olmayan bir kalabalık hâlini alıyorlar. Kuşkusuz bu karakterlerin birbirleri ile olan ilişkileri betimlenmeye çalışılıyor, ama belli bir hacimde o kadar çok karakter ve o kadar çok farklı olay bir arada anlatılmaya çalışılıyor ki, bunlar karakter eskizleri olmaktan öteye geçemiyor.

Neyse uzatmayalım, oldukça keyifsiz ve zorlama bir okuma sürecinden sonra, acaba ben mi bir şeyleri karıştırıyor ve kaçırıyorum diyerek ikinci kez, evet yanlış okumadınız, ikinci kez okudum. Hayır, ilk deneyimime olumlu hiçbir şey eklenmediği gibi, gözüme batan Türkçe hataları, diyalog problemleri, Türkçe gibi konuşan Beyrutlular eklendi. Beklentilerle oturduğum sofradan aç karnına kalkmak zorunda kaldım.

Nasıl yaşadığınız aşkın büyüklüğü sizi en büyük şair yapmıyorsa, kentle aranızdaki büyük aşktan da öyle kolay kolay iyi roman çıkmıyor. Aşk böyle aldatır insanı. Aşk'ı var eden sırlardan birisidir, göz boyayıcılığı ve aldatıcılığı. Muz Sesleri ile Ağrı'nın Derinliği'ni yan yana düşündüğüm zaman, ilkini ikincisinin roman formatına doğru bükülmeye çalışılmış hâli olarak görüyorum. Muhtemelen yazar da başlangıçta bu ikilemi yaşamış olabilir: Bir röportaj veya deneme formatında mı olsun, yoksa roman mı? Roman tercihi sanırım en azından okuyucuların büyük çoğunluğu ve edebiyatımız açısından için iyi bir tercih olmamış. Ancak romanın, yazarın sadık hayranları ve kitapları içindeki aforizmaları ayıklamak için okuyanlar gibi belli bir kitle tarafından da beğeniliyor ve beğenilecek olması, genel beğeni dağılımı ilkesi ile de gayet uyumlu olacaktır.

Beyrut bu kapsamda romanımızda ilk kez yer almıyor. Bu vesile ile geçtiğimiz yüzyıl başındaki Beyrut ve Halep'te geçen, otobiyografik niteliği de olan Refik Halid Karay üstadın güzel romanı “Sürgün”ü yâd etmiş olalım.