11 Mart 2012 Pazar

Din ya da Politika: Neden Felsefe?


Öyle bir kitap düşünelim ki, mevcut politik yelpazenin hiçbir kanadının hoşuna gitmesin. Ulusalcılar gericilikle, müslümanlar kafirlikle, Kürt milliyetçileri, Türk milliyetçiliği ile eleştirsin. Kafatasçılar ise zaten okumazlar.
  
Öyle bir kitap düşünelim ki, anlaşılması zor olmadığı, Türkçeyi yetkinlikle kullandığı, derdini gayet açıklıkla ifade edebildiği halde bu ülkedeki üniversite mezunlarının çoğunluğu tarafından anlaşılması zor bulunsun. Kısacası öyle bir kitap olsun ki, varlığı ile adeta günümüz Türkiye'sinin bir aynası olsun: Kürt meselesinden AKP'ye, Said-i Nursi'den Fethullah Gülen'e, müslüman zihniyetin çözümlenmesinden bilinç felsefesine, oradan insan-birey olmak sorularına kadar gündemimizdeki tüm sorunları büyük bir cesaretle tartışsın; dogmaların ve kutsalların üzerine çekinmeden sadece özgür bireyin bağımsız düşüncesi ile yürüyebilsin. Bu kitabı gündem maddesi yapıp tartışabilsek bir aydınlanma umudumuz bile doğabilir. Ama muhtemelen ikinci baskısı bile yapılamayacak.

Bu rahatsız edici kitabımızın adı: Din ya da Politika (Neden Felsefe). Yasin Ceylan çoğunluğu Radikal 2'de çıkmış yazılarından derlemiş. Yasin Hoca'nın hayat hikâyesi de manidar: Türkçe bilmediği için ilkokulu ancak yedi yılda bitirebiliyor. Babası "bu gerizekâlıdan bir şey olmaz!" diyerek okuldan alıyor, bir terzinin yanına çırak veriyor. Ama hocanın deyişiyle basiretli bir din adamı, "bu oğlan mektep okumalı" diyerek babasını ikna ediyor, İmam-Hatip okuluna gitmesine ön ayak oluyor. Bu müdahale, Edinburgh Üniversitesi'nden doktoralı bir ODTÜ Felsefe profesörlüğü sürecinin başlangıç noktası oluyor.
  
Hep söylenir, Türkiye'de felsefe geleneği yok diye. Bu eksikliğin sonuçları, ortalama birey üzerindeki etkileri vahimdir. Felsefe geleneğinin olmadığı bir ortamda "düşünmek"ten söz edilemez. Daha da ötesi düşünmek sıradan bir birey için işkence haline gelir. Zira düşünmek eğitimsiz, kendiliğinden gerçekleşebilecek bir beyin fonksiyonu değildir. Yorucudur; bilgi ister, odaklanma, ölçme, değerlendirme, farklı açılardan bakabilme gibi becerilerin gelişmiş olmasını ön gerektirir. Düşünme becerisini edinemeyen bireylerin düşünen metinleri ya da söylemleri de izleyebilmesi, anlayabilmesi mümkün olamaz. Dolayısıyla "Aşk Kuantumu", "Allah’ı Bildiğimi Sanırdım", "Çılgın Türkler" gibi büyüklere masallar yüzbinler satarken, evrensel ölçülerde ortaokul düzeyinde düşünme yetisi gerektiren, zaman zaman ironi içeren metinler, üniversite mezunlarının çoğunluğunca bile algılanamaz. Üstüne üstlük, o eğitim sırasında ya da yukardakilere benzer hikâye kitaplarından yarım yamalak öğrendikleri kavramlarla hakarete varan eleştiriler bile üretirler. Yasin Hocamız da bu okumuş cahillerin çemkirmelerine maruz kalabiliyor.

Bu kitap bir düşünce ziyafeti sunuyor. Eğer herhangi bir korkunuz, takıntınız varsa, demir attığınız limandan ayrılmaya hiç niyetiniz yoksa, dininiz, milliyetiniz, kısacası insanın üretip kutsallaştırdığı, sonra köle olduğu herhangi bir hurafeniz varsa uzak durun bu kitaptan. Yazının bundan sonrasında sözü kitaba bırakmak istiyorum, zira onu ondan daha iyi anlatabilecek durumda değilim:

Türklerin olumlu bir niteliği olarak belirtilen "itaatkâr" olmaları üzerine:

"Şimdi, Allah’ın sevdiği kavimlerden Türklerin, itaatkâr oldukları ve intikamcı olmadıkları için devlet olabildikleri tezini ele alalım... Ancak muti olmak ve itaat etmek, her durumda övülecek bir nitelik değil. Türklerin itaat mercii kuvvettir. Kim kuvvetliyse ona itaat etmiştir. Türklerin bu mizacı, tarihsel olarak, günümüze kadar, bir millet olarak ayakta kalmalarına katkıda bulundu. Fakat günümüzde, bireysel özgürlüklerin ve kul yerine vatandaş kavramının egemen olduğu çağımızda, kuvvete itaat, bir milletin ve devletin sonunu bile getirebilir. Çünkü kuvvet çoğu zaman haklılık demek değildir. Kuvvet, yalnız başına bir erdem de değildir. Hukuk ve merhametle birleşmediği zaman, zulüm ve baskıya dönüşür. Zulme dönüşmüş bir kuvvete itaat, gönülden olmaz. Korku sebebiyle olur. Korkan bilinç, özgürlük talep etmez de kaderine razı olursa, korku merkezine ta’abbud etmeye başlar. Yani, korku saçan şahıs ve kurumlara tapmaya başlar. Türk kültüründeki devlet kavramının kutsiyeti ve lider kültü bundandır. Devletin icra ettiği her türlü zulüm ve haksızlığa rıza göstermek de bu anlayıştan kaynaklanıyor. Çünkü kutsal olan şeye, karşı gelinmez. Ne yaparsa doğru yapar. Her yaptığı, bir hikmete mebnidir. Lider de layuhtidir, ona mutlak itaat esastır. Türk siyasetinde, devleti, doğru yanlış tüm edimleriyle esas alan bir partinin (MHP) varlığı bir rastlantı değildir. Hangi demokratik ülkede böyle bir parti mevcuttur? Irkı esas alan bir partiye rastlanabilir, ama ırk ile birlikte devleti kutsal sayan bir parti var mıdır?" (s.214)
  
İslam ve İslami partiler konusunda: "Cumhuriyet hükümetlerinin halkına karşı işlediği her suç ve günah, İslamcıların hanesine birer fazilet ve sevap olarak geçti. Oturdukları yerde güç ve itibar kazandılar. Şimdiye kadar iktidar olarak, yaptıkları iyilikler ise inanmadıkları alanda, kerhen yaptıkları şeylerdir. İnandıkları alandaki icraatlarını yeni yeni görüyoruz, göreceğiz. Kendileri dışındaki yaşam biçimlerine, şimdiye kadar kısmen dokunmayışları, saygıdan değil, henüz cesaret edemediklerinden. Bu cesaret taayyün edince, tavırları değişecektir. İslamlaştırma dalgası, önü güçlü bir setle alınmadığı takdirde, her şeyi altüst edecek, dalganın hızını iktidardakiler bile kesemeyecektir. İslami ateş, onların birçok icraatını İslam´a uygun bulmayacak, sonunda onları da yakacaktır" (s.171)
  
İrtica hakkında : "Türk modernleşmesinin diğer adı olan Atatürk İnkılâpları veya Kemalizm, ikna eden bir teoriden mahrum bırakıldı. Kanun ve kolluk gücüyle empoze edildi, halk ve aydınlar nezdinde zihinsel bir hazırlığa gidilmedi.... Din eleştirisi sığ bir nazariyeyle yapıldı, Batı’da 19. asırda, din eleştirisi adına yazılmış olan devasa literatürden faydalanılamadı. Geleneksel inançlarla savaşmak yerine bunlara inananlarla savaşıldı, birçok inançlı insana zulüm edildi. Batı’daki modernitenin ve Aydınlanma’nın mimarları ve filozofları müslüman halka tanıtılmadı, fikirleri benimsetilmedi. Bu sebeple, laik bir entelektüel, geleneksel kültür ve Ortaçağ felsefesine vakıf bir din bilgini karşısında cılız ve yetersiz kaldı... Kültürümüzde mevcut olan dindarlık ile erdemlilik arasındaki güçlü bağı kıramadı.
  
Aydınlanmanın orijinalinde tek akıl, önder sultası ve karizmatik kurtarıcı unsurları yokken, bizde aydınlanma Atatürk, Büyük Önder ve Atatürkçülük gibi kavramlarla lanse edildi. Bu klişeler, irtica ile mücadelede yegâne silah olarak kullanıldı ve giderek kendisi de bir din halini aldı. Bu sebeple, bugün irtica ile mücadele eden aydınlamacı bir kültür yerine başka bir irtica vardır. Başka bir deyişle geleneksel irtica ile mücadele eden, modern bir irtica vardır. Eşitlik, özgürlük, ilerleme ve Batılılaşma olarak tarif edilen Kemalizm, günümüz Atatürkçüleri nezdinde, bu kavramları yadsıyan bir düşünce düzeneğine dönüştü. Kültürümüzde ortaya çıkacak bir aydınlanma hareketi, karşısında bir değil birbiriyle yarışan, iki tür irtica bulacaktır." (s.166-167)

Müslüman reformistler hakkında: "Onların hepsi her iyi ve yararlı olanın, bu ister bilimsel bir başarı, ister teknolojik bir yenilik veya sosyal bir değer olsun, Kuran'da mutlaka belirtildiğini ve bildirildiğini göstermeye çalışmaktadırlar. Ancak garip olan şudur ki, onların yukarıda anılan gelişmeleri hiçbir zaman önceden tahmin edememiş, bilememiş olmalarıdır. Her ne hikmetse onların tanrısal bilgilere ilişkin açıklamaları, her zaman olay gerçekleştikten sonra gelmektedir." (s.187)
  
Köhnemiş posizyonunuzu savunmak yerine, Hoca'yı aşacak eleştiriler üretebilecekseniz hodri meydan!

Çok heyecanlı: Masumiyet


Sene 1955, mekân ,müttefiklerin, esas olarak da Amerikalıların kontrolündeki Batı Berlin. Henüz Berlin Duvarı inşa edilmemiş. Amerikan gizli servisi CIA , İngiliz gizli servisi SIS ile birlikte başlattıkları meşhur "Altın Operasyon"u devreye almak üzereler. Operasyonun amacı Batı Berlinden kazılacak bir tünel ile Doğu Berlin tarafına geçip, yer altındaki telefon kablolarına çengel atarak Sovyet Karargâhının iletişimini izlemektir. Mühendislik açısından önemli zorluklar içeren bir projedir bu. Telefon kabloları Doğu Berlin'nin yoğun trafiğe sahip bir caddesinin sadece 50 cm kadar altındadır. Tünelin o noktaya kadar götürülmesi (yerin 6 metre altında 450 metrelik bir uzunluk), o noktada yukarı doğru çıkılması, sonra da yapılacak bağlantılarla tünele yerleştirilen onlarca belki yüzlerce teyp ile kaydedilmesi planlanmıştır. Nitekim tünelin faaliyette olduğu 11 aylık süre içerisinde 50.000 makaraya yarım milyondan fazla görüşme kaydedilecektir. Ayrıca iletişim şifreli olduğu için CIA merkezinde şifrelemeyi kıracak ekipler de devrededir. Ancak daha sonraları Amerikalıların Sovyetlerin şifrelerini kıramadıkları ortaya çıkacaktır.

Esas olarak Amerikalıların sorumluluğunda olan bu projeye İngilizler de bir anlamda yancı olarak takılırlar. Amerikalılar pek gönüllü olmasalar da siyaseten onların da projede olmalarına müsade ederler, ancak kritik pozisyonlardaki bütün elemanlar CIA'dendir.

CIA ve SIS'in projenin ilk toplantısının yapıldığı zamandan itibaren bilmedikleri ve projenin tümn kaderini etkileyen bir durum söz konusudur. Bunu romanın tadını kaçırmamak için burada zikretmiyoruz.

İngiliz edebiyatının 2. Savaş Sonrası en iyi 50 edebiyatçısı arasında sayılan, ülkemizde de tanınan ve sevilen Ian McEwan'ın bu romanı yeni değil, 1990 tarihli, ama Türkçe'de henüz yeni yayınlandı. Üstelik Roza Hakmen'in çevirisi ile. McEwan, Masumiyet'te yukarda kısaca özetlediğimiz gerçek olaydan, Altın Operasyon'dan esinlenmiş. Hatta gerçek bir karakter de (George Blake) romanda boy gösteriyor. McEwan her zamanki sinematografik anlatımı ile okuyucuyu peşinden sürüklemeyi, iyi edebiyatın gücüyle farklı duygulandırmalar yaratmayı başarıyor. Bir kaç on sayfa okuduktan sonra, aşağı yukarı her McEwan kitabında olduğu gibi "ne kadar güzel bir film olur bu öyküden" demeye başlıyorsunuz. Nitekim Masumiyet de sinemaya uyarlanmış ama sanırım pek başarılı bir uyarlama olamamış.

Romanımızın baş kahramanı İngiliz posta servisi memuru Leonard Marnham, saf, naif, 25 yaşına gelmesine rağmen ana baba kuzusu, her anlamda bakir bir gençtir. Dönem dünya sahnesinden üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğunun baş oyuncu olarak çekildiği, yerini Yankee'lerin aldığı bir dönemdir. Müttefikler dostturlar ama aynı zamanda gizli kıskançlıklar ve alttan alta bir rekabet de söz konusudur. Asil, mağrur, gururlu, ağırbaşlı İngilizler dünyanın bu yeni efendilerine burun kıvırarak bakarlar. Kişisel tavırlarında ve ilişkilerinde serbest, rahat, esnek hatta biraz laubali ama öte yandan da çok sistemli ve planlı çalışan, dünyaya yeni ürünler, yeni müzikler, danslar sunan ilginç insanlardır Amerikalılar. Kitap bu durumun altını çizerek başlar, Marnham'ı Berlin'de karşılayan İngiliz teğmen durumu "Burada sorun Almanlar ya da Ruslar değil. Hatta Fransızlar da değil. Sorun Amerikalılar. Hiçbir şey bildikleri yok. İşin kötüsü öğrenmiyorlar da, laf dinlemiyorlar. Huyları böyle." diye aktarır. Bizim posta memuru Marnham da Berlin'de atandığı bu göreve kadar "bir Amerikalıyla yüz yüze tanışmamıştı hiç, ama mahalle sinemasında onları derinlemesine incelemişti"r.

Marnham için Berlin'deki yaşamı, ailesi ile birlikte yaşadığı durağan ve sıkıcı Tottenham hayatından sonra, hayli ilginç ve gizli yeni görevi de hesaba katıldığında keyifli ve mutlu bir dönem olacaktır. McEwan, Marnham'ın kişilik özelliklerini, iç dünyasını, o dünyanın değişimini son derece başarılı bir şekilde aktarıyor. Marnham Berlin'de adeta yeni bir oyuncağa sahip olan küçük bir çocuk gibidir. İlk defa yalnız başına yaşamaya başlamakta, mutfak için hayatında ilk alışverişini yapmakta, adeta hayatı yeni baştan öğrenmektedir. Görevi Amerikalıların operasyonda İngilizler için münasip gördükleri kıytırık işlerden bir tanesidir. Önce onlarca teybi kuracak, çalışmaya hazır hale getirecek, son aşamada tüne bittiğinde ise telefon hatlarına sızma işleminde çalışacak, akabinde kayıt işlemlerine nezaret edecektir.

Amerikalı patronu Glass bu masum İngiliz gencine Berlin'in gece hayatını da tanıtmak isteyecektir. Bir gece önce Doğu Berlin'e geçecekler, daha sonra tekrar Batı'ya dönüp gecey müşterilerin birbirlerinin masalarına kağıda yazılı mesajlar göndermelerini sağlayan Hava Basınçlı Posta Servisi olan bir barda devam edeceklerdir. Bu barda Marnham kendisinden biraz büyükçe bir Alman kadınından, Maria Eckdorf'dan borulu sistem aracılığı ile dans daveti alır. Gecenin sonrasında Marnham'ın Maria ile yeniden iletişime geçmesi nice içsel mücadeleler, kurgular, iç diyaloglar ve günler sonrasında gerçekleşecektir. Berlin, başka keşiflerin yanı sıra bakir Marnham için kadını, aşkı, cinselliği, dolayısıyla bütün boyutlarıyla kendisini keşfettiği bir şehir mi olacaktır? Hayatın önünde açılan yeni boyutları bu saf ve masum İngiliz delikanlısı, posta servisi memuru, Altın Operasyon görevlisi Marnham'ı nasıl etkileyecek, kendisinin bile bilmediği yönlerinin ortaya çıkmasına neden olacak mıdır?

McEwan usta bir yazar. İlk bir kaç sayfayı geçip romanın atmosferine girdikten sonra güzel ve keyifli bir roman okumanın tüm etkilerini hissedebiliyorsunuz. Çevre, durum, kişilik betimlemeleri tam olması gerektiği gibi. Marnham anlatının boyutları düşünüldüğünde fevkalade resmedilmiş diyebiliriz. Hikâye kusursuzca akıyor. Okuyucu Marnham ile birlikte Altın Operasyon'da çalışmaya başlıyor. O'nun kendini gösterme gayretlerini, utangaçlığını, elini kolunu nereye koyacağını bilmezliğini, tüm acemiliklerini, yani pek çok insani ortak paydamızı keyifle ve merakla paylaşıyoruz. Romanın ilk yarısı gayet huzurlu, dingin, keyifli bir şekilde cereyan ediyor. McEwan ikinci yarıda hızlandıracağı ritim için önce okuyucuya güzel bir masaj yapıyor adeta. Kendinizi bırakıveriyorsunuz yazarın ellerine. İngiliz roman geleneğinin birikimini hissetmemek mümkün değil bu ustalıkta. Marnham için her şey pek güzel gözüküyor, dolayısıyla biz okuyucular için de. Ancak hayatta yeni ilişkilerin, yeni mekânların her zaman tahmin edilemeyecek, önceden hesap edilemeyecek riskleri vardır. Hiçbir insan yalnız değildir, her ilişki aynı zamanda, karşımızdaki insanın geçmişiyle de ilişki kurmak demek değil midir?

Romanın ikinci yarısı, ilk yarının tersine adeta bir Roller Coaster seyahati biçiminde. McEwan'ın bizi tepeye çıkarıp, oradan aşağıya bıraktığı noktadan sonra kitabı elinizden bırakmanız mümkün olmayabilir, o yüzden zamanlamayı iyi yapmakta fayda var. 130. sayfaya geldiğinizde gece yarısı ise sabahlamamak için, bir iki saat içinde işiniz varsa geç kalmamak için, kitabı bir kenara kaldırıp, uygun ve geniş bir zamanda devam etmenizde fayda olabilir. Toplam 230 sayfa olduğuna göre, 100 sayfalık kesintisiz bir okuma zamanı ayırmanızda fayda var; zira son 100 sayfa tam da "bir solukta okunacak" nitelemesini hakedecek derecede heyecanlı ve sürprizli. Aşk, casusluk, cinayet, ihanet yok yok! Dolayısıyla türün meraklılarına, ayrıca kafayı çok yormadan iyi bir roman okuyarak hem hoşça hem heyecanlı vakit geçirmek isteyenlere gönül rahatlığı ile önerilebilecek bir roman. Üstelik Roza Hakmen'in Türkçesi ile.

Einstein'in Düşleri


Alan Lightman 1948 doğumlu Amerikalı bir fizikçi, yazar ve sosyal girişimci, yani toplumsal sorunlara yaratıcı çözümler üzerinde uğraşan bir kişi. Kamboçya'da eğitim yoluyla kadınların sosyal durumlarını düzeltmek amacını taşıyan Harpswell Vakfı'nın kurucusu. Massachusetts Institute of Technology'de hocalık yapıyor ve bu üniversitenin tarihinde hem Fen hem de Sosyal Bilimler Fakültelerinde ders veren ilk öğretim üyesi sıfatını taşıyor. Lightman'in 1993 yılında yayınlanan, Aylak Kitap tarafından Türkçe'ye kazandırılan "roman"ı (!) Einstein'in Düşleri 30 dile çevrilmiş bir çok satar. Ayrıca ABD'de bir çok kolej ve üniversite'de okutulan, kolej seviyesinde ise en çok okutulan metinlerden birisi.

Aylak Kitap, Platon Bir Gün Kolunda Bir Ornitorenkle Bara Girer'in yakaladığı satış başarısından esinlenerek benzer kulvarda bir kitap olan Einstein'in Düşleri'ni seçmiş olmalı. Lightman, roman olarak sınıflandırılan bu kitabında ( Library of Congress katalogu kitabı biyografik roman olarak sınıflandırıyor, dünyanın her yerinde de kurgu olarak sınıflandırılıyor, ancak her nedense Aylak Kitap bu kitabı "Popüler Bilim Dizisi" altında yayınlıyor. Tuhaf!) Einstein'in Görelilik ve Zaman kuramını konu ediniyor. Anlatı 1905 yılında İsviçre'nin Bern kentinde Einstein'in çalışmakta olduğu İsviçre patent ofisinde başlıyor. Sabahın erken saatlerinde henüz ofiste kimsenin olmadığı bir zamanda, şafak vaktinde ofisin tasviri ile. Ancak okuyucu bundan sonra alışılageldik bir kurgu ve olay akışı beklentisine girmemeli, zira anlatı, kitabın isminden yola çıkarak Einstein'in düşleri olduğunu anlamamız gereken bir kaç sayfalık çok sayıda küçük bölümle ilerliyor. Arada bir kaç bölümde gerçekliğe dönüyor Einstein'in çalışma arkadaşı ve dostu Michele Angelo Besso ile olan görüşmelerini izliyoruz. Besso, Einstein'ın yaşamında önemli bir karakter, zira Ernst Mach'ın çalışmaları ile onun sayesinde tanışıyor. Einstein henüz meşhur kuramını ortaya çıkarmamış, ama eşiğinde. Fakat anlatıdan kuramı nasıl oluşturduğu ile ya da yaşamı ile ilgili bir beklenti de oluşmasın.

Tipik bir biyografik anlatı yerine Lightman zaman'ı ele alıyor, irdeliyor. Zaman'ın olasılıkları üzerinde düşsel ve şiirsel denemeler veya kısa öyküler demek daha doğru olabilir. Kimsenin ölmediği bir dünya, zamanın tersine aktığı, ya da insan ömrünün tek bir gün sürdüğü bir dünyada yaşamak neye benzerdi? Lightman işte bu tür zaman boyutlu sorular üretiyor ve bu sorularını yanıtlamaya, okuyucusunu düşündürmeye çalışıyor. Düşlerin ilki şu varsayım üzerine:

"Farzedin ki zaman kendi üzerine bü­külen bir çember ve dünya hiçbir de­ğişikliğe mahal vermeden sürekli ken­dini yineliyor…"

Sonraki her birisi bölüm başlığı niteliği de taşıyan kimi varsayımları aktaracak olursak:

"Bu dünyada zaman, ara sıra bir parça döküntüyle yolu şaşan bir akarsu, ge­çip giden bir esinti." , "Bu ev­rende zaman, uzay gibi üç boyuta sa­hip" ,
"Bu dünyada iki zaman var. Biri meka­nik zaman, diğeri bedenin zamanı…" ,
"Neden ile sonucun düzensiz olduğu bir dünya burası. Neden bazen sonuç­tan önce, bazen sonra geliyor."
"Dünya, 26 Eylül 1907’de sona erecek. Herkes biliyor bunu."
"Kasabanın her bölümü ayrı bir zamana bağlanmış."
"Zamanın durakladığı bir dünya burası"
"Zamanın hiç bulunmadığı bir dünya. Sadece imgeler var."
"Bu dünyada insanların bellekleri yok."
"bu dünyada zaman düzenli değil, kesintili akıyor ve bunun sonucunda insanlar gelecekten
parçalar görüyor."
"Bu hız takıntısı niye peki? Bu dünyada zaman hareket edenler için daha yavaş geçiyor
çünkü. Haliyle herkes zaman kazanmak için yüksek hızda hareket ediyor.
"Bu dünyada zaman tersine akıyor."
"Diyelim ki insanlar fani değil; ebediyen yaşıyorlar."
"Bu dünyada hiç kimse geleceği hayal edemiyor."
"İnsan ömrünün tek bir gün sürdüğü bir dünya hayal edin"

Her bir bölüm bu varsayımlardan birisinin Bern kentinde 1905 yılında insanların gündelik hayatlarını, hayata bakışlarını, amaçlarını, ilişkilerini nasıl etkilediğini örnekliyor. Bölümler / düşler arasında bir bağlantı yok. Dolayısıyla küçük öyküler gibi, farklı zamanlarda görülmüş ve kağıda aktarılmış düşler gibi düşünmekte yarar var.

Türkçe'sinden yola çıkarak değerlendirdiğimizde bu kitabın bir çok satar olması biraz ilginç. Konu, kurgu, üslup açısından akıcı, keyifli bir anlatı değil, en azından Türkçe çevirisi ile. Dolayısıyla ABD basınında çıkan değerlendirmelerden alıntılanan "büyüleyici, kışkırtıcı, nefis" gibi tanımlamalara iştirak edemiyoruz. Tam tersine okuma süreci kesik kesik, zorlukla, okumaya devam edebilmek için yoğun olmasa da bir miktar dikkat sardefilmesi gereken bir süreç olarak gerçekleşiyor. Elbette bu durum, söz konusu görüşlere iştirak etmeyecek okurlar olmayacağı anlamına gelmiyor. Kuvvetli bir olasılık orijinal dili olan İngilizcesinin şiirsel bir üslubu olması olabilir. Nitekim bir yerde "şiirsel vinyetler" tanımlaması geçiyor. Maalesef İngilizcesi elimde olmadığı için bu varsayımı sınama şansımız olmadı. Böylesi bir metnin çevirisinde orijinalinde olan şiirselliği yakalamak zor olabilir. Kimi okurların eleştirilerinden bazı bölümlerin oldukça ilginç bulunduğunu ve kendi yaşamlarını o ana dek hiç düşünmedikleri bir açıdan değerlendirmelerine vesile olduğunu öğreniyoruz. İngilizce okurların önemli bir kısmı kitaptan coşku ile bahsediyorlar. "Zaman" kavramının ve olgusunun kurcalanması açısından önemli bir kitap. Zamana dair şimdiye kadar düşünmediğiniz boyutları düşünmenize vesile olabilir. Kuşkusuz bir de Fizikçilerin, Einstein'ın kuramı konusunda bilgili olanların daha fazla keyif aldıklarını, alabileceklerini düşünebiliriz. Ama normal okurun kendini kaptırıp gideceği, eğleneceği, üzüleceği, heyecana kapılacağı çok satarlardan birisi değil. Konuyla ilgili okurun saatler mertebesinde bir oturuşta okuyacağı kısalıkta, ama ritmine ve yaklaşımına uyum sağlayamayacak okuyucunun ise bitiremeyeceği uzunlukta bir metin bu.

Son olarak kitabın edebiyat ve bilim dünyası dışında da bir çok sanatçıya ilham kaynağı olduğunu, kitaptan esinlenilerek oyunlar yazıldığını, müzikler bestelendiğini, resimler yapıldığını da belirtelim. Bunu da anlamak zor değil, son dönemlerin fantazi düşkünü kitleleri için çok verimli bir tarla sunuyor. İngilizce okuyabilenlerin, bulabilirlerse bir de orijinal metnine göz atmalarında yarar olabilir.

Ayrıca şu linklere de bir göz atmakta yarar olabilir: