3 Kasım 2011 Perşembe

İzmir'in , bir Profesör'ün, alkolün ve kuşların romanı


Nicedir bir ümitle, kâh fiyakalı arka kapak tanıtım yazılarının gazı, kâh basında çıkan pazarlama amaçlı söyleşilerin ve yüksek satışların etkisi ile (bir romancının romanı hakkında sayfalar boyunca konuşmasını, açıklama yapmasını da hiç anlayamam ya!) elime aldığım yeni çıkan Türkçe romanları bir kaç sayfa okuduktan sonra görev ve sorumluluk bilinci ile sıkıntılar içinde, hani belki biraz güzelleşir, ne bileyim hiç olmazsa iyi bir sonla bağlanır gibi iyi düşüncelerle bitirmeye çalışıyordum. Bir, iki, üç, dört, derken insan eline yeni bir Türkçe roman almaya korkmaya başlıyor. Eleştirmenlik zor iş, sürekli keçiboynuzu yemeye benziyor. Eleştirmenlere kolaylıklar diliyorum. Benim yaptığıma eleştiri denemez, öyle bir iddiam da yok, sadece kitap tanıtmaya çalışıyorum.Bu ülkede iyi bir eleştirmene yöneltilecek en haksız eleştiri herhalde “o da hiç bir şey beğenmez ki” olmalı.

Ahmet Sipahioğlu'nun Metis'den çıkan romanı Tepelitaklak'ı da bu halet-i ruhiye içerisinde edindim. Bir süre yeni bir hayal kırıklığı yaşama korkusu ile bir türlü başlayamadım. Neyse korktuğum başıma gelmedi. İyi bir romanın sonradan, ortadan, efendim kenardan açılması iyileşmesi diye bir şey yok. İyi roman iyi başlıyor, iyi gidiyor, iyi bitiyor.

Tepelitaklak'ı en iyi anlatan cümle arka kapakta yer alıyor: “Teğellenmiş öykülerden oluşan bir roman bu.” Aslında korkutucu bir cümle. Eğer öyküler teğellenmeye pek müsait değilse böyle bir kurgu girişimi ile ortaya garip bir şey de çıkabilir. Ama Ahmet Hoca iyi tasarımcı ve iyi terzi. Öyküler güzel, teğelleme başarılı. Edebiyatımızda da sinemamızda da bir derinlik ve çok katmanlılık, çok boyutluluk problemi olduğunu düşünürüm. Genelde ortada bir tek hikâye olur, o da şöyle böyle bir hikâyedir, işin “edebiyat yapma”, efendim, şiirsel bir üslup tutturma, altı çizilecek, kahramanlara aforizma olacak koca koca cümleler söylettirme sevdası ağır basar. Vıcık vıcık romanlar okumayı seviyor, altını çizeceğiniz, hayranlık içinde arkadaşlarınıza göndereceğiniz ulvi cümleler arıyorsanız size göre değil bu roman.

Romanımızın kahramanları (öncelik sırasına göre değil) İzmir kenti, Karataş semti, Urla ilçesi, devlet ve vakıf üniversiteleri, abisi Tayyare çocukken ölünce onun hatırasına isminin Tayyare II olması düşünülen ama sonra Tayyar'da karar kılınan bir asistan, onun Kıbrıs Gazisi yatalak babası, kuşlar, romana adını veren Tepelitaklak kuşu, veya latince ismi ile Camptorhynchus Baffaius, yerli adı ile Pamuk Ördek, bütün bunların merkezinde felsefeci, alkol bağımlısı, kuş gözlemcisi bir üniversite profesörü Bülent Çağlar, ve onun karısı.

Romanımız Asistan Tayyar'ın hocasına feryadı ile açılır: Tayyar, bunca yıldır asistanlığını yaptığı, hakkında, özel hayatının detaylarına kadar herşeyi bildiği hocasının başta isminin nereden geldiği olmak üzere kendisi ile ilgili hiçbir şeyi merak etmemesine ve bilmemesine bizim aracılığımızla sitem etmektedir. Bu vesile ile Tayyar'ın ve ailesinin kısa tarihlerini öğreniriz. Sonra romana teğellenme sırası Urla'ya gelir. Zira Tayyar ailesi ile birlikte Urla'da yaşamaktadır. Yazarımızın adeta bir kamera hareketi ile Urla'daki bir pencereden uzak bir tepeye zoom yaparak betimlemeye başladığı ve kameranın bulunduğu yer ile arasındaki tüm detayları aktararak bulunduğu yere, ya da tüm bu manzarayı gören gözün bulunduğu noktaya çekilmesinden ibaret kısa bölümü ( Gökyüzü, Evler ve Pencere) çok yaratıcı ve başarılı buldum. “Kuşların Destansı Yolculuğu” bölümü ise harika. Sipahioğlu bize sözcüklerle adeta bir kuş göçü belgeseli izlettiriyor. Sözcüklerin gücüne bir kez daha inandım sayesinde. Kuşların göçünü sözcüklerle betimlemek! Yazar adayları cesaretiniz varsa deneyin. Nasıl olabileceğini de okuyarak görebilirsiniz.

Ve teğellenme sırası İzmir'e gelir. İzmir anlatılırken “İzmir'in kadınları” unutulur mu? Sipahioğlu onlara da selamını yolluyor ve İzmir Üniversitelerinin 12 Eylül öncesi ve sonrası koşulları ile şekillenen kısa tarihini de anlatıyor bize. Sonra odaklanma sırası hocamızın yaşadığı Karataş semtine geliyor. Karataş'ın zaman içinde değişen yapısını öğreniyoruz.
Şölen (Sempozyum) bölüm başlığı Platon'u selam yollayarak bir özel üniversite, vakıf üniversiteleri sayfasını açıyor. Bülent Hoca artan kredi kartı borçlarını ödemek için kendisine ders vermesini teklif eden vakıf üniversitesinin teklifini kabul eder ve tanıtım toplantısına katılır. Tanıtımı yapan “tiril tiril, mevsimlik ve pahalı görünen bir takım elbise” giymiş olan genç, atletik dekan kusursuz bir İngilizce ile bölümünü tanıtır. Manzara daha çok bir özel şirket toplantısını andırmaktadır. Sahnedeki de dekandan ziyade bir Pazarlamacı gibidir.

Hocamızın alkollü maceralarına (evde sızdığı gece ve ayıldığı sabahın anlatıldığı bölüm de romanın zirvelerinden), asistanları toplayarak adeta zorla götürdüğü fantastik tır parkı maceralarına ve karısının gözünden nasıl göründüğü konularına girmeye yerimiz müsait değil. Romanımıza adını veren bir zamanlar Bafa gölünde yaşadığı rivayet olunan Pamuk Ördek ise ayrı bir alem!

Tepelitaklak gerçek bir sanat eserinin yapması gereken görevi yerine getiriyor. Okurken ve okuduktan sonra sizi bırakmıyor ve düşünmeye kışkırtıyor. Kendisinin ne olduğunu tanımlamaya çağırıyor sizi. Farklı katmanları, romana ustaca yerleştirilmiş, sırıtmayan sosyolojik ve psikolojik dokunuşları ile bir dönemin mekânları, insanları ve kurumlarına bir bakış yöneltiyor. Dilerseniz eğlenerek, keyifle okuyabilirsiniz, dilerseniz derin düşüncelere gark olabilirsiniz. İkisi de mümkün, tercih sizin. Edebiyatımızın güçlü ironi damarlarından beslenen, romanımızı ileri taşıyan sıkı bir roman.  

21 Ekim 2011 Cuma

Mahfuz'un Aynası

Hitkitap modern Arap edebiyatının Nobelli yazarı Necip Mahfuz çevirilerine Aynalar ile devam ediyor, çok da iyi yapıyor. Yine Işıl Alatlı'nın harika Türkçesi ile. Genç okurların eski sözcükler için zaman zaman sözlüğe başvurmaları gerekecek, bu da kötü bir şey değil, dilleri zenginleşecektir. Mahfuz'un en orijinal eserlerinden birisi olan bu kitap beni ziyadesiyle heyecanlandırdı. Mahfuz'un çok sevdiği Seif Vanlı'nın çizimleri eşliğinde bir baskı olması da cabası. Benim için tek eksiklik çizimlerin kitap içinde siyah beyaz basılı olması. Arapça ya da İngilizce baskıları içinde renkli olanı var mı çok merak ettim. Renkli çizimler için şimdilik kapakla idare ediyorum ama her birisi bir tablo güzelliğindeki bu çizimlerin bir renkli baskısının da izini süreceğim. Türkçe baskı için ayrı bir kapak tasarımına gidilmemesi yerinde olmuş. Sanırım bu kitapta yer alan portreler ilk olarak Mısır'da Televizyon dergisi'nde tefrika edilmiş. Bir de o dergilerin izini sürmek gerekecek. Bu portre çizimlerinin poster boy bir seti rüya gibi bir koleksiyon olurdu. Bu olmayacak bir rüya, bir iki tanesine bile razıyım.

Turkuaz Kitap da 2008 ve 2009'da 3 çeviri ile Mahfuz özlemimizin dinmesine yardımcı oldu. Umarız baskısı tükenen “Cebelavi Sokağının Çocukları”nın yeni baskısını ihmal etmezler.

Evet, Aynalar orijinal bir kitap. Mahfuz'un edebi dehasının örneklerinden birisi. Bir çok deha ürünü gibi de basit bir buluşa dayanıyor. Eğer pek dikkat etmeden kitaba başlarsanız, Mahfuz'un kendi tanıdıklarını, arkadaşlarını anlattığı otobiyografik bir anlatı, bir anılar kitabı olarak okumaya devam edebilirsiniz. Kitabın yapısı basit: bir anlatıcı var, tanıdığı insanları, isimlerinin Arapça alfabedeki sırasıyla her birini bir kaç sayfadan uzun olmamak kaydı ile anlatıyor. Tam elli beş kişiyi. Şimdi, bu kitabı nasıl sınıflandıracaksınız? Roman mı, öykü mü, başka bir şey mi? Mahfuz bunun bir roman olmadığını söylüyor. Fakat bir kişinin çevresindeki insanların yaşam öyküleri söz konusu olduğu için doğallıkla bu kişilerin de birbirleri ile ilişkileri gündeme geliyor, dolayısıyla elli beş insanın kısa yaşam öykülerini okurken aslında Mısır'ın bir tarihsel döneminin, bir kuşağının romanını okumuş gibi oluyoruz. Bu kişilerin birbirleri ile ilişkileri de anlatıldığı için baştan itibaren karakterleri akılda tutmak da gerekebiliyor. Zaten yapıta bir roman lezzeti veren de bu. Her yeni karakterin mutlaka önceki ve sonrakilerle bir ilişkisi anlatılıyor, yani çizilen portreler bağımsız biyografiler gibi değil. Tekrar çizimlere dönersek, herhalde Mahfuz kitabı bitirince Seif Vanlı'ya veriyor, Seif Vanlı'da karakterlerin hikâyelerini okuyarak Mahfuz'un sözcüklerle yaptığını çizgiye aktarıyor. Bu çerçevede portreleri okurken çizimlerin detaylarını incelemek (siyah beyaz fakirleşmiş haliyle bile olsa) çok keyifli. Seif Vanlı müthiş bir iş başarmış, herhalde Mahfuz bunun için çok seviyordu kitabının çizimli baskılarını. Vanlı'nın çizimleri sözcüklerle aktarılan bu kurmaca insanları fiziksel özellikleri ve karakter özellikleri ile gerçekten resmediyor, “evet bu, işte bu!” diyorsunuz. Yani sadece has bir edebiyat adamının şovu değil aynı zamanda müthiş bir ressamın şovu bu kitap.

Aynalar'ın tarihsel ve kültürel arka planı Mahfuz'un romanlarını okumuş okuyucu için hiç yabancı gelmeyecektir. Bir tür 20. yüzyıl Mısır tarihi. Sömürgeci İngiliz yönetimi, 1. Dünya Savaşı sonrası bu yönetime karşı gerçekleşen halk ayaklanması ve sonrasında Mısır'ın bağımsızlığın ilan etmesi. Daha sonra gittikçe güçlenen milliyetçi, liberal akımlar, 2. Savaş sonrasında Ordu'nun yönetime el koyması, General Nasır dönemi... Mahfuz'a ilk kez bu kitapla başlayacak olanların anlatılanları daha iyi kavrayabilmesi açısından bu tarihe ansiklopedik bir kaynaktan kısaca bir göz atmalarında fayda olacaktır. Ama sözgelimi Kahire Üçlemesi'ini okumuş bir okur ortama yabancılık çekmeyecektir.

Aynalar, tüm büyük sanat yapıtları gibi insanı çok değişik düşüncelere sevkeden bir kitap. Sanatsal yaratım sürecinin kendisi, daha dar anlamda edebiyat, romanın yapısı, kurgu, anlatı teknikleri ve kuşkusuz hayat. Mahfuz anlatıcı merkezde olmak üzere 20. yüzyıl Mısır'ının kentli nüfusunun nerede ise her kesiminden karakterleri toplumsal gerçeklik panaroması içinde farklı aidiyet ve kimlik rolleri ile resmediyor. Akademisyenler, sanatçılar, politikacılar, iş adamları, yasadışı faaliyetlerde bulunanlar, bürokratlar, askerler, din adamları, ev kadınları, iyiler, kötüler, aşıklar, eşcinseller, esrarkeşler, fahişeler, zenginler, yoksullar... Bir romanda herbirisi eşit derecede ön planda elli beş kahraman yaratmak herhalde pek mümkün olmaz. Ama bu yapıda mümkün oluyor. Peki bu portreler hangi sıra ile aktarılacak? Mahfuz alfabetik sırayı izliyor ama elbete onları isimlendiren de kendisi. Peki, o isimlendirmeyi yaparken özellikle bir sıralama yaptı mı? Ya da okuyucu için bu sıralamada aranacak bir şey var mıdır? Konu sıralamadan açılmışken baskıda bir içindekiler bölümü olmamasının okuma sürecinde güçlük yarattığını Hitkitap'a bildirmiş olalım, eğer yeni bir baskı yaparlarsa eklemelerini rica edelim. Böylece daha önce adı geçen ama özellikleri unutulan bir portreye bakmak gerekirse (ki sıklıkla gerekiyor) okuyucu rahat edecektir.

Kuşkusuz insan bu kitap Mısır'da yayınlandığı zaman gündeme gelen tartışmaları da merak ediyor. Acaba çizilen portreler hakkında nasıl tahminler yürütülmüştü? Hangi portrenin gerçeklikte kime tekâbül ettiği düşünülmüştü? Muhtemelen gerçeklikle birebir örtüşen bir portre yoktur. Büyük edebiyatçının gücü: Herbirisi bir toplumda belli bir tarihsel dönemde yaşamış olabilecek ama birebir varolmamış, canlı kanlı, çelişkileri, zaafları, hırsları, şehvetleri, başarıları ve başarısızlıkları ile elli beş insan yaratmak... Bir toplumu, siyasal dönüşümleri, kültürel gelişimi, bireysel hikâyeleri ile bu portreler üzerinden anlatmak canlandırmak... Her iyi edebiyat eseri gibi bitmesin, devam etsin istiyor insan. Ama bitmek bilmeyen aptal tv dizileri gibi değil iyi kitaplar, bitiveriyorlar hemen; o halde bu lezzetin tadını çıkarmak için bir kez daha okumalı. Size de şiddetle tavsiye ederim.

Necip Mahfuz ile ilgili daha fazla bilgi içeren bir yazı için:

http://www.sabitfikir.com/sahanebirkitap/kahire-uclemesi


6 Ekim 2011 Perşembe

Yemeğin önemi ve Vedat Milor

Yemek insan yaşamındaki en önemli aktivitelerden birisi. Günüzümün kentsoylusu için, gerçekleştiğinde beş duyunun da içinde aktif olarak yer aldığı, bu duyulardan herhangi birisinin negatif etkilenmesi durumunda yaralanabilen bir aktivite. Küreselleşmenin saldırgan tekdüzeliği, standartları empoze eden karakteri her konuda olduğu gibi yemek konusunda da o zengin dünyayı küçük bir köye dönüştürme dinamiği ile hareket ediyor. Ama tarihsel süreçlerde hep olduğu gibi, bir hareket karşı hareketini de yaratıyor: tekdüze, standart, kaba bir yeme içme kültürü yaygınlaştıkça, bir yandan da yerelliğe ağırlık veren, rafine, araştırıcı, risk alan bir yemek hareketi doğuyor, güçleniyor.

Yemekle ilgili bugün artık sorgulamadan kabul ettiğimiz, öyle olması gerektiğini düşündüğümüz bir çok ayrıntının tarihi incelendiğinde, zamana, coğrafyaya, kültüre ve kuşkusuz toplumsal sınıflara bağlı farklılıklar olduğunu fark edebiliriz.

Sözgelimi neden 3 öğün? Şimdilerde artık yan kolları ile başlı başına bir endüstri haline gelen “diyet ve beslenme sektörü”nün uzmanlarının önemli kozlarından birisidir bu öğün problemi. Bazı “hastalar” için öğün atlamamak ana kural iken, başka hastalar için öğünleri çoğaltmak, az ama sık yemek sağaltıcı bir yol olarak önerilir. Farklı toplumların geçmişleri incelendiğinde öğün konusunun tarih çizgisi içerisinde, yoksullara, zenginlere göre değişiklikler arz ettiği görülür. Özellikle zengin sınıfların akşam yemeği, saati farklı yüzyıllarda en çok değişen öğündür. Yemek eski çağlardan bu yana bir statü ve zenginlik sembolüdür. Öğün sayısı, yoksulu bağlamaz, yoksulun öğünü yiyeceği bulabildiği zamanda ve sayıdadır.

Bu kadar kritik bir yaşam aktivitesinin, her türden dinin müdahale alanı dışında kalması düşünülemez. İslamiyet, hristiyanlığın farklı mezhepleri, yahudilik, budizm... Hepsi yemek konusunu toplumsal düzenin önemli bir boyutu olarak düzenlemeye çalışır. Kuşkusuz bu düzenlemeler dinlerin ortaya çıktığı kültürel ve coğrafi ortamların etkisini taşır. Ancak dinlerin yemeğe müdahalesindeki ortak payda aranacak olursak bunun “çok yemek” olduğu görülür.

Hz. Muhammed'in az yemek konusunda pek çok hadisi zikredilir. Bu hadislerde az yemenin sağlıklı olduğu, yemeği paylaşmakla bereketinin artacağı (İki kişinin yiyeceği üç kişiye de yeter. Üç kişinin yiyeceği de dört kişiye yeter.”), midenin “şerli” olduğu, yani kötülükler içerebilecek bir kap olduğu için fazla doldurulmaması gerektiği gibi konular işlenir. Ebu Hûreyre'nin aktarımı ile Hz. Muhammed, misafir ettiği “kâfir”in çok yiyip içmesinden sonra Mü’min bir mideye içer; kâfir ise yedi mideye içer” demiştir. Bu nokta da dinlerin başka bir ortak noktasıdır: Öteki din mensuplarının bir çok yaşamsal pratiğinin yanlış olduğunu iddia ettikleri gibi, yeme içme düzenlerinin de yanlış olduğunu, haramlar ve günahlar içerdiğini iddia etmek... Yani ne yenip içileceği konusunda bütün semavi dinler derin bir şekilde bölünür.

Katolik kilisesi içinse çok yemek, oburluk (latincesi ile Gula ) eski Grek'ten olduğu gibi devşirdikleri yedi ölümcül günahtan birisi olarak ilân edilir. Gula – Gluttony (Gula'nın kök sözcüğü) derken geliyoruz eş anlamlı sözcük olan, dilimize de geçen “Gurme”nin kökeni olan “Gourmand”e. Gourmand, yemekten zevk alan kişi anlamına geliyor. Gurme'yi günümüz sözlüklerinde araştırdığımız zaman, açıklama cümlelerinde bir detay dikkat çekiyor: “yemek ve yemek hazırlama sanatında ince zevklere sahip kişi.” Internet'de kısa bir gezinti bu “sanat” vurgusunun ne kadar yerleştiğini gösteriyor. Bunun ne zamandır böyle olduğunu bilemiyoruz, bildiğimiz dilde bugün geçerli anlamı ile Gurme'liğin bir söylentiye göre 16. Louis'in zehirlenme korkusuyla mutfağa inip kendi yemeklerini yapmayası ile başladığıdır. Oburluktan, yedi ölümcül günahtan, ölçülü ama rafine yemeklere uzanan bir çizgi. Elbett bu noktada lezzetli yemekleri az yemenin nasıl mümkün olabileceği sorusu ölümcül bir soru haline geliyor.

Artık “sanat”, “bilim” olarak nitelendirmelerle anılan bu aktivitenin ülkemizde son dönemlerdeki en popüler yüzü hiç kuşkusuz Vedat Milor. Uzun yıllardır gazete köşesinde gerçekleştirdiği lokanta eleştirilerinin TV ekranlarına taşınması ile birlikte hayranları ve takipçileri çoğaldı. Milor'u gazete ve tv'lerde benzeri işler yapanlardan ayrı bir düzlemde değerlendirmek gerekiyor. Bunun en önemli nedeni, Milor'un yazıları ve programlarının, doğal olarak bir tanıtımı içermesine rağmen, amacının tanıtım değil eleştiri olması. Ayrıca Milor, (kendisi asıl uzmanlığının bu olduğunu söylemekte) müthiş bir şarap uzmanı. Milor'u rakipsiz kılan niteliklerinden bir diğeri de yerel yemekleri ve lezzetleri (kuzu eti, kuyruk yağı, sakatat) çok iyi bildiği, sevdiği gibi dünya mutfağını, özellikle Avrupa mutfağını, malzemelerini, pişirme tekniklerini yakından tanıması. Bütün bunlar Milor'u bu yeni bilim ve sanat'a gönül verecek şişkinlikte cüzdanları olanlar için güvenilir bir rehber konumuna getiriyor. Milor, Urfa'da Kapalıçarşı'da kuyruk yağlı kebapları yiyerek bizden birisi olurken, aynı zamanda dünyanın en meşhur lokantalarında fantazilerimizin rol modeli olabiliyor. Her ikisinde de ağzının suyu akabiliyor.

Milor'un NTV yayınlarından çıkan Akdeniz, Lokanta ve Şarap Rehberi serisinin ilk kitabı İtalya, üstâdın şanına yaraşır nitelikte bir eser olmuş. Konunun üst düzeyde uzmanı olmamakla birlikte yemek ve lokanta eleştirisi konusunda (şarap konusun hariç tutuyorum, zira bilmiyorum) şimdiye dek rastladığım en detaylı rehber kitap. Milor konusuna aşık her iyi yazar gibi, büyük bir keyifle, coşkuyla yazıyor. Yıllardır gittiği her lokanta, yediği her yemek ile ilgili çok detaylı notlar aldığı anlaşılıyor. Bu kitap vesilesi ile İtalya hükümetinden bir devlet nişanı alırsa şaşırmamak gerekiyor. Bir İtalya güzellemesi olan bu nadide eser sadece yemek ve şarap değil, aynı zamanda bir gezi kitabı niteliğinde. Milor bize, lokantaları, yemekleri, şarapları, malzemeleri en ince detayı ile anlatmakla yetinmiyor, bu mekânların bulunduğu kentler, kasabalar, köyleri tanıtıyor, özelliklerinden sözediyor, ulaşımla ilgili bilgileri de aktarıyor. Elbette bu dünya nimetlerinden yararlanabilmek için belli bir refah seviyesinde olmak gerekiyor. Önce bir yurtdışı seyahati gerçekleştirebilecek bütçeniz, bir de üzerine en azından bir iki makul lokantayı ziyaret edebilecek parayı da ayırabilme şansınız olacak. Milor'un da sık sık vurguladığı gibi Napoli ya da Roma'nın en iyi pizzacılarında yiyeceğiniz bir pizza Türkiye'de yiyeceğiniz ortalama bir pizza'dan pahalı olmayacaktır. Hele orta fiyat seviyelerinde bu karşılaştırma her durumda ve kesinlikle İtalya lehine olacaktır. Kitabın teselli edici boyutu da bu: Eğer bir şekilde bir İtalya seyahati yapabilme şansına sahip olabilirseniz, kitapta söz edilen lokantalardan birisini deneyebilmeniz olası. Sayıları az olmakla birlikte sınırlı bütçelerle ziyaret edilebilecek lokantalar da mevcut.

Baskı, kağıt kalitesi, fotoğraflar, mizanpaj harika. NTV yayınlarına seriyi başlatmasının yanısıra makul fiyatlandırma için de teşekkür etmek gerekiyor. Eğer yemeye içmeye gerçekten meraklı iseniz bu kitabın kütüphanenizde bulunması şart. Ayrıca Milor'un akıcı türkçesi, başarılı anlatımı, anıları, anekdotları ile kitap basit bir yeme içme rehberi olmasının ötesinde bir keyif veriyor. Yeme içme endüstrisinin mensupları, özellikle öğrencileri için ise zorunlu bir kitap bu.

Serinin diğer kitaplarını merakla bekliyoruz.



25 Eylül 2011 Pazar

Orhan Pamuk - Yaşar Kemal , Zamansız Bir Karşılaşma

Sıddık Akbayır çalışkan bir araştırmacı. Kitaplarının hak ettiği ilgiyi görmediğini düşünüyorum. Kitapları ile tanışmam, tadı halâ damağımda olan, çok beğendiğim çalışması "Bir Fotoğrafınız da Ben de Kalmış" ile olmuştu. Maalesef ikinci baskısı yapılmadı. Eşe dosta hediye etmek istediğim kitaplardan birisidir; o yüzden elimdeki tek kopya sürekli seyahat halinde. Döner mi dönmez mi, dönerse nasıl döner bilmiyorum. Şair Haydar Ergülen'i incelediği "Şiir Adımlı Bir Yolcu"nun da yeni baskısı yok. Yeni baskıları yapılır mı, yapılmaz mı bilinmez. Dolayısıyla bu yazının konusu olan "Orhan Pamuk Yaşar Kemal Zamansız Bir Karşılaşma" başlıklı çalışmasını aldınız aldınız, yoksa bir daha bulamayabilirsiniz. Ayrıca Nazım Hikmet ve Necip Fazlı karşılaştırması yaptığı "Aynı Göğün Uzak Yıldızları", Turgut Uyar portresi olan "Biz Ki Bir Sahipsiz Hatırayız", müziğe de el atıp Orhan Gencebay – Sezen Aksu'yu incelediği "Tütün ve Kola" her ciddi edebiyat okuru ve müzik aşığının kütüphanesinde mutlaka bulunması gereken incelikli, özenli, detaylı çalışmalar. En yeni incelemesi ise öykücü Özcan Karabulut hakkında: "Öyküler Kimi Söyler? Özcan Karabulut".

Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk edebiyatımızın zirvesindeki, en çok tartışılan, konuşulan isimlerinden ikisi. Uzun yıllar boyunca beklentimiz Yaşar Kemal'in bir Nobel ödülü alacağı doğrultusundaydı. Sonra yeni yetme romancı Orhan Pamuk büyüdü, romanlarını yayınladı. Sistemli ve planlı bir çalışma ile romanlarının değişik dillerde yayınlanmasını sağladı. Çok sayıda prestijli ödülden sonra Nobel'i de alarak bir bakış açısına göre bir romancının ulaşabileceği en yüksek zirveye bayrağını dikmiş oldu. Tabii bu ödül, o günden bu güne bitmeyen, pek bitecek gibi görünmeyen bir tartışmayı da beraberinde getirdi: Orhan Pamuk bu ödülü gerçekten hakediyor muydu, yoksa siyasi tavrı, demeçleri vs. Nedeniyle "Türk ve Türkiye düşmanlarınca" ödüllendiriliyor muydu?

Akademik çalışmalarda rastlanan karşılaştırmalı inceleme yöntemini, Akbayır biraz daha hafifleştirip, zenginleştirerek uyguluyor ve çok da iyi yapıyor. Bunun sonucunda titiz bir arşiv çalışmasının sonucu olan, tarihe kalacak derlemeler oluşuyor. Bu tür ikili veya çoklu ("Bir Fotoğrafınız da Ben de Kalmış") karşılaştırmalar üzerine inşa ettiği çalışmaları sanırım monografilere göre ortalama okuyucunun daha kolay okuyabileceği ve keyif alacağı metinlerin ortaya çıkmasını sağlıyor.

Akbayır, Orhan Pamuk ve Yaşar Kemal'i karşılaştırdığı çalışmasını ilginç başlıklar altında yapıyor: Trajedi, Gözlük, Giysi, Ev, Kompleks, Cümle, Vatan Hainliği, Atatürk, gibi... Ama bunu yaparken kendi mesafesini mümkün olduğunca korumaya, tarafsız olmaya, yazarların kendi metinlerinden, haklarındaki eleştirilerden, gazete haberlerinden, söyleşilerden yararlanıyor. Bunun sonucunda da hiçbir yerde bulunamayacak zenginlikte bir derleme, ve keyifli bir okuma şöleni çıkıyor ortaya. Bir kaç örnek verecek olursak:

"Orhan Pamuk; trajedisiz, 'beyaz' bir romancıdır. Üvey acılar içinde, kurgulanmış hüzünler yaşar. 'Tek parti dönemininde devletten ihale alma imtiyazını yaşayarak zengin olmuş' bir babanın talihli çocuğudur.'

Yaşar Kemal; 'yetimlik', 'kekemelik' ve 'tek gözlülük' trajedisini bir yara olarak romanlarına taşıyan 'güneyli' bir 'esmer'dir. Yoksulluğu bütün yüzleriyle tanıyan, içinde hep 'eksik bir baba'yla büyüyen talihsiz (!) bir çocuktur."

Yazma biçimi ile ilgili olarak ise: "Orhan Pamuk; ilham gelmesi için evinin salonunda volta atar. Mutlu olabilmesi için her gün bir süre edebiyatla ilgilenmesi gerektiğini düşünür.

Yaşar Kemal; eski bir alışkanlığı sürdürür, yani 'mapushane voltası' atar. Mutlu olabilmesi için her gün birkaç dostuyla sohbet etmesi gerektiğini düşünür.

Orhan Pamuk; bir cümle yazar, okur beğenmez, yırtıp atar, sonra yeniden yazar. Her gün on saate yakın odasına kapanıp iyi bir yarım sayfa yazının izini sürer.

Yaşar Kemal; daktilonun tuşlarına savaşır gibi vurur. Gürül gürül yazar. Bir oturuşta birkaç destan sayfası çıkarır. İnce Memed'i buz gibi bir evde üç ayda bitirir."

Kitapta her iki yazar hakkında popüler yayınlarda çıkmış yazıların en önemlileri, farklı uçlardaki örnekleri de yer alıyor. Ahmet Hakan'ın, Murat Uyurkulak'ın, Cumhuriyet yazarlarının Orhan Pamuk değerlendirmeleri gibi...

Kitabın son bölümünün başlığı "İki Yazar İki Kitap". Akbayır, Pamuk'un Yeni Hayat'ını ve Kemal'in "İnce Memed"ini ayrı ayrı mercek altına yatırıyor, aynı yöntemi her iki romana da uyguluyor.

Bir de Akbayır'ın beden dili ve kişilik bölümünün başlangıcında, hep yaptığı gibi başka edebi metinlerden de besleyerek bir edebi şölen haline getirdiği, betimlemeleriyle bakalım bu iki büyük romancımıza:

"Orhan Pamuk; 'kentsel beslenmeden yeni çıkmış, narin, uzun gövdesiyle' bir jöndür. Adımlarında, Ediz Hun, Tarık Akan karışımı kentsoylu bir 'esas oğlan'ın inceliği vardır.

"Yaşar Kemal; 'hüznünde âsi dağların şivesi bozuk dumanını taşıyan' bir karakter oyuncusudur. Görüntüsü, Kadir Savun'la Erol Taş arasında bir yerdedir."

Akbayır'ın bütün çalışmaları gibi keyifle, bilgilenerek okunan, sonra tekrar tekrar karıştırılan arşivlik bir çalışma. Özellikle bu iki romancının hayranlarına şiddetle tavsiye edilir.

8 Eylül 2011 Perşembe

Cem Kozlu'dan liderlik dersleri

İş dünyası ve yönetim ile ilgili popüler kitaplar, her zaman ihtiyatlı yaklaşılması gereken bir alan oluştururlar. Daha açık söylemek gerekirse bu kitapların büyük çoğunluğu beş para etmez. Moda, reklam ve tüketim kavramlarının egemenliklerinin hüküm sürdüğü bu çağda zaman zaman ortalığı kasıp kavuran bir sihirli reçete ortaya atılır. Bir tür çağdaş simyacılık. En sonunda satışları patlatmanın kesin yolu bulunmuştur, bir diğeri ise çalışanın mesaisini en verimli kullanma yöntemini keşfetmiş, iş gücü verimliliğini aya taşıyacak bir formül üretmiştir. Şirketler, yöneticiler, tıpkı bireysel tüketicinin yeni bir elektronik aletin peşine takılması gibi bu reçetenin peşine takılırlar. Kitaplar yüz binler satar, reçeteyi uygulama iddiasında olan danışmanlık veya eğitim şirketleri ortaya çıkar; ‘4 adımda deveye hendek atlatma’ , ‘yeşil köstebek’, ‘müşteriye ohhh dedirtme’ gibi eksantrik başlıkların markaya dönüştüğü bile görülür. Bu eğitimleri ABD’nin en büyük şirketlerinin bile aldığını öğreniriz, biz de onlar gibi olmak isteriz ve sıraya gireriz. Senede bir iki defa bu müthiş gurular ülkemize gelerek bize şeref bahşederler ve kendi çaplarına göre katılımcı başına 300-500’den 3000-5000 ABD dolarına kadar çıkabilen ücretlerle takipçilerini aydınlatırlar.

Sonra her şey yavaş yavaş unutulur. Her birisi için yüzlerce dolar ödenmiş süslü kitapçıklar, setler dolapların arkalarına itilir, bir bahar temizliğinde de çöpü boylarlar. Bir zamanlar tuhaf rakamlara satılan kitaplar eski kitapçıların ne alırsan 2-3 TL raflarında umutsuz bir bekleyişe düşerler. Lüks gazinolardan pavyonlara düşen şarkıcılar gibi. Tam bu sırada yeni bir fırtına esmeye başlar: RTKY-MH3TA yöntemi: ‘Rakipleri Ters Köşeye Yatırmak – Müşteriye Havada 3 Takla Attırmak’


Bu türün bir alt kategorisi de iş dünyasında başarılı oldukları düşünülen, kendisi öyle olduğunu düşünen, çevresinin gazına gelen vs. deneyimli iş adamları / yöneticilerin yazdıkları kitaplardır. Bunların kimileri otobiyografik nitelikte olup şirketlerini nasıl kurduklarını anlatırken, bir kısmı da (GM’ın efsane yöneticisi Jack Welsh ya da Bill Gates örneklerinde olduğu gibi) kendi isimleri ile anılan yöntemler üzerinedir. Elimizdeki kitap da bunlardan birisi. İş hayatına ABD’de NCR’da başlayan, sonra P&G’de çalışan, Coca Cola’daki üst düzey görevlerinden sonra Türkiye’de Komili’nin başına geçen ve Turgut Özal’ın genç prenslerinden birisi olarak THY’ye atadığı Cem Kozlu’nun “Liderin Takım Çantası – Araçlar ve Yaklaşımlar” başlıklı kitabı. Elimizdeki nüshanın üzerinde 10. baskı yazdığına göre Türkiye koşullarında gayet iyi bir satış grafiği yakaladığı söylenebilir.


Kozlu, kitabında kendi deneyimleri çerçevesinde liderlik olgusunu tartışıyor. Liderlik tartışılması zor bir konu. Özellikle de iş hayatında liderlik konusu. Nitekim Kozlu da bu konudaki literatürün zayıflığından dem vuruyor. Yukarıda söz ettiğimiz pop kitapların dışında özellikle akademik camiada az irdelenmiş bir konu. Üstelik tehlikeli bir konu da.


Pompalanan başarı öyküleri


Ancak bu konunun Kozlu’nun da kıyısından geçmediği esaslı bir boyutu var: Sınıfsal boyut. Liderlik konusu tartışılırken kullanılan klişelerden birisi de bu özelliğin bireylerde doğuştan gelip gelmediğidir. Bizce daha önemlisi doğumdan sonraki ya da doğulan ortamın koşullarıdır. Özellikle bilgisayar endüstrisindeki ‘sıfırdan’, ‘garajdan’ yaratılan başarı öyküleri pek pompalanır, ama sıfırdan gelen bu tüysüzlerin sınıfsal kökenleri, aile ortamları, kültürel çevreleri, bitirdikleri ya da yarım bıraktıkları okulların niteliği pek dikkate alınmaz. Sanki gerçekten en dipten, gerçek sıfırdan geliyorlarmış gibi bir atmosfer yaratılır. 2. Savaş sonrası Amerikan rüyası kavramının 1980-90’lardaki versiyonudur bu. Oysa ne Silicon Vadisi’nde ne da başka bir yerde çok az rastlanan istisnalar dışında iyi bir aile ortamında yetişmemiş, iyi okulların kapısından geçmemiş olup da küresel ölçekte yırtana ya da lider olana pek rastlanmaz. Nitekim Kozlu’nun kitabın içine serpiştirilmiş yaşam öyküsünden de kendisini lider adayı yapacak koşulların yaşamında eksiksiz bir biçimde var olduğunu öğreniyoruz. Çocukları ile çok ilgili, münevver, hali vakti yerinde, deniz ve yelken dahil olmak üzere değişik hobileri olan bir bankacı babanın çocuğu olarak dünyaya gelen, babasının ‘koçluğunda’ yetişen Kozlu, doğuştan gelen bu artıların üzerine bir de iyi bir eğitimi ekleyince, kendi iştahı da olunca,Tanrının ilaveten ‘yürü ya kulum’ demesine bile ihtiyaç duymaz. Dolayısıyla siz de Kozlu ile benzer koşulları paylaşıyorsanız, yani potansiyel bir lider adayı iseniz, liderlerin sınıfındansınız, kitapta işinize yarayacak öneriler bulabilirsiniz, yok başka bir yerde doğdu ve büyüdü iseniz okuyacağınız hikâye başkalarının hikâyesidir.

Öte yandan konunun bir başka boyutu var: Her ne kadar yazının başında özellikle pop kitaplara verdik veriştirdik ise de organizasyon, örgütlenme, üretim, dağıtım teknikleri, pazarlama-satış, genel olarak strateji, taktik geliştirme konularında kapitalist iş dünyası son 30-40 yılda müthiş bir teorik-pratik birikim gerçekleştirdi. Ülkemizden de bildiğimiz gibi (eski solcuların değişik sektörlerde yönetici, girişimci olmaları) bu birikime soldan epeyce teorik ve pratik katkı geldi. Bir zamanlar siyasi örgütlenme, mücadele içinde edindikleri becerileri kapitalizmin hizmetine sundular. Kapitalizmin teorisyenlerine bakmayınız, çok kurttur onlar, solun birikiminden de faydalanırlar ama iş siyasete geldi mi anti-komünizmin en önde giden bayraktarı olurlar. Bu süreçte solun unuttuğu konu, kapitalizmin bu birikiminden kendisi adına faydalanmak. Marx’ın, Engels’ın, Lenin’in teorik katkılarını gerçekleştirirken yaptıkları da bundan farklı değildi. Sol siyasi hareketlerin bu kitaplardan öğrenecekleri çok şey var, mesela Peter Drucker. Kafalarını kaldırıp, dünyada son 30-40 yılda neler oldu, kapitalizm yediği tüm darbelere rağmen sürekli nasıl ayağa kalkmaya çabalıyor, bunu anlamaları gerekiyor.


Profesyonel yönetici sınıfının yetkinliği


Sonuca gelince, yazdıklarından Kozlu’nun ideal ve iyi bir yönetici olduğunu anlıyoruz. Meraklı, gelişime açık, egosuna teslim olmayan, cam kulede değil, sahada nefes almayı tercih eden, iş dünyasının dar kalıplarının dışına taşıp, sanat kültürle de haşır neşir olan, burjuva kavramının altını, arkasını dolduran bir profil. Mutlaka okuyun diyeceğimiz düzeyde, orijinallikte olmasa da konuyla ilgili literatürü çok iyi izlemiş, iş dünyasında gerçekten başarılı olmuş bir yöneticinin, içeriğini biliyor olsanız da bilgilerinizi tazeleme olanağı verecek bir çalışması. Özellikle İyi Lider - Kötü Lider bölümleri kayda değer. Kişinin kendi becerilerini ve yeteneklerinin sınırlarını anlamaya çalışması ve buna uygun mevkilere/işlere adaya olması konusu her çalışan, hatta kâr amaçlı olsun olmasın, her türlü örgütlenme içinde yer alan bireyler açısından çok önemli. Zira kişinin altından kalkamayacağı yüklerin altına girmesi sadece kendisine değil, tüm çevresine de ağır hasarlar verir.


Aslında kitaptan en fazla yararlanabilecek kesim, bir şekilde bir iş yaratmış para kazanmış, ama lider olmayan ve lider olamayan patronlar. Onların liderlik taslamayı bırakıp bir an önce gerçek liderler bulmaları gerekiyor ama ne yazık ki çok kolay bir süreç değil bu. Kozlu’nun kitabı samimiyeti ve yerelliği ile benzerlerinin arasından sıyrılıyor ve Türkiye’de profesyonel yönetici sınıfın eriştiği yetkinlik seviyesinin bir göstergesi oluyor.

4 Eylül 2011 Pazar

Bahçedeki Gidonları Kromajlı Pırpır da Neyin Nesi?

Perec okumak her zaman sarsıcı, etkileyici, fantastik bir maceradır. Perec'in dünyası adeta büyükler için bir lunaparktır. Dilin, romanın, edebiyatın sorgulandığı, büyük bir edebiyat tutkusunun sergilendiği metinlerdir bunlar. Neredeyse tüm romanlarında otobiyografik ögeler egemendir. Sigara tiryakisi Perec'in henüz 45 yaşında iken bronş kanserinden ölmesi ne kadar büyük bir kayıptır. Üstelik Magnum Opus'u Yaşam Kullanma Kılavuzu'nun 1978'de yayınlanması ile kazandığı başarı sayesinde 17 yıldır çalıştığı bir hastane laboratuarındaki arşivcilik görevinden ayrılması (bazı eleştirmenler bu arşivcilik işinin Perec'in geliştirdiği stil üzerinde etkisi olduğunu iddia ederler), tüm zamanını edebiyata verebilmesinin mümkün olmasının üzerinden henüz üç yıl bile geçmemişken...

Hayata çok şanssız başlayan insanlardandır Perec. Fransız ordusunda asker olan babası 2. Dünya Savaşının başlarında ölür, annesi ise Nazi toplama kamplarının kurbanlarından birisi olur. Bu ağır geçmişin izleri metinlerinde kesif koyu bir karanlık gibi yayılmasa da her daim bir melankolinin izerini hissetmek mümkündür.

Bir diğer başyapıtı Kayboluş'un Türkçe baskısını tanıtım metninde belirtildiği gibi Perec'in Fransızca'da en çok kullanılan sesli harf olan “e”yi hiç kullanmadan bir roman yazması bir mucizeydi. Ama bir diğer mucize de Cemal Yardımcı'nın aynı biçimde hiç “e” harfi kullanmadan bu romanı Türkçe'ye çevirmesiydi. Artık rahatlıkla Perec uzmanı diyebileceğimiz Cemal Yardımcı'nın son muhteşem çevirisi, Perec'in Fransızca olarak 1966 yılında yayınlanan ikinci kitabı olan Bahçedeki Gidonları Kromajlı Pırpır da Neyin Nesi?.

Bazı durumlarda çevirmek en az yazmak kadar takdire şayan olabiliyor. Normal, gündelik dille yazılmış metinlerde çevirmenin görevi oldukça kolaydır. Ama yazdığı dilin altını üstüne getiren, bozan, sözcüklerle oynayan, yenilerini üreten, dilin, gramerin ıcığını cıcığını çıkaran yazarların metinlerini bir başka dile çevirmek gerçekte çevirme eyleminden öte tam anlamıyla bir yeniden yazma sanatıdır. İnsanın kendi dilinde Perec'in Fransızca'da düşündüğü gibi düşünebilmeyi becerebilmesi, kendi dilinin Perec'i olması gerekir. Cemal Yardımcı bu çevirisinde de sözcüğün tam anlamıyla döktürmüş! Artık ona Cemal Perec desek yeridir. Elimizde kısa ama müthiş keyifli bir metin var. Gidonları kromajlı bir pırpırın sahibi olan Çavuş Henri Pollak Cezayir savaşının arefesinde Montparnasse'da beraber “Lukkaş, Elifor, Heygel ve bu ayarda başka ağır toplar üzerine” sohbet ettikleri arkadaşları ile birlikte, metnin sonuna kadar adı Kara'lı bir şey olarak her sayfada değişen, gerçek ismini hiç öğrenemediğimiz (Karamanlis, Karawo, Karabaş, Karafol, Karaşov, Karabinoviç, Karafon, Karaplaş, Karaschmerz, Karayorgoviç, Karabom, Karamela, Karabina, Karadigma, vs.) bir askerin savaşa gitmesini engellemek amacı ile bir plan yapmak durumunda kalır. “Bu arada, bizler, Pollak Henri'nin kafadarları, rütbesiz başıbozuklar işi örgütlemeyi üstlenmiştik.” Arkadaş grubu farklı planlar üzerinde düşünürler, tartışırlar. Acaba işe yarar bir plan üretebilecekler ve uygulayabilecekler mi? Karalberg, Karaşey, ya da Karpoşet (yoksa Karafoş muydu?) gibi bir adı olan asker Cezayir Savaşında telef olmaktan kurtulabilecek mi? Bu arada romanda sözü geçen kahramanların ve sahnelerinin çoğunun Perec'in gerçek yaşamından alındığını da belirtelim.

Bu kısa romanı müthiş bir dil ziyafeti ile okuyoruz: “Hayretler içinde kalan kulaklarıma, beni aynı anda şaşkın şabalak; sersem sepelek, allak bullak, şallak mallak, cıscıbıldak bırakan bir haber çalındı: Yüksek, Pek Yüksek Komutanlık (celle celaluhu) tarafından alınan karara göre, acilen behemehal mi, yoksa müteaddit mütekamil mütalaaları müteakiben mi alındığını kesin olarak bilmediğimiz bu karar uyarınca, Yüksek Komutanlık Muvazzaf Erat Şube Komutanı yüzbaşıya, aramızda kimlerin önümüzdeki ilk fırsatta, şanlı tarihimizle Fransız toprağı haline getirdiğimiz Afrika'nın necip tepelerini kanlarıyla sulamaya gideceğini saptayan listeyi hazırlamak gibi zahmetli bir görev vermiş bulunuyor.”

Gidonları Kromajlı Pırpır, genellikle Perec'in başyapıtları arasında sayılmıyor. Ancak Perec'in dünyasını yeni keşfedecek okur için çok uygun bir başlangıç. Perec hayranları için ise herhangi bir şey söylemeye gerek yok. Onlar için Perec'in metinleri arasında hiyerarşik bir sınıflama söz konusu olamaz. Romanı bitirince işiniz bitti sanmayınız, Perec'in kitabın sonunda size bir sürprizi var: “Belagat bahçesinin çiçekleri ve süslemeleri”. Yani “okunmuş olan metinde yazarın saptadığını sandığı söz sanatlarına ilişkin.” Hadi bakalım, çıkın işin içinden! Cemal Yardımcı bu kısa dizine de büyük mesai harcayarak sözcüklerin yeni Türkçe anlamlarının yanısıra Eski Türkçe anlamlarını da büyük bir başarı ile karşılamış.

Bu gibi metinleri bir kere okumak kesmiyor insanı, şimdi sindire sindire, keyfini çıkarta çıkarta ikinci kez okumak için müsadenizi istiyorum.

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Çizgi roman olarak Suç ve Ceza


Klasiklerin, özellikle de Suç ve Ceza'nın çizgi roman uyarlamasının çıktığını öğrendiğimde heyecanlanmıştım. Belli başlı klasikleri 3-5 yılda bir yeniden okurum. Kişinin kendi macerasının akışına paralel olarak bu romanlardan aldığı tad, onu algılayışı, yorumlayışı değişir. Her okumamda yeni boyutlar keşfederim. Aslında kendimizi keşfetmenizin, kendi varoluşumuzu, sınırlarımızı, insanlar ve hayatı tanımamızın bir yansımasıdır bu süreç. Hele yazar Dostoyevski gibi karmaşık kişiliklerin, derin ve içinden çıkılmaz iç dünyaların yazarı ise. Suç ve Ceza'yı sanırım en az 4 kez okumuşumdur. St. Petersburg'da Raskolnikov'un izini sürmüşlüğüm de vardır. Türkçe'deki farklı baskılarının yanısıra, başka dillerden de Suç ve Ceza baskıları toplarım. Çoğunda çizimler olur. Onların Raskolnikov'u ve diğer kahramanları nasıl tahayyül ettiklerine bakarım. Bu konuda en sevdiğim kitaplardan birisi de Rusça, tüm Dostoyevski romanlarındaki illüstrasyonların toplandığı bir kitaptır. Müthiş çizimler vardır. Neyse, yine Suç ve Ceza zamanı yaklaşıyor, bir ara okuması da çizgi roman ile olur diye düşünmüştüm. Düşünsenize yüzyıl başı Rusya'sı, St. Petersburg atmosferi, ve adeta çevremizdeki insanlardan daha gerçek o müthiş karakterler, bir yaratıcı, romanın en büyük yaratıcısının gümüş tepside sunduğu ne zengin bir malzeme: Marmeladov, tefeci “kocakarı”, Sonya, Razumihin, Zosimov ve diğerleri...İyi bir sanatçının elinden ne müthiş sahneler çıkar! Üstelik sanırım romanların çizgi roman uyarlamaları sinema uyarlamalarına göre daha kolaydır, özellikle de dönem romanları için.

İşte bu haleti ruhiye içerisinde biraz geç de olsa Suç ve Ceza'nın NTV yayınlarından çıkan ve meşhur bir illüstratör olduğu söylenen Alain Korkos tarafından çizilen baskısını edindim. Fakat kurulan hayallerin çökmesi, beklenen okuma şöleninin müthiş bir düşkırıklığı ile sonuçlanması sadece bir kaç dakika sürdü. Birincisi Alain Bey'in çizgi performansı son derece yavan geldi. Suç ve Ceza'nın en azından Rusça baskılara eşlik eden illüstrasyonlarının neredeyse tamamını görmüş birisi olarak en kötüsü diyebilirim. Fakat asıl şok, romanın günümüz Rusya'sına uyarlanmış olmasını anlayınca yaşandı. Siberuzay çağında bir Raskolnikov! Olmaz mı, elbette olabilir. Ama döneminin toplumsal ve bireysel sorunları ile bunca içli dışlı bir metni 100 yıl üzeriye taşımak ve uyarlamak çok emek ve özen ister. Bu emek ve özenin ise zerresi bulunmuyor. Bırakın bugüne uyarlamayı, Suç ve Ceza'nın ana izleği, Raskolnikov'un problemleri, romanın ana fikri dahi yok ortada. Ortaya tam anlamıyla bir kiç (kitsch) çıkmış. Kundera'yı anmadan edemedim. İnsan ister istemez bu “eser”i üretenlerin, metni yeniden yorumlayanın, resimleyenin, sanatsal kaygılardan ziyade konuya ticari bir “proje”, “hadi bir Suç ve Ceza uyarlaması yapıp, biraz para kazanalım”yaklaşımında olduklarını düşünüyor.

Suç ve Ceza'yı özgün metnini okumadan bu kitapla tanışan okurlara yazık! Zira orjinal metni okumayı merak ettirecek hiçbir çekicilik de içermiyor. Para için cinayet işleyen bir genç adam, e sonra? Sonrası yok. Gerçi bu özgün metin konusu da bir başka yazının konusu olacak kadar dertli bir konu. Ülkemizdeki kadar çok farklı Suç ve Ceza çevirisi (genelde Dostoyevski çevirileri) ve baskısı dünyanın hiç bir ülkesinde yok. Girin bakın Amazon'a, koskoca İngilizce dünyasında kaç faklı çeviri görebilirsiniz. Bizde ise onlarca çeviri ve baskının önemli bir kısmı başka çevirilerden çalıntı. Bazı çevirmenleri araştırdığınız zaman ilginç sonuçlarla karşılaşabilirsiniz. Okuyucu dikkat: fiyatı ucuz diye berbat ya da çalıntı çevirlere paranızı kaptırmayınız, okuduğunuz Suç ve Ceza olmayacaktır.

Neyse efendim Suç ve Ceza'dan ağzımızın payını aldıktan sonra şansımızı bir de Kapital Manga ile deneyelim dedik. Malum, Dünya kapitalizmi tarihinin en büyük bunalımı ile sallanınca Karl Marx yeniden keşfedildi, popüler medyaya malzeme oldu, adeta pop star koltuğuna oturtuldu. Tabii diğer pop starlar gibi işi bitince inidirilmek üzere. Komünist Manifesto başta olmak üzere kitaplarının çeşitli baskıları çıkmaya, çok satar listelerine girmeye başladı. Kapital hakkında da bir dizi kitap çıktı. Konu Kapital olunca insan çizgi roman uyarlamasına da daha esnek beklentilerle yaklaşıyor. Birinci cildini bir yana bırakırsak Kapital çok zor bir kitaptır. Anlamak için neredeyse profesyonel iktisatçı olmak şartı var. 3. cildi her profesyonel iktisatçı da çözemez, zaten yarım kalmış çalışmanın Engels tarafından toparlanan bölümüdür. Ama birinci cildi, bir kaç bölüm haricinde, bir roman gibi, bir Charles Dickens romanı gibi ve de aynı lezzette okumak mümkün. Marx işçi sınıfının yaşam koşullarını anlattığı bölümlerde edebiyatçılara taş çıkartır. Zaten üstad gençliğinde şiir de yazmış, edebiyat ile arası da her zaman çok iyi olmuştu. İyi bir yazar olduğu şüphe götürmez.

Yordam Yayınlarından çıkan Kapital Manga idefix paketinden çıktığında ilk hayal kırıklığım boyutlar konusunda oldu. Tamam anlaşıldı, metro kitabı! Sonrası ise, tıpkı Suç ve Ceza gibi, kaldırıp bir kenara atmadıysam görev bilinci ve sorumluluktandır. Ayıp! Bu yaptığınız işe başka bir isim koyun, artı-değer'i anlatıyoruz diyebilirsiniz, kapitalist sömürüyü anlatıyoruz, ne bileyim, kapitalist sistemin işleyişini anlatıyoruz diyebilirsiniz, ama buna “Kapital” ismini koymak bir tür korsanlıktan başka bir şey değil. 1970'li yıllarda Türkiye'de sınıf hareketinin ve sendikaların güçlü olduğu dönemde, bazı demokratik kitle örgütleri ya da sendikalar tarafından yayınlanan, kapitalist sistemi, sömürüyü anlatan çizimlerle desteklenen broşürler, el kitapları yayınlanırdı, inanın onların en kötüsü bile bundan hem illüstrasyon kalitesi, hem içerik olarak daha ileri bir noktadaydı.

Her iki çizgi roman uyarlamasını da okuyup (itiraf edeyim Kapital Manga'yı bitirebilecek sabrı kendimde bulamadım) bu kadar negatif izlenimlere sahip olduktan sonra okuyucunun görüşünü ve tepkisini merak ettim. Acaba benim dinazorluğumdan, bir tür eski kafalığımdan mı kaynaklanıyordu bu düşünceler? Gençler sevmiş, sahip çıkmış olabilirler miydi? İdefix'te Suç ve Ceza'nın sayfasındaki beğeni endeksi bir nebze içimi ferahlattı, çok yüksek değil. Kapital Manga da ise daha yüksek. Üstelik Türkiye standartlarına göre oldukça fazla oy kullanılmış. Yani okuyucu ile pek örtüşmüyor düşüncelerimiz. Bu acaba Kapital'in orjinalinin çok daha az okunmuş olması ile açıklanabilir mi? Muhtemelen Suç ve Ceza'ya oy verenler içerisinde, özgün metni okumuş olanların sayısı, Kapital Manga'ya oy verenler içinde Kapital'in özgün metnini okumuş olanlardan kat be kat fazladır. Dolayısıyla özgün metnin zenginliğini bilenlerin çoğunluğu sanırım beğenmeyeceklerdir. Kapital'in az okunmuşluğu Kapital Manga'nın beğeni endeksini yükselten bir etken mi?

Yukarıda belirttiğim gibi Suç ve Ceza'nın farklı baskılarının koleksiyonunu yapıyorum, neredeyse en kötü baskılarını (korsanlar ve çalıntı çeviriler haricinde) saklıyorum ama bu çizgi roman uyarlamasını koleksiyonuma ekleyip eklememeye hâlâ karar veremedim. O kadar Suç ve Ceza olarak algılamadım, hissedemedim. Kapital Manga ise, Kapital'i bir kenara bırakırsak, en azından kapitalist sistemin işleyişini kısa yoldan ve etkili bir biçimde aktarmak açısından işlevsel diyerek teselli bulabiliriz. Ama onun da kârlı bir kapitalist bir proje olduğundan zerre kadar şüphem yok.

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Arka sokak lezzetleri


Yemek ve beslenmek, yaşamımızın en rutin, en temel aktivitelerinden birisi. Aynı zamanda malzemesi, hazırlanışı, sunuluşu ve mekânları ile en kültür bağımlı olgulardan birisi. Belirli bir coğrafi mekânın lezzetini bir başka coğrafyada birebir yakalamak neredeyse imkânsız. Napoli'nin Pizza'sını, Adana'nın kebabını, Antep'in baklavasını, Diyarbekir'in ciğerini, Japon'un sushi'sini, doğdukları, yetiştikleri, şekillendikleri coğrafyadan bir başka yere taşıdığınız zaman mutlaka bir şeyler kaybediyorlar. Peki ya insan? İnsan yetiştiği lezzet ikliminden çok farklı bir iklime geçtiği zaman ne kadar adapte olabilir? Bu, adaptasyon yeteneği en yüksek canlı türü farklı bir lezzet ve beslenme kültürünün “uzmanı” olabilir mi? Aklım olabilir dese de, örnekleri görülse de, duygularım, sezgilerim, kişisel deneyimlerim yine de bir şeyler eksik kalır diyor. Türkiye'de yetişmiş, bu lezzet iklimine alışmış bir yetişkin birey olarak tamamen Japonlaşmam ne kadar süre alır? Mümkün olur mu? Tıpkı felsefenin ve sosyolojinin kadim sorunlarından “anlamak” etrafında oluşmuş külliyatın hep tartışa geldiği gibi: Bir kültür mensubu, bir başka kültürü nesnel olarak ne kadar “anlayabilir?”

Yorumlanması ve değerlendirilmesi gereken listeden bir kaç örneğe bakar mısınız: lahmacun, adana kebap, tavuk göğsü, ciğer kebap, pide, kelle, boza, kaymak... Kötü örneklerin çokluğu ile büyüyerek, fast food hegemonyası altında ezilerek “lezzet” duygusunu gitgide yitiren, karnıyarık ile imambayıldı'nın arasındaki farkı bilmeyen bir gençliğin önüne gelen her şeyi yediği, her yediği lahmacunu lahmacun sandığı bir zamanda yaşıyoruz. Elbette işin daha öte boyutları yazıya neden olan kitabın yazarlarının da farkında olmadıkları boyutları da var: İstanbul'da gerçek bir tavuk göğsü yenecek yer var mı? Gerçek bir tavuk göğsü nasıl yapılır? İçinde sadece tavuk göğsü lifi olması değil kastettiğimiz. Ama bu derinliğe bu yazıda giremeyiz, girersek çıkamayız.

istanbuleats.com sitesinin yaratıcıları Ansel Mullins ve Yigal Schleifer'in İstanbul'da geçirdikleri toplam süre 12 yıl imiş. İstanbul'un “arka sokak lezzetleri” bu ikiliyi öylesine etkilemişki, önce bir web sitesi, şimdi de Boyut Yayıncılık'dan çıkan bir kitap ile şimdiye kadar biz yerlilerin pek aklına gelmeyen bir işe imza atmışlar. Hani İspanyol sömürgeciler yeni kıtaya ayak bastıklarında yerlilerin altınlarına beş para etmez incik boncukla değiş tokuş ederek el koymuşlar ya, biraz buna benziyor. İnsan içinde doğup büyüdüğü, nefes aldığı, çok doğal bir olgu olarak algıladığı nesnelerin, mekânların, olguların değerini bilmek için bazen bir öteki göze, bakışa ihtiyaç duyabiliyor. Mullins ve Schleifer bizim zaten bildiğimizi ama adeta bildiğimizi bilmediğimizi bize yeniden hatırlatıyorlar. Bence dolayılı olarak hatırlattıkları bir başka nokta da yine hep geyiğini yaptığımız “tarih bilincimizin olmayışı” konusu. Tarih bilincinin oluşması için önce tarihi kaydetme, tarihi yazma bilinci gerekiyor galiba. Mullins ve Schleifer'in çalışması belki bu noktada da bir uyarı olur. Düşünsenize 100 yıl sonra 2000'li yılların başında İstanbul'da ne tür yerlerde, neler yenir içilirdi diye bir araştırma yapacak insanın karşısına çıkabilecek kaç tane kitap var şu anda? Acaba kendi tarihimizi, kültürümüzü yazmak için daha çok Mullinsler ve Schleiferlar mı ithal etsek? Tıpkı Osmanlı tarihinin kimi yönlerini Oryantalistlerin eserlerinden öğrenmeye çalıştığımız gibi gelecek kuşaklar da bugünün tarihini “el”lerin gözünden mi okumaya çalışacak?

"İstanbul Arka Sokak Lezzetleri, 2009'dan Beri” özellikle vurgulandığı gibi “abartılı” mekânlarla arasına bir mesafe koyuyor. Daha da ötesi kendisini sadece fiziki sabit mekânlarla sınırlamıyor ve sokağa, seyyara da çeviriyor bakışını. “Galata Salatalıkçısı”nı hangi kitapta bulabilirsiniz? Anlaşıldığı kadarı ile yazarlarımızın amacı İstanbul'da yaşadıkları sürece edindikleri yerel yemek kültürü deneyimleri çerçevesinde kendilerini en çok etkilemiş olan mütevazı, ekonomik lezzet noktalarını belirlemek. Dolayısıyla seçimlerin nesnelliğini tartışmak gereksiz. Üstelik yaklaşık 40 yıldır İstanbul'da yaşamakta olup, yemeğe içmeye meraklı, sağı solu kurcalayan, farklı bir lezzet için saatler ve kilometrelerce yol tüketmekten imtina etmeyen benim gibi birisi için bile öğretici olduğuna göre işe yarar olduğu kuşkusuz. Tıpkı web sitesi gibi kitap da İngilizce ve Türkçe seçenekleri ile mevcut. “Zaten bütün mekânlar web sitesinde varsa, kitabı neden alayım?” derseniz, bence kitabın derli topluluğu, ufak boyutuyla size lezzet avcılığında yoldaşlık eden pratik bir yardımcı olabilmesi ve sitede bulunmayan nefis fotoğrafları artı yönlerini oluşturuyor. Kitabın tasarımını ve görsel malzemeyi çok beğendim. Bu niteliği ile de ilerde değerli bir tarihsel belge niteliğini kazanacaktır.

Tekrar başa dönersek, “en iyi lahmacun nerede yenir?” “İstanbul'un en güzel adana kebabını kimi yapar?” gibi tartışmalar bitmek bilmez. Bunların son derece öznel yanıtları vardır, ve bu tür her zevk tartışmasında olduğu gibi, herkesin hemfikir olabileceği tartışmalar değildir. Dolayısıyla bu kitaba da bu açıdan yaklaşmamanızı öneririz.

Ansel ve Yigal ciğer kebabı bile sevecek kadar bizden birileri olmuşlar. “Bir insanın lahmacun sevmemesi nasıl mümkün olabilir, biz anlayamıyoruz” , “hayalimizde, Türk usulü kaymak cennette servis edilen tek yiyecektir” diyorlar. Dilinizin damağınızın ve arşivinizin şenliği için gerekli bir kitap.

Meraklısı için bağlantılar:

Bir başka güzel yemek blog'u : http://harbiyiyorum.blogspot.com/

Yemek yapmaya meraklıysanız olmazsa olmaz: http://cafefernando.com/



14 Ağustos 2011 Pazar

Müthiş bir buluş!

http://www.youtube.com/watch?v=YhcPX1wVp38

Dünyadaki krizi anlamak için


Yeni kriz dalgası nedeniyle 2008'de tanıttığımız bir kitabı yeniden gündeme taşıyoruz:


"1990'dan 2025/2050'ye kadar olan dönemde çok büyük ihtimalle, barış, istikrar ve meşruiyet kıtlığı çekilecektir. Bunun nedeni kısmen, dünya sisteminin hegemonik gücü olan ABD'nin zayıflamasıdır. Ancak asıl neden bir dünya sistemi olarak dünya sistemindeki krizdir." (s.34)

"Kriz mutlaktır: Açmaz mutlaktır. Bunun sonuçlarını önümüzdeki yarım yüzyılda yaşayacağız. Krizi birlikte nasıl çözersek çözelim, ne tür yeni bir tarihsel sistem inşa edersek edelim ve bu sistem ister daha iyi ister daha kötü olsun, ister daha çok ister daha az insan haklarına ya da halkların haklarına sahip olalım, kesin olan bir şey var: Bu sistem, iki yüzyıldır tanıdığımız ideoloji olarak liberal ideolojiye dayanan bir sistem olmayacak." (s.155)"Gerçekçiliğimin bir kısmı, ABD'nin kurtuluşu tek başına gerçekleştiremeyeceğini ileri sürmektir. ABD 1971'den 1945'e kadar bunu denedi. 1945'ten 1990'a kadar aynı şeyi başka yollarla denedi. 1990'dan sözgelimi 2025'e kadar yine başka yollarla bunu tekrar deneyeceğini tahmin ediyorum. Fakat tüm insanlığın kurtuluşu olmayan bir kurtuluşun olamayacağını göremedikçe, ne ABD ne dünyanın geri kalanı modern dünya sistemimizin yapısal krizini aşamayacak." (s. 194)

Bu kâhince belirlemeler yeni değil, orijinali 1995, Türkçe çevirisi 1998 tarihini taşıyan bir kitaptan, Immanuel Wallerstein'in Liberalizmden Sonra başlıklı kitabından. Her zaman olduğu gibi okuyanlar için bu krizin gelişini de on sene önceden görmek mümkündü. Geldiği halde göremeyenleri ise hiç konuşmayalım. Bu kriz ne gördüklerini zannedenlerin, ne de görmedikleri halde hayatın gözlerine soktuklarının algılayabildikleri türde bir kriz değil. Bazı insanlar bu konuda yıllardır çalışıyorlar, çok gelişkin modeller geliştiriyorlar ve bu matematiksel modellerle de olabilecekleri boş lâfların ötesinde zamansal ve hatta miktarsal kesinlikte öngörebiliyorlar.

Wallerstein bir yandan Marksizmden, öte yandan Annales Okulu geleneğinden ve Bağımlılık teorilerinden yararlanarak 1970'lerde Magnum Opus'u olan Modern Dünya Sistemi 'ni yazmıştı.Şu anda Yale Üniversitesinde. Dünya ahvali üzerine 15 günlük yorumlarını şu adresten izlemek mümkün: http://www2.binghamton.edu/fbc/commentaries/commen-archive.html. Türkçe çevirileri biraz gecikmeli olarak aynı sayfada yayınlanıyor. Wallerstein'in kitaplarını okurken bilinmesi gereken kavramlardan birisi "Kondratiyef Safhaları" ya da dalgaları. Kapitalist ekonominin bu uzun dalgalarının ismi, konuyu ilk kez analiz eden Nikolai Kondratiev'e atfen Joseph Schumpeter tarafından konulmuş. Çok kısaca söylemek gerekirse, ekonominin uzunluğu 40 ilâ 60 yıl arasında değişen safhaları/dalgaları söz konusu. Bu safhaların ilk yarısı Kondratiyef A safhası ya da yükseliş, gelişme, refah; ikinci yarısı Kondratiyef B, ya da düşüş, kriz safhası olarak adlandırılıyor. Wallerstein'in yazının başına aldığımız cümlesinde 2025/2050 yıllarından dem vurmasının nedeni, ilki 1771'de Sanayi Devriminin başlangıcı ile tarihlenen bu dalgaların, 1971'de başlayan 5.sinin içerisinde (Enformasyon ve Telekomünikasyon Çağı) olmamız. Şimdi 5. dalganın çöküş ya da diğer deyişle "kış" aşamasındayız. Ancak bu tarihler konusunda ekonomistler arasında bir konsensus bulunmuyor. Görüldüğü gibi olaylara insanlık tarihinin bilimsel birikimini kullanarak bakınca hamdolsunlu ya da morgıçlı yorumların ötesinde ormanı görebilmek mümkün oluyor: Orman yanıyor.

Wallerstein bu kitabında teorik çerçevesi içerisinde Liberalizmi, Komünizmi, Modernleşmeyi, Kalkınma paradigmasını ve soğuk savaş dönemini siyasal ve ekonomik açıdan çözümlüyor. Yaşadığımız dönemi ve geleceği daha iyi anlayabilmek, ve aslında hiçbir şey anlatmayan, anlatırmış gibi duran açıklamaların ötesine geçebilmek için bugünlerde mutlaka okunması gereken bir kitap bu. Özellikle ABD'deki konut sektörü ile ilgili çok bilmiş açıklamaları duydukça şu tesbit hatırlanmalı: " Yine de Braudel'in bize hatırlattığı gibi "olaylar değersizdir", büyük olaylar bile. Olaylar, onları konjonktür ritimlerine ve uzun vadeli eğilimlere yerleştirmediğimiz sürece hiçbir anlam taşımazlar." (s.219) Yani "Normal bir Kondratiyef B safhasının semptomları olan fenomenler şunlardır: Üretimde büyümenin yavaşlaması ve muhtemelen kişi başına dünya üretiminde düşüş; faal ücretli çalışma işsizliği oranında yükselme; kazanç mevkilerinin nisbi olarak, üretim faaliyetlerinden finansal manipülasyonlara kayması; devlet borçlanmasında artış; "eski" endüstrilerin düşük ücret bölgelerine kayması; meşrulaştırmaları aslında askeri olmaktan çok, karşı-döngüsel talep yaratılmasıyla ilgili olan askeri harcamalarda artış..." (s.36). Buyrun, 1995'te çizilen bir 2000'ler panoraması; kuramın sağlam temellerinde savaşın, Çin üretim bölgesinin ve finansal manipülasyonların öngörüsü.

Kondratiyef safhasının sonu aynı zamanda 4. safhadan itibaren hegemonik güç olarak dünya sahnesine çıkmış olan ABD'nin, hegemonik güç olarak sahneden çekilişi ile de örtüşüyor ve bu geleceği biraz daha belirsiz hale getiriyor. Soru net: Eski dünya düzeni tarihin müzesindeki yerini alırken, yeni düzen nasıl şekillenecek? "Geçmişe özlem duyacağımız günler çok mu yakın? Korkarım bu kaçınılmaz. Dünya sisteminde ABD hegemonyası döneminden (1945-1990) çıktık ve hegemonya sonrası bir döneme girdik. Eski Üçüncü Dünya'nın o dönemdeki konumu zor idiyse, kanımca bugün çok daha zor koşullarla karşı karşıya bulunmaktadır. Geride bıraktığımız dönem umutların, kuşkusuz çoğu sahte umutların, ama yine de umutların çağıydı. Hemen önümüzdeki dönem ise sorunların ve güvenden çok umutsuzluktan doğan mücadelelerin çağı olacaktır. Bu koşullar altında uygun düşmeyebilecek olan eski bir Batı simgesini kullanacak olursak: bu sonucun daima belirsiz olduğu bir araf çağı olacaktır." (s.19)

15 Ekim 2008'de yazdığı yorumda da http://www2.binghamton.edu/fbc/archive/243en.htm , kitaptaki yorumlarına paralel olarak korumacılığın artacağı bir dünya ve çok bilenlerin hâlâ bel bağladığı "babalar gibi özelleştirme" yerine devletin üretimde artacak olan rolüne; daha demokratik ya da daha totaliter rejimlerin ortaya çıkacağına değiniyor. Ama her hâl ve şartta kısa vadede ortada güzel bir resim olmayacak ve sonrasında yeni bir düzen olacak, diyor.


12 Ağustos 2011 Cuma

Sizin hiç kediniz olmadı mı?


Hayatta yapılacak 100 şey listesi gibi bir liste hazırlasam bir kedi ile birlikte yaşamayı mutlaka dahil ederdim. Daha da ötesi, hayatta iken mutlaka yapmanız gereken 5 şey içine koyardım.

Benim bir kedi ile ilişkiye girmem maalesef çok geç bir zamanda gerçekleşti. Kedisiz geçen yıllarıma üzülüyorum. Kedisiz geçen yıllarımda kedilerini kaybeden arkadaşlarımın derin üzüntülerine tanık olduğum zaman ne kadar duyarsız davranmış olduğumu farkediyorum. Nedense önceleri kedileri pek sevmez, daha doğrusu pek çok insan gibi biraz ürkerdim. Tırmalayacaklarından, ısıracaklarından çekinirdim. Kedili bir evde etrafımda dolaşan bir kedi ile kendimi pek rahat hissetmezdim. Sonra yavaş yavaş her şey değişti. Şimdi kediler, sadece birlikte yaşadığım kedi değil, tüm kediler dünyanın en estetik, en masum ( tamam acımasız bir avcılıkları vardır, o ayrı konu) canlıları olarak yaşamımı daha önce tahayyül edemediğim ölçüde zenginleştiriyorlar. Bir kedi ile birlikte yaşayarak karamsar, mutsuz, depresif olamazsınız. En karanlık anınızda onu seyrederek geçireceğiniz bir 5-10 dakika bütün karanlığınızı alıp götürecek, ister istemez gülümsemeye başladığınızı ve mutlu olduğunuzu hissedeceksinizdir. Leonardo da Vinci ne demiş: “Minicik bir kedi yavrusu bir sanat şaheseridir.“ Gerçekten öyledir, üstelik başka hangi sanat şaheserini evinize alma imkânınız olabilir?

Eğer herhangi bir nedenle bir evcil hayvanla beraber yaşamak istiyorsanız, ve aklınızda köpek varsa mutlaka çok iyi düşünmelisiniz. Köpekle birlikte yaşamak girişiminiz, hele çevresel koşullarınız uygun değilse (geniş bir bahçe, ona ayıracak geniş zamanlar, hatta neredeyse birlikte olduğunuz tüm zamanlar) bir katastrof ile sonuçlanabilir. Kendileri ya da çocukları için köpek edinenlerin büyük bir çoğunluğu bir kaç aylık süre sonunda pişman olarak köpeklerini ne yapacaklarını kara kara düşünmeye başlarlar. Bu yüzden sokaklar terkedilmiş bu zavallı canlılarla dolup taşar. Her şeye rağmen bir köpek edinmeye kararlı iseniz, bu konuda deneyimli dostlarınızla, birden fazla dostunuzla uzun uzun görüşmeniz, ve birlikte vakit geçirerek gözlem yapmanız şarttır.

Kedi ile birlikte yaşamak ise bir çok açıdan bir köpekle birlikte yaşamaya kıyasla son derece kolaydır: Temizlik, bahçe, açık alan, tuvalet eğitimi, gezinti ihtiyacı, havlama, gürültü, size olan bağımlılık gereksinmesi... tüm bu kriterler açısından kedi neredeyse sorunsuz bir canlıdır. Elbette kısırlaştırmanız koşulu ile. Kedi ile birlikte yaşamak bir süre sonra bu mükemmel canlı hakkında daha çok bilgi edinme ihtiyacınızı tetikleyecektir. Bu konuda aklınıza gelebilecek neredeyse tüm soruları yanıtlayan iki harika kitap var. İlki dünyaca ünlü İngiliz Zoolog Desmond Morris'in Kedinizi Nasıl Bilirsiniz isimli kitabı. Morris ününü 70'li yıllarda tüm dünyada olduğu gibi bizde de çok satan Çıplak Maymun isimli kitabına borçlu. Morris harika bir girişten sonra kısa bölümler halinde kedilerle ilgili onlarca soru soruyor ve yanıtlarını veriyor: “Evcil kedi bir çelişkidir. Hiçbir hayvan bir yandan bu kadar hareket ve eylem özgürlüğü talep edip bunu elde ederken, bir yandan da insanoğluyla böylesine yakın bir ilişki geliştirmemiştir... Kedi ikili bir yaşam sürer. Evde, gözünü dikerek sahiplerine bakan, yaşına göre fazla gelişmiş bir yavrudur. Dışarıda ise yetişkin bir yaratık, kendi kendinin patronu, özgürce yaşayan bir yabanıl yaratık, tetikte duran ve kendine yeterli olan bir canlıdır ve koruyucusu olan insanları o anda tümüyle unutmuş durumdadır. Evcil hayvandan yabanıl hayvana ve tekrar evcilliğe bu geçişi izlemek insanı büyüler.” Gerçekten öyle. Eğer bir bahçeniz varsa, kedinizin bahçeye çıktığı anda geçirmeye başladığı bu büyüleyici değişimi siz de izleyebilirsiniz. Sizin koynunuzda mırıldayarak yatan bir yavrudan, vahşi bir kaplana dönüşüm. Keyfi yerinde ise, size pusu kuracak, saldırılar düzenleyecek, neşe içinde zıplayarak koşturacaktır. Ama bir köpek gibi bunu sonsuza kadar yapmak isteyerek sizi bıktırmayacaktır. Size olan ilgisi dakikalarla sınırlı olacak, sonra bahçenin sizin asla keşfedemeyeceğiniz bölgelerine doğru keşif gezilerine çıkacaktır.

Diğer kitabımız Kedi Anlama Kılavuzu bir kedi uzmanının eseri. Bu tür kitaplarda Amerikan tarzı daha çok hoşunuza gidiyorsa tercih etmeniz gereken kitap. Kedi sahiplerinin soruları, bu sorulara verilen yanıtlar, aralara serpiştirilmiş “Biliyor muydunuz?” başlıklı kısa ilginç bilgiler. Morris'in kitabı güncel pratik sorunlardan ziyade daha genel düzeyde konulara ve kediler hakkında kimi rivayetlere yoğunlaşırken, Moore'un kitabından kedi bakımı, beslenmesi gibi pratik konularda da yararlı bilgiler edinebilirsiniz. Mesela kedinize tuvalet ihtiyacı için klozet kullanmayı öğretmek konusunda oldukça açıklayıcı bir bölüm bile var.

Bu muhteşem yoldaş ile ilgili kitaplar bunlarla sınırlı değil. Sanatçılarla kediler arasındaki özel bağdan ötürü edebiyat tarihi içinde zengin bir kedi bölümü vardır. Dünyanın en ünlü kedisi Schrödinger'in kedisidir belki ama Türkiye sınırları içerisinde onun ününü gölgeleyecek bir başka kedi vardır: Kötü Kedi Şerafettin. Morris'e göre: “kedi sevenler köpek sevenlerden oldukça farklıdır. Kural olarak bağımsız düşünme ve davranma yönünde daha güçlü bir kişilikleri vardır. Sanatçılar kedi severler; askerler köpek severler. O çok yüceltilen “grup bağlılığı” meselesi hem kedilere hem de kedi severlere yabancıdır. Bir şirketin sadık çalışanı, bir çetenin üyesi, bir delikanlı grubunun ya da askeri birliğin üyesiyseniz, muhtemelen evde sobanın ya da kaloriferin yanında kıvrılıp yatmış bir kediniz olmayacaktır. Hırslı yuppiler, gözünü yükseklere dikmiş politikacılar, profesyonel atletler, bunlar tipik kedi sahipleri gruplarına girmezler. Dizinin üstünde bir kedi yatmış olan bir futbolcuyu düşünmek zordur. Bu futbolcuyu, köpeğini yürüyüşe çıkarmış biri olarak düşünmek çok daha kolaydır.” Bu çerçevede kedilerin kahramanı oldukları sayısız değerli edebiyat / sanat eserini burada listelememiz mümkün olmasa da bir kaç tanesini burada zikredelim:

Selçuk Demirelîn muhteşem kedi çizimleri (ne yazık ki küçük boy basılmış) Başka Kediler

Şükran Yiğit Bir Akdeniz Kedisinin Hatıraları Doli'yi Hatırlıyor musun?

Julia Bachstein Kedi Hikâyeleri

Hamiş: Eğer bir kedi edinmeye karar verirseniz, önceliğiniz bir sokak kedisi olsun. 8 hafta anne sütü içmemiş bir kediyi annesinden asla ayırmayınız. Yaşama veya sağlıklı yaşama şansı çok düşük olacaktır. Kesinlikle Pet Shop'lardan kedi almayınız. Eğer her gün düzenli olarak fırçalayamayacaksanız uzun tüylü, çirkin suratlı İran kedilerini tercih etmeyiniz. Tüyler uzayıp düğüm olursa çözemezsiniz ve kedicik düğümlü bölgeleri yalaya yalaya bedeninde yaralar açabilir. Moore'un kitabının 28. sayfasındaki “Kedi geometrisi ve Kişilikleri” bölümü size uygun kediyi bulmanız konusundan yardımcı olacaktır.

9 Ağustos 2011 Salı

Kara yağmur sıkıntısı

Efendim üzerinize afiyet ben biraz hastayım; kitap hastası. Kağıt hastalığı, bir tür sapıklık, bibliomanlık vs. artık nasıl adlandırırsanız. Kitabın bir asaleti, duruşu, yakışıklılığı vardır. Hele eski kitapların, o eski el emeği göz nuru ciltlerin. Ama her kitabın değil maalesef. Salt kapakları, bana hitap eden, görünüşleri nedeni ile aldığım çok kitap vardır. Geçtiğimiz yüzyılın bütün kötülüklerinin yaratıcısı olarak her konuda, hemen aklımıza gelen amerikalıların kötülüklerinden kitaplar da nasibini almıştır. Hani gözümüzün, elimizin, kütüphanemizin alıştığı ortalama 20x13 santim boyutlarında olan kitabın yerine daha uzun boyluca, görme problemi olanlar için yazılmış gibi kocaman fontları olan bir kitap formatı vardır ya, sanıyorum o da bir amerikan icadıdır. Hele de söz konusu formatta yayınlanmış olan kitap bir roman ise nedense edebi değeri konusunda daha önceden herhangi bir bilgiye sahip olmasam bile ön yargılı oluyorum. Bu konuda bilimsel veriler var mıdır, çok merak ediyorum. Mesela okumayı fazla sevmeyen, hatta kitap okumamakla övünen, muhtemelen ilkokulu bitirdiklerinde de hâlâ heceleyerek ve sesli olarak okuyabilen bir insan tipolojisi vardır ya, acaba onlar böyle kocaman fontlarla basılı olan kitapları daha okunur mu buluyorlar? Plaj kadınları mı seviyor, çok satar formatı mıdır bu? Üstelik ele gelir bir format da değil. Çantada çok yer kaplar, daha ağır, bizde hiç adet olmayan otobüste, vapurda, metroda okumak için çok elverişli değil. Ama amerikalı yaptı ise bir hikmeti vardır mutlaka. Yayıncılarımız da (eğer başka bir bildikleri varsa lütfen açıklasınlar) bu şekilde düşünüyor olmalılar ki, bir kaç senedir, bu ucube format büyük medya yayıncılığı öncülüğünde kitap pazarımızda zuhur etti. Üstelik etiketler de astronomik. Acaba astronomik etiketler için bir kılıf mı bu, kitap formatını büyütmek?

Belki daha önce başlamıştı ama benim dikkatimi Coelho'nun Elif baskısı ile celbetmişti. Can Yayınları da (herhalde bir değişiklik istemiş olmalı canları) bu Ayşegül fontlu, iri cüsseli kitap formatına meyletmiş. Elimde Karl Olsberg'in Kara Yağmur isimli eseri bulunuyor. Kitabın içine baktım ancak bunun yeni bir seri olup olmadığına dair bir bilgiye rastlayamadım. Can Yayınları bizi Dünya ve Türk Edebiyatının gerçekten seçkin örnekleri ile tanıştırmış, genelde fiyatları birazcık pahalı da olsa editoryal kalitesi yüksek, çevirileri özenli nadide bir yayıncımızdır. Her kitapseverin kütüphanesinde beyaz ciltleri ve kırmızı kalbi ile yıllardır yerini almıştır. Çoğu zaman az satması neredeyse garantili olan ama edebi açıdan değerli pek çok kitabı basarak bir tür kamu hizmeti gerçekleştirmiştir. Kuşkusuz böyle bir ülkede maddi karşılığı pek olmayacak bir çaba. Can Yayınları bu fedakarlıktan yorulmuş olmalı ki, bu süslü püslü ama cüssesinin hakkını vermeyen kitaplara yönelmiş. Umarız beklentileri gerçekleşir, bu kitaplar okuyucusu ile buluşur. Ben şahsen buluşmasam da olur.

Neyse dönelim kitabımıza. Dediğim gibi bu formata karşı ön yargım vardı. O yüzden daha önceden tanışma şansına sahip olmadığım Bay Olsberg'in kitabından bir edebiyat mucizesi beklemiyordum. Hele de arka kapak yazısını okuduktan sonra. Asıl mesleği bilgisayar programcılığı olan ve ilk kitabı Sistem'de (idefix okur anketine göre okuyucularımız pek sevmişler) kontrolden çıkan bir bilgisayar virüsünün maceralarını anlatan Bay Olsberg, bu kez başka bir güncel konu seçmiş kendisine: Almanya'daki ırkçılık, yükselen İslami akımlar ve Neo-Naziler ve bu ortamda meydana gelen bir atom bombası patlaması. Evet, nereden bakarsak bakalım verimli bir konu, bu verimli konudan kayda değer bir metin çıkmış mı peki?

Olsberg, Rusya'da bir askeri nükleer garnizonda geçen kısa açılış sahnesinden sonra yine kısa bölümler halinde romanda karşılaşacağımız tiplerle tanıştırıyor bizi tek tek. Bunların içinde esas adamın, tek başına bir hayat süren, dairesinden pek çıkmayan, geçmişte başından tatsız bir hadise geçtiğini anladığımız, bir tür özel dedektif olan, dürbünü ile tüm mahalleyi gözetleyen, tele objektifle mahallelinin fotoğraflarını çekip bunları biriktiren, hatta odasının duvarlarını bu fotoğraflarla kaplayan Lennard Pauly olduğunu anlarız. Lennard, komşularından küçük oğluyla yaşayan tezgâhtar Fabienne Berger'e sanki platonik bir aşk beslemektedir. Bu arada Fabienne'in arkadaşı Nora'nın küçük kızı Yvi okuldan dönmemiştir ve iki kadın endişe içindedir. Fabienne büyük annesinden kalan kartlarla bir Tarot falı açarak Yvi'nin başına neler geldiğini anlamaya çalışır. Nostradamus uzmanı kaçık matematikçi Friedhelm Langen ise, Nostradamus'un kehanetlerine dayanarak, çok yakın zamanda büyük bir felaket olacağını düşünmektedir. Diğer bir kritik şahsiyet ise bir magazin haber dergisinin deneyimli muhabiri Corinna Faller'dir. Faller, internet milyarderi Heiner Benz ve onun eski manken karısı Eva ile sansasyonel bir haber-röportaj yapmak peşindedir. Frankfurt'ta bu tür gündelik sıradan olaylar cerayan ederken, Karlsruhe'de ise Federal Anayasa Mahkemesinin Cami yapılmasına karşı aldığı kararı protesto eden İslamcılar ve haliyle onlara gıcık olan Neo-Naziler karşı karşıyadır. Bunlardan birisi de Ben adlı bir delikanlıdır.

Romanımızda bir karakter bolluğu var: Japonya'dan Almanya'da yaşayan kızını ziyarete gelen Hiroşima ya da Nagasaki'deki atom bombası felaketinden yaralı olarak kurtulmuş bir Japon Kenichi Tanaka, onun havaalanında Çinli olduğunu gördüğü için istemeye istemeye bindiği taksinin şöförü... uzayıp gidiyor. Romanın Karlsruhe'de patlayıp onbinlerce insanı öldüren atom bombasından sonraki bölümlerinde tüm bu karakterlerin kesişme noktalarını, birbirleri ile ilişkilerini anlayacağız. Çorbaya ne bulduysa katan Olsberg'ten açıkçası bir de Yeşiller çeşnisi bekliyor insan, ama Almanya'da bu kadar etkin Yeşiller hareketini temsilen bir sözcük bile geçmiyor. Anlaşılan dramatik, melodramatik bir faktör olmadığı düşünülmüş! Ama mesela müslüman fakat yeşil bir kız ekleyebilirdi.

Evet, anlayacağınız gibi Olsberg bir çok satar yazabilmek için elinden geleni yapmış, romanda klişe olarak yok yok. Sona doğru ilerlerken baş kahramanımız Lennard'ın becerileri ve başından geçenler birden bana Cüneyt Arkın'ı ve Dünyayı Kurtaran Adam filmini anımsattı. Bu tür fantastikomik hikâyelerin salt bize özgü olduğunu düşünürüz ya bazen, yanılırız. Elin Almanının bizden aşağı kalır yanı yok. Bu kitaptan şahane bir Yeşilçam filmi çıkarmış. Bu arada asıl konuyu unutmayalım: Atom bombasını kim patlattı? Olağan şüpheliler olan İslamcılar mı, yoksa yazarımız bize başka bir sürpriz mi hazırlıyor? Malum bu tür metinlerde son turlara girildiğinde keskin virajlar almak ve şaşırtmacalar yapmak türün temel özelliklerindendir. Ancak Olsberg'in tüm çabalarına rağmen türünün başarılı bir örneğini yarattığını söylemek oldukça zor.

Durmuş bir saatin günde iki kez doğru zamanı göstermesi gibi bu kadar nükleerleşmiş bir dünyada nükleer felaket kehanetinde bulunmak adet normal. Asıl trajik olan gerçeklikte felaketin Olsberg'in romanında hiç öngörmediği bir noktadan gelmiş olması: Deprem. Japonya'da meydana gelen ve nükleer reaktör patlamasına yol açan deprem tüm dünyayı ters köşeye yatırmış bulunuyor. Romanımızdan pek ders çıkaramasak da hayattan çıkaracağımız ders: bir Nükleer felaket için kötü adamlara ihtiyacımız yok, Alman deyişinde olduğu gibi, Cehenneme giden yol iyi niyet taşları ile döşenmiş olabilir. Öyleyse her zaman, her yerde, her türlü Nükleere Hayır!

Devrimci Yol'un Öyküsü


Bu yazının potansiyel okuyucularının çoğunluğunun doğum tarihi 1980 sonrası olmalı. Bizim kuşağımızın hayatında belirleyici bir rol oynayan 12 Eylül darbesinin onlar için ne ifade ettiğini düşünmeye çalışıyorum. Benim doğumum da hemen 1960 darbesinin ertesinde olduğundan, empati kurabilmek için gençliğimde 1960'ı nasıl düşündüğümü düşünmeye çalışıyorum: uzak, bilinmeyen, tarihte kalmış bir zaman, bir hikâye, bir masal gibi. 1923 neyse, bu da o. Onun kadar uzak. Üstelik 1960 ile 1980 arasında gündelik yaşamın niteliği, teknolojinin hayatımızdaki yeri açısından TV'nin ve normal telefonun biraz yaygınlaşmış olması dışında kayda değer nitel bir faklılık yokken, 1980'lerde doğmuş bir insan için teknolojisiz bir dünyada yaşamayı tahayyül etmek neredeyse imkânsız. Dolayısıyla olanı, biteni, dönemin ruh hâlini anlayabilmek, hissedebilmek çok güç. Sadece tarih değil, bugünkünden tamamen farklı bir dünyada yaşanmış bir dönem. Üstüne üstlük hakkında her yönden çok farklı yorumlarda bulunulmuş bir dönem.
Internetsiz ve sosyal medyasız bir ortamda bütün dünyada kaynayan 1968 kazanından Türkiye de nasibini almıştı. Teknoloji hız demek özünde, hız faktörünü bir yana koyarsak “küresellik” tarihte her daim gerçeklik olan bir olgudur. Şimdi havada taşınan enformasyon, bir zamanlar, kervanlarla, gemilerle, sonrasında motorlu araçlarla taşınıyor, er veya geç etkisini insanın varolduğu coğrafi mekanlarda gösteriyordu. Bugün dakikalar mertebesinde haberdar olduğumuz bir olaydan 30 yıl önce saatler, 100 yıl önce de günler mertebesinde haberdar oluyorduk. Bu nedenle küreselliği güncel bir olgu zannetme yanılgısına düşmemek gerekir.
1968 gençliğin merkezinde olduğu bir kalkışmaydı. Solun genel tarihi açısından bakıldığında ise, tarihin büyük dalgaları ve gel gitleri hesaba katıldığında 100 yıllık bir dalganın belki de kıyıya ulaşan ve tepeden çatlamaya başlayan son dalgasıydı. Nitekim 1970'ler bütün dünyada sol hareketlerin son kurşunlarını harcadığı bir dönem olurken, 1980'ler neo-liberal dalganın yükselişini, ve mevcut Sosyalist sistemin çöküşünü beraberinde getirdi. Paris Komünü ile ısınmaya başlayan, 1917 Rus Devrimi ile zirveye ulaşan bir dönemin sonu... Tarihin büyük dalgaları karşısında kimse duramaz. O dalgalar tıpkı bir tsunami gibi önüne geleni silip süpürerek ilerler. Ancak tarihteki yenilgiler ve zaferler de nihai değildir. Tarihin dalgalarına kıyasla maalesef insan ömrü çok kısa kalır. Zaferin ya da yenilginin nihailik duygusu, insanın kendisini bu duyguya kaptırmasının nedeni bu kısalıktır. Ne zafer sarhoşluğu, ne yenilgi çöküntüsü. İnsan, her zaman aklı ile ayakta sapasağlam kalmayı başarabilmelidir. Ama bir tsunami dalgası karşısında kim başarabilir bunu? Neo-liberal dalgalar devrimcileri de önüne katar, o devasa çöp yığınının içinde sürükler. Zafere aldananların dünyanın sonu çığlıklarını da bir başka tsunami pusuda bekler.
68'in ertesinde 1970'lerde yukarıda değindiğimiz küresellik olgusu çerçevesinde dünyanın değişik bölgelerinde, birbirine çok benzeyen, Marksizmden esinlenen, ağırlıklı olarak Küba Devrimi ve Vietnam Kurtuluş Savaşından etkilenen, kuşkusuz yerel motiflerden de beslenen ama geleneksel komünist hareketlerle aralarına mesafe koyan ve kendilerini genellikle “devrimci” olarak tanımlayan hareketler ortaya çıktı. Farklı coğrafyalarda, hatta kıtalardaki bu hareketlerin birbirlerine benzerlikleri çok ilginçtir. Geleneksel komünist hareketle aralarına mesafe koymalarının nedeni bu hareketin mevcut tarihsel anda olanaklarını tüketmiş olduğu hissiyatı ve bölük pörçük bilgisiydi.Yani kendilerini de ortadan kaldıracak koşullar, aynı zamanda doğuş nedenleriydi.
Bu marksizm etkili son umutsuz dalganın (neden umutsuz olduğu konusu bu yazımızın sınırlarını aşıyor) Türkiye'de en kitlesel temsilcisi Devrimci Yol hareketi olmuştur. 12 Eylül değerlendirmeleri genellikle İşçi sınıfı ve komünist hareketin küresel durumundan bağımsız olarak Türkiye ölçeğinde yapıldığı için bu değerlendirmelerde yerel bir yenilgi algısı, duygusu ağır basar. Bu noktadaki “yenildik” ya da “kaybettik” değerlendirmesindeki öznenin küresel ölçekli bir özne olduğu gözden kaçtığında yenilginin nesnel bir değerlendirmesini yapmak olanaksız hâle geldiği gibi, hareketin içerisinde yer alan insanlara haksızlık yapmak da kaçınılmaz hâle gelir. Sanki bir takım kişisel hatalar olmasa devrim olacaktı, gibi. Yine bu yazıda açımlayamayacağımız kapsamda bir sorun olarak marksizmin 20. yüzyıldaki teorik gelişmesinin ve pratik uygulamalarının söz konusu dönemde olanaklarını çoktan tüketmiş olduğunu, hatta geride ciddi hasarlar bırakmış olduğunu dikkate aldığımızda şunu açıklıkla kabul etmemiz gerekir: Devrim zaten olanaksızdı. Hareketin küresel ölçekte dağılmasının ve yeniden bir başka düzlemde toparlanacağı bir devreye girmesinin, yani diyalektik bir devinim gerçekleştirmesinin zamanı gelmişti.
Adnan Bostancıoğlu içinde yer aldığı Devrimci Yol hareketinin davaya göre 1. numaralı ismi Oğuzhan Müftüoğlu ile uzun bir söyleşi yapmış ve kitaplaştırmış. Her ne kadar kitabın alt başlığı “Oğuzhan Müftüoğlu Kitabı” olarak geçse de Müftüoğlu mümkün olduğunca kendisini sakınmış. Elbette bir hareketin ve bir kişinin hayatının öyküsü bu. Ama o kişisel hayat, o hareketle o kadar iç içe geçmiş ki, Müftüoğlu'nun ketumluğu, samimiyeti ve hassasiyetleri ön plana çıktığından, bu kitaptan Müftüoğlu hakkında bir fikir edinmek için okuyucunun ilâve bir çaba göstermesi gerekiyor. Aslında satır aralarından okuduğumuz öykü dönemin bir çok devrimcisinin öyküsüdür. Çoğunlukla iyi kalpli, çıkarsız, fedakâr olan bu genç insanlar, ülkelerinde hissettikleri adaletsizliğe, eşitsizliğe ve haksızlıklara karşı duydukları isyan duygusu ile bu hareketlerle birleşirler. Kuşkusuz her toplumsal harekette olduğu gibi devrimci hareketlerde de kariyerist, değişik ruhsal ya da kişisel motiflerle hareket eden insanlar bulunur. Ama devrimcilerin çoğunluğu hiçbir karşılık beklemeden hayatlarını adarlar. Devrime adanmışlık, hele de o dönemde, samimi bir dindarın kendisini tanrısına adamasından pek de farklı değildir. Bu süreçte bazı insanlar, açık bir şekilde istemedikleri, pek de düşünmedikleri bir biçimde, sahip oldukları bazı özellikler nedeni ile kendilerini hareketin en ön saflarında, Müftüoğlu örneğinde olduğu gibi bazen de en önünde bulurlar. Müftüoğlu'nun gerek 1970 öncesi Dev-Genç yönetimine girmesi, 70'lerin sonunda da kendisini birden Devrimci Yol hareketinin önder kadroları arasında bulması da böyle bir süreç. Bu durum devrimci hareketleri kendi kariyerleri ve sözde liderlikleri açısından bir araç olarak gören ve yaşayan sorunlu kişiliklerle derin bir tezat oluşturuyor. Öte yandan reel politika alanının zorunlu kirlenmesi hesaba katıldığında, kitlelerin “lider” kültü ihtiyacı düşünüldüğünde Müftüoğlu gibi bir “lider”in kirli politik süreçlerin ideal lider tipolojisi olmadığını düşünmeden edemiyor insan. Müftüoğlu'nun, kendi süfli varoluşu ile başı dönmüş, önüne geleni harcayan, insan canına duyarsız, ruhsuz tiplerden olmadığını hissettiriyor satırlar.
Kitabı okuduğum zaman bunca zamandır düşünmediğim bir olguyu daha farkettim. Belki de hayatımız bu denli derinden etkilediği, içinde çok şey yaşandığı için, bize çok uzun yıllarmış gibi gelen sürecin aslında ne kadar kısa olduğunu. Türkiye tarihinin belki de en kitlesel devrimci hareketinin ömrüne baktığımız zaman gördüğümüz süre sadece 2 yıl! 1970'lerde yaşanan ne denli büyük bir küresel ve noktasal devinimmiş ki 2 yıl içerisinde bir hareketin bunca kitleselleşebilmesini mümkün kılabilmiş! Hem dönemin hem de dönemin en önemli hareketi olan Devrimci Yol'un sosyalistler tarafında çok daha derinden, çok daha uzun süre tartışılması, irdelenmesi gerekiyor.
O dönemde İşçi Sınıfı vurgusunu daha yoğun yapan, kendilerini işçi sınıfı partisi olarak adlandıran ve geleneksel Komünist hareketin yanında yer alan TİP, TSİP, TKP gibi hareketler, kendi dışlarındaki bu devrimci örgütler için “öğrenci hareketi” nitelemesinde bulunurlardı. Bu niteleme kuşkusuz politik rekabet içerisinde bir küçük görme, değersizleştirme boyutu içerirdi. Ancak öte yandan bu nitelemeyi yapanların yaşça daha büyük, politika ve yaşam deneyimi daha fazla olan sosyalistler olduğunu, bu “yeni yetmeler”in de onların yanında yetiştiğini hesaba kattığımız zaman pek de boşuna konuşmadıklarını anlarız. Kitabı okumam bu eleştirinin de pekişmesini sağladı. Devrimci Yol hareketi her ne kadar tarihin en kitlesel hareketi olup, farklı sınıflarla değişik bağlar kurmayı başarabilmiş olsa da bir öğrenci hareketi olmaktan bir sınıf hareketi olma aşamasına geçememiş. Ama ömrünü hesaba kattığımız da, yanına Türkiye sınıf hareketinin koşullarını eklediğimiz de nesnel olarak bunun pek de olanaklı olmadığını eklemek durumundayız.
“Bitmeyen Yolculuk” kitabını bitireli bir aydan uzun bir süre oldu, ama beni düşündürmeye devam ediyor. Tekrar başa dönersek 80'lerde doğmuş şimdi 30'larına adım atan insanlara ne anlatır, ne hissettirir bilmiyorum ama saf ve samimi bir şekilde devrimci ve sosyalist hareket içerisinde yer almış tüm 50'lik eski tüfeklere şiddetle öneriyorum. Teşekkürler Bostancıoğlu, teşekkürler Müftüoğlu.