3 Şubat 2013 Pazar

Mihman


Bu romanı bir başkası yazabilir miydi? Sorunun yanıtı hayır ise sözcüğün gerçek anlamıyla bir edebiyat eseri ile karşı karşıyayızdır. Elbette bazen yanıtın şöyle olduğu da olur: "Hayır, kimse bu kadar kötü bir şey yazamaz!" Yanıtın evet olduğu durumlarda bir roman hakkında yazmak çok zor değildir. Edebiyat kisvesi altında en fazla rastlanan olgu olan berbat romanlarda da işiniz kolaydır. Ama bitirip masanın üzerine koyduğunuz roman peşinizi bırakmıyor, sizi aklınızda kalan sorularla durmadan kendisine çekip duruyorsa, yani aslında günler geçtiği halde romanı gerçekte bitiremiyorsanız, bitiremediğiniz bir roman hakkında ne yazabilirsiniz?

Şair Akif Kurtuluş'un ilk romanı Mihman'ı okudum, "bitirdim". Bazı romanlara tek bir okuma yetmez, bilirsiniz. Olay akışının heyecanı, kurgunun karışıklığı gibi nedenlerle bazı detayları kaçırmış olabileceğinizi düşünür, yeniden dönersiniz; ya tamamen yeniden okumaya ya da bazı bölümlere. Ben de bitirdiğimi zannetmişim, bitmiyor. Belki de romanın eksenini oluşturan Kürt sorunu (dileyen Türk sorunu olarak da okuyabilir) çözülmeden bu roman bitmez. Barış gelse, bu kez belki de bitimi ölümümüzle olacak olan kendi iç savaşımızın bitimini bekleriz. Bu roman bütün iç savaşların romanı.

Kurtuluş öyle bir roman çıkartmışki ortaya, elim varmıyor romanın konusu hakkında cümleler kurmaya. Hani aşık olduğunuzda, o aşkın tepe noktasında, o ömrünüzün en nadide bir kaç gününde sevilen için tüm sözcüklerin kifayetsiz geldiği bir dönem vardır ya, ne deseniz, nasıl adlandırsanız duygularınızı ifade etmekte yetersiz kalırsınız, işte buna benzer bir hâl. Ankara'da yaşayan orta yaşı geçmiş, sorunlu ilişkiler yumağında bir avukat diye başlasam, Türkiye'de 30 yıldır yaşanan savaş hali desem, PKK desem, ne desem kuru ve yavan kaçacak. O yüzden kitapla ilgili konusundan söz eden bir tanıtım görürseniz, aman uzak durun derim. Kurtuluş yapıyı öyle bir kurmuş ki metne dışarıdan yapılacak her tanıtım müdahalesinin okurun okuma sürecini zedelemesi, keyfini kaçırması riski de var. O yüzden biçimsel açıdan yaklaşalım.

268 sayfalık roman 85 bölümden oluşuyor, yani her bölüm ortalama 3 sayfa. Söz alan karakter sayısı 15. Bu 15 karakterin anlatımlarından, iç seslerinden oluşuyor roman. En çok söz olan 3 karakter var: Avukat (24 bölüm) , Müdür (16) ve Nalan (13). Şiir ve roman edebiyatın biraz zıt kutuplarıdır; bu yüzden de birisinde iyi olanın diğer türde iyi bir eser ürettiğine pek tanık olamayız. Şiirin ekonomisinden romanın rahatlığına geçebilmek, ya da tersi, gerçekten zordur. Ancak Akif Kurtuluş uzun zamandır düz yazı takımında da forma giyiyor. Hazırlıklı ve antremanlı. Nitekim o çok ender rastlanabilecek başarıyı yakalamış, eğer şiir'in malzemesi sözcükler ve romanınki cümleler dersek, tek bir gereksiz cümlesi olmayan bir roman yazmış. Romanın bir tür olarak yazarlarından gördüğü en büyük işkencelerden birisi gereksiz gevezeliktir. Başyapıt denen romanlarda bile, konu ya da kurgu ile ilgisi olmayan gevezelikler bulabilirsiniz. Bunlar muhtemelen yazarın coştuğu, ya da yazarken kendisinin çok keyif aldığı ama okuyucuyu sıkacak bölümlerdir. Çok satan yerli romanlarımızda ise bu gereksiz gevezelikler adeta romanın ana yapısını oluştururlar. İnsan okurken şunu düşünmeden edemez: "Bir insan bunları yazmaktan nasıl olur da sıkılmaz?" Üstelik bir kere de değil, aynı biçimde onlarca roman yazan ve o romanlarla zengin olan yazarların dünyasındayız. Demek ki çoğunluk okur bizzat kendi hayatında yaptığı lüzumsuz gevezelikleri okumayı da seviyor. Mihman, gerçek bir sanat eseri olarak ne ekleyecek ne de çıkaracak hiç bir parçası olmayan bir metin olarak çıkıyor karşımıza. Dolayısıyla bir çok satar olmayacağı kesin, çoğunluk okur için okunamayacak derecede ağır gelecektir. Maalesef. Mihman'ın bir yıl içinde 100.000 satabildiği bir Türkiye'de, onurlu bir barış gerçekleşme ihtimali çok yüksek olurdu.

Romana başlar başlamaz aklıma Faulkner'in "Döşeğimde Ölürken"i geldi. Yapı aynı. Farklı karakterlerin iç monologları. Bu türden romanlarda, mesela bence Faulkner'in de (İngilizce okumadım, Türkçe çevirileri üzerinden yapıyorum bu değerlendirmeyi) başaramadığı bir konu vardır: her karakterin kendisine uygun bir dili, söylemi tutturmak. Bakarsınız hizmetçi, toprak sahibi, köle, esnaf, öğrenci, hepsi aynı dille konuşup, benzer şekillerde düşünürler. Bakış açıları değerlendirmeleri farklıdır ama dilleriyle farklılaşamazlar. Karakterler arası diyalogların olduğu metinlerden söz etmiyorum, o hâliyle kolaydır. Bu farklılaşma başarılamadığında da karakterin inşası yarım kalır, yemeğin tuzu eksiktir. Mihman'da her karakter, tek bir kere söz alabilen bile kendi dili, argosu, deyişleri, hassasiyetleri, vurguları ile bir anda romanın içinden dimdik doğrulup karşınıza dikiliveriyor. Avukat ve Müdür çok başarılı bir biçimde resmedilmelerine rağmen, sonuçta Avukat Akif Kurtuluş'a yakın tipler oldukları için anlayabiliyoruz ama Nezir tiplemesi gerçekten alkışı hakediyor. Sadece 5 bölümde kendisini dinlememize rağmen, herkesin rolünü çalıyor diyebiliriz. Roman kişilerinin ağzından çıkan hiç bir söz bizi yabancılaştırmıyor; "bir kadın, bir adam böyle mi konuşur, ne alâka, yazar anlattığı tiple hayatında herhalde hiç karşılaşmamış" türünden tepki verdiğimiz tek bir satır okumuyoruz.

Yazarın hiç ortada gözükmediği bu yapıda, tiplemeler de son derece başarılı olunca konu olabildiğince nesnel olarak işlenmiş oluyor. Roman kişilerine eleştirileriniz olabilir, zaten romanın başarılı olduğunun göstergesi de budur: Eğer roman kişisi karşınızda eleştirilebilir, kafanızın içinde karşılıklı olarak konuştuğunuz bir canlı gibi ortaya çıkmış ise yazar işini iyi yapmış demektir.

Mihman, karakterlere alışıp kimin kim olduğunu çözdükten sonra (ilk 50 sayfa) kolayca okunabilir bir metin olarak gözüküyor. Öyle de okunabiliyor. Ama nasıl gereksiz cümle yoksa, gereksiz ayrıntı da yok! Kurtuluş metni yazarken iyi bir polisiye de olduğu gibi (ama romana tür olarak polisiye diyemeyiz) ip uçlarını çaktırmadan ve çok başarılı bir biçimde serpiştirerek ilerliyor. İlk okumada belki çok zeki ve deneyimli polisiye okurları dışında bunların hepsini yakalayabilecek okur sayısı az olacaktır, işiniz gerçekten zor. Kitap uzunca bir süre elinizde kalabilir. Metinde gerçek bir ilişkiler yumağı var, nitekim bu yumak çözülmeye başlarken ana karakterlerden ikisi de isimleriyle arz-ı endam etmeye başlarlar. Tesadüfler ve rastlantılar kimi romanlardaki gibi aklın ve kurgunun sınırlarını zorlayacak türden değil.

Mihman'ın Türkçesi ise tam bir Şaire yakışacak türden. Uzun bir şiir gibi de okuyabilirsiniz; kitaba başlamadan önce ise Turgut Uyar'ın "Yokuş Yol" şiirini okumayı da unutmayınız. Mihman, sadece Türkiye'de değil ,2012'de dünyada yayınlanan en iyi romanlardan birisi.


Vergilius'un Ölümü


Hermann Broch'un “Vergilius'un Ölümü”nün çevirisi hiç kuşkusuz 2012 yılının en önemli edebiyat olaylarından birisidir. Ahmet Cemal'in çevirmenlik macerasının başlarında karşılaştığı ve çok etkilenerek hayatının en önemli etkinliği haline getirip üzerinde 40 yıl çalıştığı bu roman aynı zamanda Broch'un dilimize çevrilen ikinci eseri.  Vergilius'un Ölümü zor metinleri seven okuyucu için bile güç bir metin. Ayrıca çeviri ne kadar iyi olursa olsun şiirsel ve müziksel özellikleri olan Almanca metnin bu özelliklerinin Türkçede yeniden yaratılması olanaksız, her şiir çevirisinde olduğu gibi, bu tür bir metnin de eksilerek Türkçeleşmesi kaçınılmaz. Umarız tıpkı Ahmet Cemal gibi bir yerlerde bir çevirmen Sleepwalker üzerinde çalışıyordur, ve Vergilius'un ürküteceği okurlar ondan çok uzaklaşmadan Broch evrenine daha yumuşak bir geçiş yapabilirler.

Broch 1886'da Viyana'da zengin bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak dünyaya geliyor. Gençliğinde bir yandan edebiyat ile ilgilenirken öte yandan da ailesinin tekstil fabrikasında çalışıyor. 1909 yılında Vergilius'da da etkilerini göreceğimiz bir karar alıyor ve katolikliği seçiyor. Broch Batı Avrupa romanının özellikle James Joyce'dan etkilenen modernist kalkışmasının tam göbeğinde yer alıyor. Döneminin Canetti, Rilke, Musil gibi önemli isimleri ile bire bir tanışıklığı var. Musil gibi maddi açıdan şanssız bir insan değil, tekstil fabrikasını sattıktan sonra rahatlıkla tüm zamanını edebiyata vakedebiliyor ve 40 yaşında ilk romanını Uyurgezerler'i yayınlıyor. 1938'de Nazilerin Avusturyayı ilhak etmesi ile toplama kampına kapatılıyor. Vergilius'u yazmaya da bu kampta başlıyor. Aralarında James Joyce'un da bulunduğu edebiyatçı dostlarının açtığı bir kampanya ile serbest bırakılıyor önce İngiltere'ye sonra da Vergilius'u bitireceği ABD'ye gidiyor.

Broch'un Ulysses'in bilinç akışı tekniğinin izinden gittiği Vergilius'un konusu Roma İmparatorluğu'nun en büyük şairi Publius Vergilius Maro'nun yaşamının son 18 saati. Vergilius'un aeneis isimli eseri Roma İmparatorluğu'nun kuruluşundan itibaren hikâyesini anlatan bir tür Ulusal Epik olarak nitelendirilir. Virgilius, Homeros'un İliada ve Odysses'inden ilham alarak Yunanlıların işgali sonrasında Truvayı terkeden Ankhises'le Afrodit'in oğulları Aeneas'ın yaşamı ve İtalya kıyılarına ulaşarak Roma'yı kurmasının hikâyesini anlatır. Edebi form olarak da yine Homeros'un Dacytlic hexameter ya da Heroic hexameter olarak bilinen ritmik şemasını uygular. Vergilius'un Batı edebiyatında önemli bir etkisi vardır, Dante'nin İlahi Komedya'sında Vergilius, Dante'nin cehennemdeki rehberi olarak karşımıza çıkar. Zira Vergilius'un bir özelliği de Eski Roma'da cehennemden ilk söz eden şair olmasıdır. Bilindiği gibi Dante Cennet'e gittiğinde rehber değişir, Vergilius'un yerini Beatrice alır.

Broch'un Vergilius'u Batı Avrupa romanının en cüretkâr denemelerinden birisidir. Bu denemenin ne kadar başarıya ulaştığı ise tartışma konusudur. Bu türden tartışmalı metinlerin hepsinde olduğu gibi eleştirmenler ve okuyucular karşıt kamplara bölünürler: bir yanda fanatik hayranlar, eseri bir başyapıt olarak niteleyenler öte yanda negatif eleştiriler. 4 elementin isimlerinin bölüm başlığı olarak seçildiği 4 bölümden oluşan roman, büyük epiği Aeneis'i gözden geçirmek için Atina'ya seyahat eden Vergilius'un dönüş yolunda hastalanması ve Brindisi limanına gemi ile dönüşü sırasında başlar. Roma her zamanki gibi hareketli, canlı, cıvıl cıvıldır ama bir moral çöküntü içerisindedir. Şair'in edebiyatçının o bitmek bilmez sorgulaması, hesaplaşması başlar: Ne işe yaradı eserim? Ahmet Cemal'in kitaba yazdığı önsözde vurguladığı gibi “Roma'da iktidar sahipleri ve halkın bir kesimi tarafından daha kendisi hayatta iken onca yüceltilmiş şiirleriyle, gerçekte acılarla, kargaşayla ve adaletsizliklerle dolu bir dünyada aslında neyi değiştirebilmiş olduğunu sorgular. İç monoloğun akışı boyunca bu sorgulama, şiir sanatından yola çıkarak sanatın geneline yayılır ve “Sanat neyi değiştirebilir?” sorusunda odaklaşır.”

Vergilius, dostlarının pek yücelttiği Aeneis'i reddetmekte ve yakılmasını ortadan kaldırılmasını istemektedir. Dostları, en başta da Augustus onu bu kararından vazgeçirmeye çalışırlar. Augustus'a göre artık Aeneis Vergilius'tan çıkmış ve Roma'nın olmuştur. Yine Cemal'in belirttiği gibi bu bölümde “sanat ve iktidar” sorunu gündeme gelir.

Broch'un Vergilius'u ve Roma'yı eksene koyarak gerçekleştirmeye çalıştığı tartışma, döneminde yaşanan büyük toplumsal olayların, Nazizmin yükselmesinin, 2. savaş öncesi ve sırasında yaşanan büyük çöküntü ile günyüzüne çıkan, kriz içerisindeki bir toplumsallıkta genelde kültürün özelde edebiyatın yerinin ne olduğu konusudur. Dolayısıyla dostlarıyla olan diyalogları dışında baştan sonra bir içsel monolog olan bu romana koyu bir karanlık hâkimdir. Ayrıca Hristiyan teolojisi konusunda birikim sahibi okurun özellikle son bölümde Broch'un katolikliğe dönüşünü de akılda tutarak okumasında fayda olacaktır. Vergilius'un Eclogues yani Seçmeler isimli eserinin 4 bölümü Mesiyanik kehanetleri ile bir tartışma konusu olagelmiştir. Bu da kimi yorumcular tarafından Broch'un katolikliğe dönüşü ile ilintilendirilir.

Kitabın basılır basılmaz ikinci baskısını yapmış olmasını görmek oldukça sevindirici. Ahmet Cemal'in tutkusunu ve çeviri macerasını bizlerle paylaşmasının okurun merakını tetiklediği anlaşılıyor. Ancak okuru uyarmamız gerekiyor, zor bir metin bu, çok mesai, dikkat, konsantrasyon isteyen bir okuma süreci var önünüzde, herkese göre olmadığı aşikâr. Uzun, bir noktasına geldikten sonra nasıl başladığını unutacağınız yoğun ve karışık paragraflar; mitolojiye, tarihe yapılan göndermeler, belki de metni okurken başka okumalar yapmanızı da gerekli kılacaktır. Başta da vurguladığımız gibi kaçınılmaz bir şiirsellik ve müzikalite kaybı olsa da Avrupa romanının bu en önemli metinlerinden birisinin artık Türkçede olması paha biçilmez bir kazanç. 40 yıllık emeği için Ahmet Cemal'e şükranlarımızı sunuyoruz.

Ulysses


2012'nin son büyük sürprizi Ulysses'inin yeni bir çevirisinin yayınlanması oldu. Kimilerince 20. yy'ın en önemli edebiyat eseri addedilen Ulysses'in ilk çevirisi Nevzat Erkmen tarafından yapılmıştı (1996, YKY). Armağan Ekici'nin Türkçeleştirdiği yeni Ulysses, Bülent Erkmen'in albenili tasarımı ile Norgunk tarafından basılmış. Kütüphanenize yakışacak şık bir kitap. Ulysses yayınlandığı günden beri tartışmaların ve incelemelerin odağında. Bunun bir nedeni, James Joyce'un bilinçli olarak edebiyat çevrelerini, profesörleri yüzyıllarca meşgul edecek bir metin üretme iddiası. İkincisi ise basım macerası. Önce bir Amerikan dergisinde bölüm bölüm yayınlanır, sonra müstehcenlik suçlaması ile yayını durdurulur. Kitap olarak ilk basımı ise 1922'de Paris'te gerçekleşir. Ancak Paris'te kitabı Joyce'un karmakarışık ve okunması zor el yazısından dizen dizgiciler tek kelime İngilizce bilmemektedir. Joyce'un artan görme problemleri de provalar üzerinde sağlıklı bir çalışma yapmasına engel olur. Sonuç olarak bu sancılı doğum süreci çok sayıda farklı Ulysses baskısının ortaya çıkmasına neden olur.

YKY baskısında çevirinin yapıldığı orijinal metinle ilgili bilgiye ulaşabiliyoruz: Random House, 1986 baskısı. Ancak nedense Norgunk bu bilgiyi okurlarından esirgemiş. Yayınevinden öğrendiğimize göre kaynak metin 1993'te yayınlanan Oxford World's Classics / Jeri Johnson metni. Bunun aynı zamanda mizanpaj olarak birinci basımın tıpkı basımı olduğunu öğreniyoruz. Bu özelliği ile de YKY baskısından çok farklı bir baskı var elimizde. Elimizde iki çeviri olduğuna göre, hangisini okumalı? Ulysses'in kendisi ile başımız belada iken şimdi bir de alternatif çeviri problemimiz oldu. Söyleşilerinden Ekici'yi Ulysses'i yeniden çevirmek gibi çılgınca bir maceraya sürükleyen motiflerden birisinin de bu olduğunu öğreniyoruz. Yani Ulysses'in aslında sıkıcı, tatsız bir metin olmadığı, tam tersine hınzırlıkları, oyunları, Joyce'un içine gömdüğü dehası ile keyifli bir metin olduğunu gösterebilmek. Lafı çok uzatmadan, bir yargıya da varmadan (varamadan demek daha doğru olur, zira elimde orijinal İngilizce metinler yok; ayrıca metinler olsa da çevirilere kıymet biçme yetkinliğine sahip değilim) Aynı cümlelerin bu iki çeviride nasıl çevirildiklerini birkaç örnek ile aktaralım. Belki okuyucularımızın “hangisini okuyalım?” sorusu için bir nebze olsun faydalı olur. İlk örnekler Erkmen, ikinciler Ekici çevirisidir. Farklılıkları bulmak için bir çaba gösterilmemiştir.

Sarman, Babaç Buck Mulligan, üzerine bir aynayla ustura haçvari konulmuş tıraş sabunu köpüğü dolu tasıyla merdiven başında belirdi.” (32)
Oturaklı, toraman Buck Mulligan, merdivenbaşından dışarı çıktı, üzerinde, bir aynayla usturanın haç gibi çaprazlandığı sabun köpüğü dolu bir tası yüklenmişti.” (9)

Görülebilenin kaçınılmaz kipliği: En azından bu, gözlerimin düşüncesi. Burada okuyadurduğum her şeyin, yaklaşan meddin getirdiği denizcanlılarının ve denizkazının, şu partal pabucun imzaları.” (67)
Gözle görülenlerin kaçınılmaz modalitesi: en azından bu, eğer daha fazlası değilse, gözlerim aracılığıyla gelen düşünce. Tüm nesnelerin imzalarını okumak için buradayım, denizdölü ve denizölüsü yosunlar, yaklaşan gelgit, şu paslı pabuç.” (42)

Mr. Bloom ölçülü adımlarla Sir John Rogerson rıhtımı boyunca vinçlerin yanından ilerledi. Windmill Lane'i, Leask'in keten tohumu ezimevini ve postaneyi geçti.” (102)
Mr. Bloom, Sir John Rogerson Quay boyunca yük arabalarının yanından açık bir zihinle yürüdü. Windmill Lane'i, Leask'in keten tohumu presini ve postaneyi geçti.” (74)

İRLANDA BAŞKENTİNİN KALBİNDE Tramvaylar Nelson sütununun önünde yavaşladılar, döndüler, cereyan kollarını değiştirdiler.” (151)
HİBERNİYA BAŞŞEHRİNİN KALBİNDE Nelson sütununun önünde tramvaylar yavaşladılar, makas değiştirdiler, boynuzlarını başka hatta taktılar.” (117)
Ananaslı akideşekeri, limonlu belik, yumuşak karamela. Her yanı yapışyapış şeker bir kız bir hıristiyan kardeşin tabağına kepçe kepçe kremalı bir tatlı dolduruyor.” (187)
Ananaslı bonbon, limon şekeri, tereyağlı İskoç şekerlemesi. Şekersaksaklı bir kız bir hristiyan birader için kepçe kepçe şekerleme dolduruyor.” (148)

EKSİLEN RAKAMLAR KART KOKOROZLARI PEK KEYİFLENDİRDİ. ANNE ÇALAK FLO SARSAK – AMA HAKSIZ MI YANİ ONLAR?” (186)
EKSİLMİŞ UZANTILAR NEŞELİ NİNELERİ PEK KIKIRDATTI. ANNA VINGIRDARKEN FLO ZANGIRDADI. - OLACAK O KADAR, DEĞİL Mİ?” (147)

Çelebi Kuveykır kütüphaneci, sadra şifa vermek niyetiyle, onlara doğru tatlı tatlı mırıldandı.”(223)
Kibarca, onları teskin etmek için, Quaker kütüphaneci kedi gibi guruldadı.” (180)

Pek muhterem başrahip John Conmee S.J. kilisedeki kapalı bölmesinden aşağı inerken ışıltılı saatini gene iç cebine yerleştirdi.” (260)
Yüksek rütbeli, pek muhterem peder John Conmee S.J. Ruhban bölmesinin basamaklarını inerken pürüzsüz saatini geriye, iç cebine koydu.” (214)

Altın ile bronz atnallarının çeliktıngırtısını işittiler. Küstahtah tahtahtah.” (298)
Sırmanın yanında kızıl naldemirlerini duydular, çelikçınçın. Münüüfübütfüf tfftfftff.” (249)

Arbour Hill'in köşesinde D.M.P.'den baba Troy'la laflayıp vakit geçiriyordum kin, hay Allah manyak bi baca temizleyicisi geldi de süpürgesinin sopasını az daha gözümün içine sokayazdı.” (337)
Dublin Emniyet Teşkilatı'ndan bizim Troy'la şurda Arbour Hill'in köşesinde azcık vakit öldürüyordum ağbi Allahın belası bir baca temizleyicisi çıkıp gelmez mi, az kaldı edavatını gözüme sokayazdı.” (284)

Deshil Holles Eamus. Bize o mihr-i dirahşanı, nur-i ilahiyi gönder, Horhorn, hayatbahşeden, meyvedar rahmi.” (431)
Deshil Holles Eamus. Gönder bize, parlak tanrı, ak tanrı, Bobohorn, canlananı ve rahimmeyvesini.” (369)

Genelevin, tramvayların parkesiz yan manevra hatlarındaki çıplak raylarla yeşilli kırmızılı ışıltıların ve tehlike işaretlerinin yer aldığı ön tarafındaki Mabbot Street girişi.” (478)
Geceköyün Mabbot Street girişi, girişin ön tarafında tramvayların kaldırım taşları döşenmemiş, iskelet halindeki raylardan ibaret, bataklık yalazından kırmızı yeşil ışıkları ve tehlike levhaları olan manevra hattı uzanmaktadır.” (411)





Muz Sesleri: Sıkıcı bir ilk roman


Kentlerle kurduğumuz ilişki de diğer canlılarla ve nesnelerle kurduğumuz ilişkiye benzer. Kentlerin ötekilerden farkı kapsayıcılıkları, bir tür “kap” olmalarıdır belki. İçinde insanları, nesneleri, şeyleri, yeni kavramları, kokuları, görüntüleri, estetiği barındıran, onlarla şekillenen vücut, kişilik bulan bir kap. Tarihi, mimarisi, insan bileşimi, barındırdığı kültürler, iklimi, tüm bunlar her kente tıpkı insanlar gibi kendisine özgü bir kişilik, renk verir. Bir kente vurulursanız, sevgilinin kokusunu özlemek gibi o kentin kokusunu özlersiniz. Kentlerden etkilenmemiz kişisel tarihimiz, varoluşumuz ve estetik şekillenişimizle de yakından ilintilidir şüphesiz. Duygularımızın oluşum sürecinde nelerle beslendiği, neleri yücelttiğimiz, mantıklı mantıksız hayranlıklarımız elbette temelden ya da kıyıdan köşeden popüler kültürün etkileri ve elbette beklentilerimiz...Tıpkı sevgi ve aşk gibi tarihsel duygu süreçlerinin öznesi ve nesnesidir bizim için kentler. Onlara aşık olabilir, bağlanabilir, delice özleyebiliriz. Aşkın uyardığı, harekete geçirdiği enerjimiz akacak bir mecra arar. Kimi genç aşıklar için şiirdir bu mecra. Kent romantizmi, tıpkı tüm diğer romantizmler gibi yaratma güdüsünü canlandırır, tetikler. “Bu kenti yazmalıyım!” Duygulanımların emri budur. Her yazma emri gibi insanı kağıda ve kaleme doğru hızla sürükler. Kentin içimize doldurduklarını bir an önce boşaltarak rahatlamak isteriz. Kentten bize doğru akan kesintisiz enerjinin bizim dolayımımızla yeni bir forma kavuşması, yani bir anlamda kentin aşkı ile hesaplaşmamız gereksinimi. Ama bir kenti ne zaman ve nasıl yazmalı? Tıpkı bir aşkı yazmak problematiği gibi.

Ece Temelkuran'ın Beyrut şehri ile kurduğu ilişkiye bir aşk ilişkisi demekte beis görmüyoruz. Zamanının bir kısmını bu kentte geçiriyor olmasından, beyanlarından ve nihayetinde kenti merkeze alan roman teşebbüsünden bunu anlıyoruz. Anlaşılan çevresine Beyrut aşkından, bu aşkın kendisinde uyandırdığı romana kaynak teşkil eden duygu ve düşüncelerinden o kadar çok söz etmiş olmalı ki, Yaşar Kemal, “Git ve yaz” demiş, o da bunu kitabının, romanlarda pek rastlanmayacak uzunluktaki ithaf sayfasına eklemiş.

En zor soru şu sanırım: Kent bizi aşkı ile adeta tatlı tatlı boğar, soluksuz bırakır, ondan uzak kaldığımızda yokluğu ile içimizi oyarken biz o kenti anlatmaya karar verdiğimizde, nasıl anlatacağız? İçine bir tutam da aşk mı katmalı? Kent on yıllardır adeta savaşın sembolü olmuş ve bugünkü hâli savaşsız anlaşılabilir değil ise savaşı bir kenara bırakabilir miyiz? Ortadoğu'nun kavşağı, dinlerin, ırkların geçiş ve yerleşme noktası ise tüm bu çeşitliliği de mi aktarmalıyız? Ya politika? Ya tüm bunların hem içinde hem dışında olanlar, batılılar, doğulular? Batılıların oryanyalizmi, yazarın Orta Doğu hassasiyeti. (bir zamanların Ant dergisinin 'Ortadoğu Devrimci Çemberi' formülasyonu geldi aklıma) liste uzayıp gider, hele o kent Beyrut ise. Peki tüm bunları bir roman formatı içerisinde buluşturmak o romanı çok katmanlı yapar mı? Yapabilir de yapamayabilir de, o noktada romancının becerisidir belirleyici olan. Elbette ardından romanın klasik, modern ya da post modern sorunsalları gündeme gelir: karakterlerin rolü ve önemi, kurgu, anlatıcının yeri, vs. Tüm bu karmaşık sorun yumağının içerisinden başarı ile çıkabilen sanatsal dehadır. İçerisinde boğulan ise en uygun deyişle erken açmış, iyiniyetli edebiyat öğrencisi.

Ece Temelkuran'ın Muz Sesleri romanı, Internet, TV ve medya destekli pazarlama kampanyası ile gündemimize getirildiğinde okuduklarım, özellikle de yazarın söyleşilerinden işittiklerimle belli bir beklenti yaratmıştı bende. Aklımda kaldığı kadarı ile oldukça kendinden emin bir şekilde çok katmanlı bir roman yazdığından, her katmanından ayrı ayrı ya da bir bütün olarak okunacağından bahsediyordu yazar. Yazara inandım, şimdiye kadar yaptıkları, çabası, enerjisi, ürettikleri hesaba katıldığında inanılmasını destekleyecek bir birikim vardı ortada. Her ne kadar insanın kendi üretimine mesafeli yaklaşması, hele de konu edebiyat olunca, kendi yaratısı üzerine konuşması konusunda çok çekincelerim olsa da, bu kadar kendinden emin olduğunu görünce “Demek ki ortada iyi bir iş var, almalı ve okumalı” düşüncesi ile kuşandım.

Ece Temelkuran'ın şiirsel bir dil oluşturma saplantısı var. Bunu şiirimsi kitaplarından da biliyoruz. Duyguları aktarmaya çalışan bir çaba bu. Acemi şairlerin ferahlaması gibi yazan için ferahlatıcı olabilen bu uğraş, okuyucu için sıkıcı bir hâl alabiliyor. Romandaki bütün bölümlerin giriş cümlelerinde dildeki bu zorlamayı ve uğraşıyı görüyoruz. Bir kaç bölüm okuduktan sonra, bir sonraki bölüm nasıl bir zorlama ile başlayacak beklentisine giriyor insan. Üstelik bu kallâvi girişlerden sonra arkası gelmiyor. Dolayısıyla okumayı yapısal olarak zorlaştıran, gayet dağınık kısa bölümlerin bir ağır girişler, bir de geri kalan kısımları var. Yazma biçimi ile ilgili ikinci konu: aforizma üretme saplantısı. Ece Temelkuran büyük lâflar söylemeyi çok seviyor, iddialı, alıntılanacak cümleler, deyişler kurayım istiyor. Ama bu metnin genel yapısı ve akışı içine yedirilmediği zaman, ki genellikle öyle oluyor, sırıtıyor. Roman içerisine aforizmalar serpiştirilen bir anlatı türü değildir. Röportaj kitapları ya da köşe yazıları bu iş için daha uygun ortamlardır. Belki de o ortamlarda okuyucusu tarafından sevilen ve benimsenen bir özelliği romana taşımaya çalışmış.

Roman'da çok şey anlatma arzu ve isteği ile bir dizi kısa bölümle pat diye ortaya atılan o kadar çok karakter var ki, kitabın yarısına gelmeden kim kimdi karışmaya başlıyor. Daha doğrusu bir diğerinden ayırt edilemeyen bir “isimler dizisi” oluşuyor. İsimler dinsel ya da etnik aidiyeti dışında pek bir şey ifade etmiyor, işte Marwan Suriyeli, Hâdi Bey, Zeynab Hanım'ın kocası, Setanik Ermeni, Jan Falanj, efendim Wissam, Sünni Filistin, güya baş rollerden birisinde olduğu halde diğerleri kadar bile canlanmayan Filipina Filipinli, onun arkadaşları, Türk kadrosundan Deniz, Tunç, öte yandan batılı akademia portreleri çizme teşebbüsleri... Peki ya sonra? Bu karakterler aslında kendileri olarak ve kendileri için ya da hepsi birden roman için var olmuyorlar, yazarın bize aktarmak istediklerini anlatma aracı olarak dekor malzemesi olarak bulunuyorlar. Ortada bir edebiyat tekniği paradigması sorgulamasından da söz edemeyeceğimize göre, yani bir romancı olarak Ece Temelkuran'ın karakterlerin romandaki varlığı ve işlevi ile ilgili bir derdi olmayıp, konuya gerçekçi okulun çerçevesinde yaklaştığını varsaydığımızda, bunlar Balzac'ın kontrolü ele geçiren karakterlerinin tam tersine, bırakın canlanmayı, ikinci boyuta bile ulaşamayan, yazarın kentle ilgili duygu ve düşüncelerini aktarma aracı olmaktan öteye işlevi olmayan bir kalabalık hâlini alıyorlar. Kuşkusuz bu karakterlerin birbirleri ile olan ilişkileri betimlenmeye çalışılıyor, ama belli bir hacimde o kadar çok karakter ve o kadar çok farklı olay bir arada anlatılmaya çalışılıyor ki, bunlar karakter eskizleri olmaktan öteye geçemiyor.

Neyse uzatmayalım, oldukça keyifsiz ve zorlama bir okuma sürecinden sonra, acaba ben mi bir şeyleri karıştırıyor ve kaçırıyorum diyerek ikinci kez, evet yanlış okumadınız, ikinci kez okudum. Hayır, ilk deneyimime olumlu hiçbir şey eklenmediği gibi, gözüme batan Türkçe hataları, diyalog problemleri, Türkçe gibi konuşan Beyrutlular eklendi. Beklentilerle oturduğum sofradan aç karnına kalkmak zorunda kaldım.

Nasıl yaşadığınız aşkın büyüklüğü sizi en büyük şair yapmıyorsa, kentle aranızdaki büyük aşktan da öyle kolay kolay iyi roman çıkmıyor. Aşk böyle aldatır insanı. Aşk'ı var eden sırlardan birisidir, göz boyayıcılığı ve aldatıcılığı. Muz Sesleri ile Ağrı'nın Derinliği'ni yan yana düşündüğüm zaman, ilkini ikincisinin roman formatına doğru bükülmeye çalışılmış hâli olarak görüyorum. Muhtemelen yazar da başlangıçta bu ikilemi yaşamış olabilir: Bir röportaj veya deneme formatında mı olsun, yoksa roman mı? Roman tercihi sanırım en azından okuyucuların büyük çoğunluğu ve edebiyatımız açısından için iyi bir tercih olmamış. Ancak romanın, yazarın sadık hayranları ve kitapları içindeki aforizmaları ayıklamak için okuyanlar gibi belli bir kitle tarafından da beğeniliyor ve beğenilecek olması, genel beğeni dağılımı ilkesi ile de gayet uyumlu olacaktır.

Beyrut bu kapsamda romanımızda ilk kez yer almıyor. Bu vesile ile geçtiğimiz yüzyıl başındaki Beyrut ve Halep'te geçen, otobiyografik niteliği de olan Refik Halid Karay üstadın güzel romanı “Sürgün”ü yâd etmiş olalım.