Son yıllarda edebiyatımıza bir
“araştırmacı romancılık” musallat oldu. Profesyonel roman
yazıcıları (romancı ya da edebiyatçı demeye dilim varmıyor)
çok satar bir roman yazmanın garantili formülü olarak tarihten
çıkarılan bir konunun (dünyanın girdiği yeni Orta Çağ
karanlığına uygun biçimde özellikle mistik bir konu olursa
şahane olur, olmazsa azınlıklarla ilgili bir olay da iş yapar)
haplaştırılıp, üstünkörü güncel bir kurgu ile çala kalem
karıştırıldığı sözde romanlarla amansız bir rekabet
içerisindeler. Serbest piyasa ekonomisinin bildiğimiz mal rekabeti,
ürün geliştirme faaliyeti, ne bir eksik ne bir fazla. Bu yöntem
bilgiyi de, edebiyatı da değersizleştirip, metalaştırıyor.
Değerli bir maden olduğuna inanılan bir konu bulunursa konu ile
ilgili birkaç kitap karıştırılacak, bir iki akademisyen
bulunacak, sonra da bu sözde uzmanlık, bebeklerine kendi
ağızlarında çiğnedikleri köfteyi veren anneler misali okura
kaşık kaşık takdim edilecek. Bu romanların verdiği tad da aynı
o çiğnenmiş köfte tadı. Yıllardır çökmüş bir eğitim
sisteminin ürünü olan, artık kendi dilini bile doğru dürüst
konuşmaktan anlamaktan aciz, zamanın ruhuna uygun haplara meraklı,
kitabı süpermarket ve AVM malı olarak tanıyan okur çoğunluğu
da öğrendikleri ile zevkten dört köşe olacak. Haliyle, ticari
birer işletme olan yayınevleri de yazarlarına tarihi ya da tarih
ile ilintili romanlar üretmelerini tavsiye edecek, ediyorlar. Kitap
süpermarket metası haline geldikçe kötü edebiyat daha fazla yer
kaplıyor. 60'lı 70'li yıllarda belli başlı, ciddi yayınevleri
tarafından basılması mümkün olmayan eserler, ortalığı
kaplıyor. Temel mantık ve felsefe eğitiminin bile olmadığı bir
toplumsallık içerisinde dilleri bozuk, temel mantık kurallarına
aykırı kurgu ve dramatik yapıları ile sözde romanlar çok
satarlar listesinin abonesi oluyor.
Buket Uzuner'in son kitabı “Uyumsuz
Defne Kaman'ın Maceraları, Su”yun ismini duyduğumda bir çocuk romanı olduğunu düşündüm. Uzuner'in son romanını yirmi sayfa kadar
okuduktan sonra diyaloglara tahammül edemediğim için bir kenara
bırakmıştım. Su'yun da ilk sayfalarında, kaybolan gazeteci
kızları için karakola giden üç kadının karakolda konuştukları
bölümde aynı sorun devam ediyor. Yazarımız bize gazeteci
Defne'nin kişiliğini, aile yapısını anlatmak için polis ile
yaptıkları kayıp şahıs bildirimi görüşmesini uygun görmüş.
Roman kişileri arasındaki diyalogların, gerçeklikte olduğu gibi
kişilerin o andaki fiziksel ve ruhsal durumuna ilişkin değil de,
okuyucuya bir şeyler anlatmak, bilgi vermek amacıyla kullanımı
romanın sonuna kadar devam ediyor. Roman kişileri roman evreninde
kendileri için yaşayan kişiler değiller. Onlar bize bir takım
olayları, bilgileri, hatta yazarın düşünceleri, hassasiyetleri,
yargılarını aktarmak için basit birer araçtan ibaretler. Bir
zamanların kötü Toplumcu Gerçekçilik romanlarının söylev
çeken militan tipleri gibi. Bu metin ergence bir dille ergenler, ya
da hep ergen kalanlar için yazılmış gibi olduğundan “Ergenci
Gerçekçilik” akımı altında sınıflandırmak gerekiyor.
Uzuner, üç tutam Şamanizm, birer
tutam çevre sorunu, HES, mezhep çatışması, kadına
şiddeti karıştırıp, üzerine baharat olarak bir miktar Lawrence
Block marka Matt Scudder baharatı serpiştirerek bir polisiye kıvamı
tutturmaya çalışmış. Ancak maalesef ortaya çıkan sonuç
ilköğretim için bir Ahlâk veya Yurttaşlık Bilgisi dersinin ek
okuma kitabı olmaya bile uygun olmayan bir metin olmuş. Aslında
çocuklar için aydınlatıcı olabilir, ama Türkçe o kadar
yetersiz, o kadar çok hata var ki zararı yararından çok olabilir.
Konu, birden bire ortadan kaybolan
toplumsal sorunlara çok duyarlı Şaman/Kaman Gazeteci Defne hanımın
aranması. Mekân Kadıköy Çarşısı, baş rollerde bir alevi olan
ve aşık olduğu sünni kızla evlenmesine ailelerin karşı
çıktığı, Matt Scudder hayranı “Komserim” Ümit, son on
yıldır dükkânından sadece karşıdaki bakkala alışveriş için
çıkan Komserim Ümit'e Scudder'ı tanıtan Sahaf Semahat, Defne'nin
ninesi Umay Nine.
Dramatik yapı o kadar zorlama ve
tutarsız ki, dokunduğunuz anda elinizde kalıyor. Dergimizin sayfa
kısıtlaması nedeni ile sözü daha fazla uzatmadan yerimizin
elverdiği kadarıyla (toplamı sekiz sayfa) romandaki hataların
küçük bir kısmını aktaralım:
Sözcük seçimlerinde sorunlar var:
azapkâr, cinnetkâr , magazinsel, haker gibi. Yoğun biçimde
“falan”, “ya hu”, “ve/ya”, “handiyse”, kahvaltı
yerine “kahve-altı” kullanımı garip kaçıyor. Neredeyse her
sayfada birkaç kez sözcükler tırnak içine alarak okuyucuya
“bakın siz farketmezsiniz, bu sözcük burada çok önemli!”
uyarısı yapılıyor.
Çevreci gazetecimiz Defne hanım metal
dedektörlü kapıların radyasyon yaydığı yolundaki şehir
efsanesine inanmış görünüyor (s.14). Bu dedektörler radyasyon
yaymaz. AVM girişlerinde çantaların kontrol edildiği Xray
cihazları ile karıştırıyor. Ayrıca bütün iskelelerde kapı
dedektörler yok.
“Devasa lüfer” diye bir balık
olmaz, lüfer'in devasası Kofana'dır. Dilenirse “devasa kofana”
denebilir. (s.1)
"Ben şu anda nereye gittiğini
bilmediğim bir otobüse biniyorum, takip etmem gereken birine dair
önemli bir işaret aldım." (s.7) Epeyce düşündüm ama
insanın nereye gittiğini bilmediği bir otobüse nasıl
binebileceğini anlayamadım.
" 'Yüzyılın en sıcak yazı',
küresel ısınmanın bir sonucu olarak gündeme otururken, ne bu
felakete yol açan insanlığın artan açgözlü tüketim hırsı,
ne de aynı nedenden artan göç, kıtlık ve nüfus sorunlarıne
dair endişeler dile getiriliyordu." (s.14) Buradaki hatayı
siz bulun, Türkçe testi olsun.
"artık hem çok hızlanan yüksek
teknolojik hayatımızı devam ettirebilmek" (s.23)
"bugün Anadolu'nun yaşayan bütün
halklarına karışan şimdiki "Türk'iyeliler..." (s.24)
"2B ormanlık arazileri talana
açılıp, halka refah vaat etmeyeceği belli varsıllar için satışa
sunulabildi." (s. 24)
"Neden harıl harıl toprak
altıyla üstünde binlerce canlıya birbirine gıda zinciriyle bağlı
hayatlar sunarak biz insanlara hizmet eden derelerin yerine..."
(s.24) “Besin zinciri” demek istiyor yazarımız, gıda zinciri
bambaşka bir şeydir.
"Tasvir'i her düşündüğünde
içi yanıp burnu sızlayan Komiser Ümit, yine burnunu çekti."
(s.29) “Burnunun direğini” sızlatmak istemiş olmalı.
Komserim Ümit çocukluğundan beri
Kadıköy'lüdür. Yıllarca da Kadıköy çarşısında devriye
olarak dolaşmış, her gün Sahaf Semahat'in dükkânının önünden
de geçmiştir ama ne hikmetse: "Aslında elden düşme kitap
satanlara 'sahaf' dendiğini de üç yıl kadar önce Tasvir'le onu
ayırmalarından evvel, Kadıköy Çarşısı'ndaki bir sahaf
dükkânına birlikte gittiklerinde” (s.32) öğrenir. Aynı
sayfada şu bilgi de verilir üstelik: "Kadıköy Çarşısı
içinden başlayıp Moda'ya kadar uzanan güzergâhta birbirinden
güzel ve gizemli onlarca sahaf dükkânı varken.." (s.32)
Acaba Komserim Ümit süzme salak mıdır?
"elinde kim bilir kaçıncı
sigara ve kırtlama içtiği demli çayıyla...." (s. 38)
“Kırtlama” diye bir şey yoktur, doğrusu kıtlama'dır.
"Ancak 'sürekli ergenlik'
yaşamakta direnenlerdensen, mümkünü yok buluşmasının hayatının
herhangi bir yerinde ikimizin." (s. 40)
"gönlünden buse ediyorum."
(s. 41) buse, öpücük anlamına geldiğine göre yazarımız
tarafından öpücük edilmiş oluyoruz.
Sahaf'ın "Eskiliği; bir zamanlar
en az bir kişinin okuduğu, gözlerinden zihnine düşünce ve
duygular aktarmış oluşundan değerli, kim bilir hangi hayatlara
kaç kere eşlik etmiş, görmüş geçirmiş kitaplardan meydana
gelen on binlerce 'söz dünyasının' ev sahibiydi. (s. 42)
Anlayabilene aşk olsun ya hu!
"Ancak daha önce incinmiş
olanlar, hüzünlü bir gülüşün arkasına saklanarak güvende
olmayı unutma acısına tercih ederler çoğunlukla..." (s. 43)
“Unutma acısı” nasıl bir şeydir acaba? Unutulanlar nasıl
acıtabilir?
"Hani eski filmlerde 'bohçacı'
falan diye takıldıkları tipler var ya, onlar aslında konak ve
evleri dolaşıp bohçaları içinde kitap satarlarmış, ilk
elektronik alışveriş, hah ha!" (s. 46) Enteresan tabii ilke
elektronik alışveriş!
Defne Kaman, çarşıda daha önce hiç
tanımadığı Komserim Ümit'in karşısında bitiverir ve "
bana bakıp öyle bir, "beni ancak siz kurtarabilirsiniz,"
dedi ki... Samimi olduğuna inanmamak için zâlim olmak lâzım...
Bir de sırılsıklamdı..." (s. 51) Fakat bizim süzme salak
KomserimÜmit, zâlimden de zalim olmalı ki, kendisine bir kağıt
uzatan Defne'nin kalabalığa karışarak yok olmasını izlemekle
yetinir! Anlatmak için Samahat'a gider ama sıcaktan yolda unutmuş
olmalı ki şöyle konuşur: "Zaten ben şu ânda resmen
izinliyim, onu arkadaşlar arıyor, hayırlısıyla bulurla inşallah,
bana ne ya!"
Ümit kendi kendine konuşmakta: “
'Evlâdım, senin de soyadın Kaman, onun için sana geldik!' falan
diye...Ne olmuş yani? Türkiye'de Kaman soyadı olan belki
milyonlarca insan vardır?" İnsanın içinden Komserime çüş
demek geliyor.
Semahat'ın Komiser Ümit'e
anlattıklarından Şamanlık, dinler, mitoloji gibi konularda
okumuş, bilgili bir kadın olduğunu anlıyoruz. Fakat bu kadar
bilgili bir kadın Alevi olan Ümit'e çay ikram ederken "Ya ben
sık sık sana 'tavşan kanı' çay ikram ediyorum Komserim, ama
acaba pot mu kırıyorum, ha?" diyebilmekte, bu kez biz şuursuz
okurları aydınlatma rolünü Ümit üstlenerek "Ah Samahat
Abla, Alevilerle ilgili öyle fazla yanlış bilgi var ki
toplumda..." (s.60)
"zihni uzak bir yerdeymiş gibi
orada bulunan bedeniyle soğuk suyu içti Ümit." (s.63)
Evde annesi, babası varken odasına
kendisini kilitleyen Komiser Ümit'in annesi kapıdan şöyle
seslenir: "Can oğlum, iyi misin, bak ben senin annenim!"
(s. 76) Ümit'in süzme salak olduğunu annesinin de bildiğini,
kendisini anımsatmak gereği duyduğunu anlıyoruz.
"fare düşse başını yaracak
kadar karmakarışık masasının üzerinde telefonunu ararken"
(s. 161) Kendisini Tolstoy'un yanında gören yazarımıza acil
olarak bir deyimler sözlüğü edinmesini tavsiye ediyoruz. Nereden
öğrenmiş ise kullandığı bütün deyimleri yanlış kullanıyor.
Fare düşse deyimi bir ortamın yoksulluğunu, hiç bir şeyin
olmamasını anlatmak için kullanılır, karışıklık için değil.
Ama büyük yazarlar "ben yazdım, oldu!" diyen
insanlardır, şüphesiz.
"gözlerini o şehrengiz
manzaradan almadan" (s. 194) Şehrengiz sözcüğünün anlamı
bilinmeden kullanılmış. Şehrin güzelliklerini anlatan edebiyat
türüdür, sıfat olarak kullanılmaz.
"Su ısısı sıcak ama hipotermi
ve maserasyon riski var." Yine uzmanlık konuşuyor ama
kastedilen süre üç gün! Üç günde ortada risk kalmayacağını,
sadece ceset olacağını bilmiyor yazarımız.
"yıllardır karşı bakkal
dışında sokağa adım atmayan Semahat'in yüzüne tokat gibi
çarptı." (s. 207) Osmanlıca kursunu da bakkalda almış
olmalı.
"öz annem tarafından emzirilmeyi
reddedildiğim için" (s. 239)
Ümit'in rüyasından: "Ulan
şerefsiz, ne istersin günahsız yunusla melek kız Defne'den, ulan
gücün varsa bana gelsene şerefsiz lavuk!" (s. 267)
Son mesaj: "Bilgelik, ne pahalı
arabasını satıp tüketim manyaklığına tövbe etmekle, ne de
sûfi filozoflara güzellemeler yazarak elde edilecek kadar
hızlı-kolay-hazır paket bir erdemdir." (s. 328) Mesajın
adresini tahmin edersiniz. Ama maalesef Elif Şafak'ın kötü romanı
Aşk, Su ile kıyaslandığında bir başyapıt sayılabilir.