20 Temmuz 2013 Cumartesi

Kitaplar ve Sigara

"Kitaplar ve Sigaralar" , benim gibileri için bundan daha çekici bir kitap adı olabilir mi? Hele yazarı da Orwell gibi bir isim ise. Başlık çok şey vaat ediyor; okuma süreci bir ön hazırlığı hak ediyor: çay ya da kahve, elbette yanında bir sigara. Ama en sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: düş kırıklığına uğradım. "Kitaplar ve Sigaralar" ile başlayıp "Kitapçı Anılar"ı ile devam eden bu güzel denemeler, eleştiri ile ilgili bir ara nağmeden dümen kırıp Orwell'in çocukluk, okul ve ilk gençlik anılarına doğru yelken açınca kendimi biraz aldatılmış hissettim. Yayınevimiz mi seçmiş bu çekici başlığı diye orijinalini kontrol ettim, yok, değil, üç kağıt orijinal: "Books v. Cigarettes"

Bu şikâyetimden beğenmediğim sonucu çıkmasın. Kitaba ismini veren ilk yazı, başlığın bende uyandırdığı hazcı ve romantik izlenimin tam tersine oldukça gerçekçi bir konuyu ele alıyor: kitaplar pahalı mıdır? Ya da bahane olarak kitapların pahalı olduğunu iddia edenler haklı mıdır? Konu evrensel olarak ele alınamaz. Orwell kendi yaşadığı zaman ve ülkenin tartışmasını yapıyor. Bugünün Türkiyesi için sorarsanız, Avrupa ve Amerika'ya göre pahalı derim. Ama bu tartışma bitmez. Orwell kitapların pahalı olup olmadığını günlük harcamalar çerçevesinde test ederken sigara harcamalarını da hesaba katıyor. Bu romantik başlığın realist açılımı işte o hesap.

Sonra "Kitapçı Anıları"na geçiyoruz ki, şirin (palavra, son 30 yılda şirin bir yer kalmadı) bir sahil kasabasında kısa bir süre de olsa sahaflık yapmış olan birisi olarak altına hiç çekincesiz imzamı atarım: "Sahafta çalışırken – sahafta çalışmıyorsanız bu mekanı kafanızda çekici yaşlı beyefendilerin uçsuz bucaksız deri ciltli kitap sayfalarının arasında gezindiği bir tür cennet olarak canlandırmanız ne kadar kolay- beni en çok etkileyen şey gerçek kitapseverlerin ne kadar az bulunurluğu olmuştu. Dükkanımızın olağanüstü ilginç bir kitap stoku vardı, ancak müşterilerimizin yüzde onunun bile iyi kitabı kötü kitaptan ayırt edebildiğinden şüpheliyim." Benim minik dükkânımda da, elbette İngiltere'deki bir sahafla kıyaslanamaz ama, emin olun çok ilginç bir koleksiyon vardı. 1764 baskısı Jonathan Swift'ten, Osmanlı dönemi Galatarasay Lisesi öğrencilerine hediye edilen, mühürlü, belgeli kitaplardan, Fransa Cumhurbaşkanı'nın Cemal Paşa'ya ithaflı kendi kitabına kadar teoloji, tıp, edebiyat, aklınıza ne gelirse hepsinden seçkin örneklerin yer aldığı ilginç bir koleksiyon. İki senenin sonunda onlara anlar gözlerle bakan kişi sayısının iki elin parmaklarını geçmediğini görünce anlamsız bir iş yaptığım hissiyatı ile kenara çekildim. Orwell yaşasaydı Süper market romancılığı denen bir türün de ortaya çıktığını görürdü.

Sonra "Bir Kitap Eleştirmeninin İtirafları" adlı bir bölüm gelmez mi? Eleştirmen değilim ama şu satırlar yine de çok tanıdık geliyor: "Uzun süre boyunca gelişigüzel yapılan kitap eleştirmenliği iyice nankör, sinir bozucu ve tüketici bir iştir. Kısa bir süre sonra göstereceğim gibi değersiz kitapları övmeyi içermekle kalmaz, kendiliğinden duygular uyandırmayan kitaplar hakkında tepkiler icat etmek anlamına da gelir. Eleştirmen ne kadar bıkkın olursa olsun, mesleki açıdan kitaplarla ilgilidir ve her yıl çıkan binlercesinin arasından muhtemelen elli ya da yüz kitap hakkında zevkle yazabilir. Eğer mesleğinin erbabıysa bu kitapların on ya da belki yirmisini bulabilir, ancak daha büyük olasılıkla ancak iki ya da üçünü bulabilecektir. İşinin geri kalanı, eleştirir, ya da yererken ne kadar dürüst olursa olsun özünde palavradır. Ölümsüz ruhunu giderden aşağı döker, her defasında yarım pint."

En uzun bölüm Orwell'in St Cyprians yani okul anıları. St Cyprians 20. yüzyıl başlarında İngiltere'de ortaya çıkan, Eton gibi çok nadide kolejlere hazırlık okulları olarak adlandırabileceğimiz özel, paralı okullardan birisi. Bu okulların başarısı tıpkı bizim dershaneler gibi seçkin kolejlere yerleştirebildiği öğrenci sayısı ile ölçüldüğü için, paralı öğrencilerin yanısıra Orwell gibi alt orta sınıftan başarılı olabileceği düşünülen öğrencilere de yarım burslarla kapılarını açıyormuş. St Cyprians anıları yüzyıl başında İngiltere gibi bir ülkede bile genelde çocuğa ve gençlere yaklaşımın nasıl olduğu, eğitim sisteminin içeriği konusunda müthiş aydınlatıcı ve şaşırtıcı bilgiler sunuyor. Orwell o günleri bir kâbus gibi hatırlıyor ve yıllarca kişliğini belirlediğini, 30'lu yaşlarına kadar etkisinden sıyrılamadığını anlatıyor. Salt okulun, yöneticilerin, öğretmenlerin tutumları değil, aynı zamanda çocukların kendi aralarındaki ilişkileri de belirleyen toplumsal sınıf sisteminin ne kadar acımasız olduğunu görüyoruz. Toplumsal sınıfların İngiltere gibi uzun bir tarihsel süreç sonunda net olarak kurumsallaşmadığı Türkiye gibi bir ülkede yaşamış olmak, bu anıları okuduktan sonra bir şans gibi gelebilir insana. Sınıf atlamanın neredeyse imkânsız olduğu, herkesin doğduğu sınıfa ait olarak öleceği, insanların birbirlerini her şeyden önce bu sınıf ve kast sistemininin gözlükleri ile değerlendirdiği bir toplumsal yapıdan söz ediyoruz.

Tıpkı sahaflık, eleştirmenlik duygudaşlığı gibi o satırlarda, ilk yıl her sabah 6'da uyandırıldığımda "bu hafta sonu eve gittiğimde beni alın bu okuldan" diye düşündüğüm kendi yatılılık günlerime dönüyor, bir başka duygudaşlığı daha yaşıyorum Orwell ile: "Eviniz mükemmellikten uzak olabilir; ama en azından korkunun hakim olduğu, çevrenizdeki insanlar karşısında sürekli gardınızı almanız gereken bir yer değil, sevginin hakim olduğu bir yerdir. Sekiz yaşında birden bu sıcak yuvadan alınır ve turnalarla dolu bir depoya fırlatılan bir Japon balığı gibi zor, hile ve gizlilikle dolu dünyasına fırlatılıp atılırsınız. Zorbalığın derecesi ne kadar büyük olursa olsun çaresizsinizdir....Eve mektup yazıp ailenizden sizi okuldan almalarını istemek daha da olanaksızdır; zira bunu yapmak, mutsuzluğunuzu ve popüler olmadığınızı itiraf etmek anlamına gelir, ki hiçbir oğlan bunu yapmayacaktır."

Herkese öneriyorum ama çocuğunuz varsa mutlaka okumalısınız. Çözümler ve yanıtlar bulamayacaksınız ama üzerinde düşünmeniz gereken ne kadar çok konu olduğunu farkedeceksiniz.





Tuhaf Bir Erkek

Şiirin ekonomisi, romanın sonsuz gevezeliğe olanak tanıyan yapısal potansiyeli; bu ikisinin arasında, belki de iyisi en nadir olan öykünün kısa hacimdeki büyülü kudreti... Edebi metinler üzerinde düşünürken soyutlamanın gücünü de unutmamak gerekir, özellikle de modern edebiyatta. Hedefin etrafında biteviye dönüp dolaşan, lüzumsuz gevezeliğinden okuru bunalıma sürükleyen metinler vardır (amacı özellikle gevezelik üretmek olanları hariç tutalım), bir de hedefe nişan alıp tek atışta 12'den vuran. Kısa, yoğun ve karmaşık romancıklar, novellalar. Tıpkı yaşam gibi. Bunun adı ustalık oluyor. Anlatılmak istenene uygun biçimin, roman türünün seçimi de başlı başına bir yaratıcılık konusudur. Klasik bir dönem romanı için novellanın doğru bir seçim olmayacağı aşikardır.

Üretilen metnin, gerçeklik karşısında, gündelik yaşamın, politikanın, aşkın, insan ilişkilerinin ağırlıklı biçimi olan sıradanlığın ve hatta banalliğin güdümüne girmeden, belki de Stendhal'in söylediğinin yalın anlamının tersine yol boyunca tutulan bir ayna olmadan, yazarın açık ve örtük bilincinde dönüşüp, eşsiz ve daha önce varolmayan bir içeriğe ve biçime kavuşmasını bekleriz. Benim her gün yaşadıklarımı, algıladıklarımı, zaten yaşadığım ve algıladığım biçim ve içerikle bire bir aynı olarak senden okumaya ihtiyacım olabilir mi?

Bir olanda, teklikte çoğulu anlatabilmek, çok olanları (çokluğu değil) soyutlayıp tek bir zengin gösterene dönüştürebilmek ya da çıplak, biçimsel haliyle en anti-edebi gerçekliklerden olan politikayı o çıplaklığı ile edebiyatın içinde yaşatabilmek gerçek yaratıcılığın sınavıdır.

Leyla Erbil'in Komet'in resimleri ile eşleşen novellası “Tuhaf Bir Erkek” henüz peşimi bırakmadan, hesaplaşmamı bitirmeden yazmak zorunda kalıyorum, hesaplaşmanın bitmeyeceği de kesin. Edebiyatımızın devrimci ustası Erbil öznel bir anlatı ile bu tuhaf ülkeyi (tuhaf olmayanı var mıdır?) ve erkeklerini soyutluyor sanatın eşsiz yöntemi ile. Gorgo'ların nasıl da yaşadığımız her ana sindiğini, bir kabusa çevirdiğini, yaşamımızın onu elimizden almak, şekillendirmek, bize boyun eğdirmek, diz çöktürmek isteyen gorgolarla bitmek bilmez bir mücadele olduğunu, o mücadeleyi kaybettiğimizi, yenildiğimizi anımsatıyor:

“tuhaf bir erkek eşimdi
hakikati bulup
hakikatteki gerçekliği de bulup
gorgo'yu öldürmek
benimle mutlu bir hayat sürmekti
nedeni
evlendikten birkaç ay sonra
her şeyi unuttu
hakikatle gerçekliği, sahihle doğruyu,,, hakikatle yalanı,,, gorgoyu öldürmeyi falan,,,”

Gorgo bataklığında kadının sevgilisi org'cudur, “körüklü, irili ufaklı borulardan geçen havayla değişik ses tonları veren klavyeli çalgı?” nedir sorusu çıkar bir gün bulmacada, yanıtını bilemez.

Gorgolar ödürülebilir mi? Gorgosuz bir dünya mümkün mü? Gorgosuz bir dünyanın kadınları ve erkekleri nasıl olur? Gorgo içimizden çıkıyorsa, ki öyle...Kaldı ki “annem gorgo'ya dikkat edin, her yerde olabilir derdi.” Taksim'e dikilen AVM'nin kulesinden ölümsüzlüğünü ilan eder Gorgo! Romanımızın kahramanı kadın bu “saçma hayatı”kendine acındırmak için anlatmaz bize: “varlığını bizimkine yakınlaştırmak, canciğer olmak, tuhaf bir erkek nasıldır, bilelim” ister.

Hurşit, Bünyamin, Harun, Zeyyat, Bünmayin, Kürşit, Zurşit, “sabah oldu mu uçları yukarı kalkık o kahverengi deri pabuçlar ayakta,,,” Tuhaf erkeğin çokluğu ve birliği. Adının bir önemi var mı? Belki pabuçları daha önemlidir adlarından.

Erbil'in bu kısa ama çok yoğun novellası “gorgostik” bir atmosferde yaşamayı anlatıyor. Cumhuriyet tarihi olarak da okunabilir, bu kitabın tarih derslerinde yardımcı okuma kitabı olabildiği bir ülke gorgoları alt etmiş bir ülke olacaktır muhtemelen.

Uyarıyorum: “Tuhaf Bir Erkek “her okurun bünyesine uygun bir kitap değil. Büyüklere masallar tarzı romanlarla, dişsiz bebeklere gorgocu annelerin ağızlarında çiğneyerek verdiği köftelerle orgazm oluyorsanız, sakın bu kitaba yaklaşmayınız. Hayat sizi uçlara savurmuş, veya mesela üst düzey avm alerjisi teşhisi konmuş ise, metinlerin sinir uçlarının açıkta olduğunu, sizin okumanızla bir bağlantı kurulabileceğini, sizi anlamın tamamlanamayacak yolculuğuna çıkaracak bir tetikleyici olduğunu düşünüyorsanız, o zaman kolay gelsin. Komet'in kitaptaki resimlerinden oluşan bir sergi açılırsa bir gün, oturup tabloların karşısında yeniden okumak gerekecektir bu metni. Müthiş bir birliktelik olmuş.

“olsa olsa tarihöncesi cinsel hayattan bu yana biriken tüm çelişkilerin modern insana yığılması olabilirdi bu durum diyordum içimden,,, mıknatıs gibi çekmişti bütün divaneliklerini tarihin üstüne,,, bir gün kapının dibine oturup yavaş yavaş kendini erittiğini ve orada sadece saçsız yabancı bir erkek başı kaldığını gördüm,,, bünyamin bu kafa senin mi, gövdeni ne yaptın? dedim,,, o kafa da yok oldu.”