28 Temmuz 2012 Cumartesi

Font deyip de geçmeyiniz!


Eğer İngilizce biliyorsanız bu yazıyı okumaya başlarken kısa bir ara verip şu siteyi ziyaret etmenizi önereceğim: http://www.pentagram.com/what-type-are-you/ Tam sizin tipinizin hangi font olduğunu öğrenmek istiyorsanız, o kısa testi yapmanız gerekiyor. Geçen yıl Patti Smith kitabı ile gönülleri fetheden Domingo, bu yılı da Simon Garfield'in "Tam Benim Tipim, Bir Font Kitabı" ile şenlendiriyor. Kitabın başlığından yola çıkarak sakın olaki bu kitabı sadece fontlarla profesyonelce ilgilenenlere yönelik bir çalışma zannetmeyiniz. Kitap, kalem, defter, yazı, tasarım, estetik ile bir nebze olsun bir bağınız var ise bu çalışma sizi uzun süre meşgul edecek, önünüzde yepyeni ufuklar açacaktır. Üstelik bunu bu tür bir çalışma için gerçekleştirilmesi zor bir şekilde, aynı anda hem eğlenceli, hem bilgilendirici olmayı başararak yapacaktır. Bu sayede ayrıca Simon Garfield'i tanımış olacak, belki benim gibi diğer kitaplarının çevrilmesini de merakla bekleyeceksiniz.

Garfield tam da "adam olacak çocuk b.kundan belli olur" deyişini doğrulayan bir örnek teşkil ediyor. 1981'de, 21 yaşında iken İngiliz Guardian gazetesinin yılın öğrenci gazetecisi ödülünü kazanıyor. Aynı yıl BBC'nin Radio Times programında editör yardımcılığı yapmaya başlıyor. Meşhur London School of Economics'in öğrenci birliğinin haftalık gazetesi olmasına rağmen İngiltere'nin en etkin medyalarından birisi olarak bilinen The Beaver'in yönetici editörlüğünü yapıyor. Sonra da bir dizi ilginç araştırma kitabı ile karşımıza çıkıyor. Örneğin İngilizlerin otomotiv efsanesi meşhur Mini otomobillerinin tarihini yazıyor, bir başka çalışmasında müzik endüstrisinin karanlık dehlizlerinde dolaşıyor. Kendi pul kolleksiyonculuğu saplantısını anlattığı bir kitabı da bulunuyor. İlginç kitaplarından bir diğeri de leylak rengini kimyasal olarak keşfederken aynı zamanda renklerin kütlesel ve seri üretimini başaran kimyacı William Perkin hakkında olanı.

Fontlar kitabı, konuyla profesyonel olarak uğraşmayanlar için önemini belli belirsiz idrak ettikleri, ya da üzerinde düşünmedikleri bir konunun aslında kendi içinde ve gündelik yaşamımızda ne kadar önemli olduğu anımsatıyor. Asıl başarılı olduğu konunun ise hem her gün fontlarla yatıp kalkanların, hem bütün gün o kadar fontla yüzyüze geldikleri halde bunlar üzerinde pek fazla düşünmeyen benim gibilerin ilgisini çekecek, yararlanabilecekleri bir çalışma gerçekleştirebilmiş olması. Fontlarla ilişkiniz ne olursa olsun bu kitaptan öğreneceğiniz bir şey mutlaka var. Garfield sadece teknik olarak fontlarla ilgilenmiyor, adeta onların arkeolojisini yapıyor. Gutenberg'le başlayan her harfin harf kalıbı olarak çelik bir çubuğun ucunda ters olarak yontulması, kalıbının çıkarılması, dökülmesi ile başlayan ve bir kaç yüzyıl aynı teknikle devam ederek bugünün elimizin altındaki binlerce font seçenekli dünyasına uzanan süreci roman lezzetinde bir anlatı ve kurgu ile aktarıyor. Kitabı okumanın esinlediği, konunun bir diğer boyutu var ki, onu tartışmak bu yazının da, benim de boyumu aşıyor: bizim, yani bu toplumun fontlarla ilişkisi. FontShop'un (www.fontshop.com) kurucularından ve grafik tasarım dünyasında bir efsane olduğunu öğrendiğimiz Erik Spiekermann'ın ( onun blog'una da bir göz atmayı unutmayınız, http://spiekermann.com ) font tasarımı ile ulusal mimariler arasında koşutluklar kuruyor. Aktarıyoruz: "Spiekerblog adlı blogunda seyahatlerinde karşılaştığı yazılarla ilgili ağır yorumlar yapıyor Spiekermann. Berlin dışında, Londra ve San Fransisco'da da ofisi var ve oraya buraya uçup dururken yazının sadece bir şehri değil, bütün bir ulusun özelliklerini de tanımladığını gözlüyor. Mimariyle koşutluklar görüyor: Bauhaus geometrik Futura'yı -Almanların klasik sans şerif fontu- etkilemiş, buna karşılık uzun İngiliz Viktorya taraçaları onların serif geleneğini yansıtıyor. Bunun ticarette de koşutlukları var. "İngiltere bu günlerde ne yapıyor? Reçel, marmelat, elma şarabı, küçük ezmeler, hediyelik şeyler. İngiliz serifleri çay paketlemeyi tanımladı. Fransızlar parfümü tanımladı, İtalyanlar modayı tanımladı ve biz Almanlar da arabaları tanımladık. Ayrıca Fransa'da her şey otomobil şekilli. Yazı karakterleri bir Citroen 2CV gibi görünüyor." (s. 187-188) Spiekermann Türkiye'ye gelmiş midir acaba? Geldi ise bizi nasıl tanımlamıştır? İslamiyette resim yasak olduğu için epeyce gelişen kaligrafi ve hat sanatımızın tarihi eserler üzerinde bizlerin bile okuyamadığı örnekleri dışında günümüze uzanan yansımaları var mıdır? Türkiye'nin bir font, yazı karakteri var mıdır?

Kitabın tasarımına da ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Sözü edilen fontu adı geçtiği anda olduğu haliyle görmek, değişik font örnekleri, okuma sürecini ayrı bir keyif haline getiriyor. Ben görmedim, ama gören bir profesyonel grafiker arkadaşım ABD baskısının fevkalâde olduğunu, Türkçe baskısının o düzeyi yakalayamadığını belirtti, onun yalancısıyım.

Metin o kadar çok ilginç detay, tarihi bilgi barındıyor ki bunları aktarmaya çalışmak neredeyse kitabın tamamını burada yeniden yazmayı gerektirebilir; o yüzden bir kaç örnekle sınırlayalım. Sözgelimi , bundan 20 yıl önce hayatımızda yok iken artık neredeyse herkesin her gün bir kaç kere kullanmak, görmek durumunda kaldığı @ işaretinin farklı kültürlerdeki isimlerini biliyor musunuz? "Bugün öyle kullanılıyor olsa da @ dijital çağın ürünü değildir, hatta en az ampersand kadar eski olabilir. Yüzyıllardır ticaretle ilişkilendirilmiş, amfora ya da testi gibi bir ölçüm birimi olarak tanınmıştı. Birçok ülkede, genellikle yiyecekle (İbranicede Shtrudl, yani meyveli turta; Çekcede zavinak, yani şişte ringa) ya da sevimli hayvanlarla (Almancada Affenschwanz yani maymun kuyruğu, Dancada grishale, yani domuz kuyruğu; Rusçada sobaka, yani köpek) ya da ikisiyle birden (Fransızcada escargot, yani salyangoz) bağlantılı yerel adlara sahip." (s.268)

Peki, "hızlı kahverengi tilki tembel köpeğin üzerinden sıçrıyor" (the quick brown fox jumps over the lazy dog" cümlesini duyanlardan mısınız? Duymayanlardan mı? Duymayanlardansanız bunun anlamını öğrenmek için maalesef kitabı almak durumunda kalabilirsiniz. Bu ingilizce cümleyi youtube'a yazarak videosunu ücretsiz izleyebilirsiniz, ama espriyi bilemeden.

Kitabı bitirdiğinizde 335-336. sayfalardaki İnternet adreslerine bir göz atmayı da ihmal etmeyiniz. İlginizi çekecek konular olabilir. Mesela Arial-Helvetica Font savaşı, gibi

Öteki Dünya


Ey Okur! Sizler için katlandığım çilenin haddi hesabı yok! Canavarlıklarını güler yüzlü maskelerinin ardına gizleyen Sabit Fikir'in editör mafyası ile çalışırken başka türlü olması da mümkün değil. Siz sanıyor musunuz ki özgürce seçiyorum okuduğum kitapları. Ne gezer? Adeta bir ceza çeker gibi kötü romanları okutuyorlar bana. Yazdıklarımızı takip edenler bilirler, biz de alengirli yorumlara yer yok. Aman yayınevi darılmasın, yok efendim yazarımızı küstürmeyelim, tamam kötü bir metin ama şöyle etrafından dolanalım, türü taktikler bize yabancıdır. Elbette hata yapabiliriz, ama içimiz dışımız bir. Bir metin bize ne hissettiriyorsa, dilimiz döndüğünce onu sizlerle paylaşmaya çalışırız. Son aylarda çektiğim çilelerden sonra çok kıymetli, saygıdeğer editörümüzün Savinien Cyrano de Bergerac'ın YKY'nin yayınladığı “Öteki Dünya, Ay Devletleri ve İmparatorlukları”nı tanıtma önerisi gelince pek sevindim. Kitap elime geçmeden önce tanıtım yazısını okuyunca pek keyiflendim. İtiraf edeyim ben de pek çoğunuz gibi Cyrano de Bergerac'ı bir roman kahramanı sanıyordum. Hani Pinokyo ile birlikte edebiyat tarihinin burnu ile meşhur şövalyesi. Sayısız kere sahnelenmiş, bir çok kez filme alınmış bir eser. Bu vesile ile Bergerac'ın 1619-1655 yılları arasında yaşamış, söz konusu esere ilham kaynağı olmuş ilginç bir gerçek kişilik olduğunu öğrendim. Mustafa Demirkan hoca, bu eserin Türkçe'de olmamasını bir eksiklik olarak görmüş olmalı ki, güzel bir çeviri ile dilimize kazandırmış. YKY'nin takdire şayan bir kamu hizmeti olan Kâzım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi'nden geçtiğimiz ay yayınlanmış. Bu diziyi seviyorum. Üstelik baskı ve kağıt kalitesine oranla fiyatlandırma açısından da makul bir seviyede seyrediyor. Ama dizinin adından da anlaşılacağı gibi bu dizide yer alan kitapların önemli bir kısmı meraklısı ya da uzmanlar için bir hazine niteliğinde. Hoş zaman geçirmek için, efendim kafa dağıtmak için, tatilde plajda okunacak kitaplar değiller. Öteki Dünya da böyle bir kitap. Herkese değil, felsefe tarihine, bilim kurgu edebiyatının başlangıcına, Batı düşüncesinin gelişim tarihine ilgi duyanlar için müthiş bir hazine. Kolay hazmedilir, eğlendirici bir metin okuyayım diyenlere göre değil. Öncelikle Bergerac çağının egemen düşünceleri ile yoğun bir diyaloga giriyor. Bu çerçevede felsefe tarihinin başta Aristoteles olmak üzere önemli figürlerinin düşüncelerini tartışıyor. Toplumsal hayat, siyaset, insan ilişkileri, kuşkusuz din, fizik gibi konularda dönemi için devrimci düşünceler geliştiriyor. Kitabı okuyunca Bergerac'ın çok erken bir zamanda 36 yaşında, nedeni tam anlaşılamayan ölümünün edebiyat ve düşünce dünyası için ne kadar büyük bir kayıp olduğunu anlıyor insan. Bergerac'ın akıl almaz öngörülerinden birisi insanın aklına zamanımızın akıllı cihazlarını getiriyor, Walkman, iPod, iPhone, e-kitap okuyucu tarzı aletlerin geliştirileceğini 1600'lü yıllarda düşünebilmesi, onun uçsuz bucaksız hayal dünyasının ve bilgi birikiminin boyutlarını kanıtlıyor. Ay'a yaptığı seyahatte Ay'da yaşayan ve neredeyse tüm yaşam biçimleri, adetleri, alışkanlıkları Dünyadakilerin tersi olan ve Dünyayı Ay, Ay'ı ise Dünya kabul eden canlıların kullandığı kitabı şöyle anlatıyor: “Şeytanım bu kitapları bu dünyanın diline tercüme etmişti; ama sizlere henüz onların matbaalarından bahsetmediğim için, bu iki cildin şeklini açıklayacağım. Kutuyu açınca, içinde madeni, bizim saatlere benzer ve üstünde sonsuz sayıda küçük yaylar ile fark edilemeyecek kadar ufak makineler gördüm. Bu gerçekten bir kitap ama sayfaları ve harfleri bulunmayan, mucizevi bir kitaptı. Neticede, bu kitaptan öğrenmek için gözler faydasızdı ve sadece kulaklara gerek vardı. Yani birisi okumak istediğinde, bu makineyi çok miktarda bir sürü değişik anahtarla kurduktan sonra ibresini dinlemek istediği bölümün üstüne getiriyordu. Aynı anda, bu makaradan sanki bir insan ağzından yahut bir müzik aletinden geliyormuş gibi, Ay soylularının aralarındaki konuşma diline benzeyen, her çeşit belirgin ve farklı ses çıkıyordu. Kitap hazırlamanın bu mucizevi icadı hakkında düşündüğüm zaman, bu ülkedeki gençlerin, on altı ve on sekiz yaşları arasında iken, bizim kır sakallılara göre çok daha fazla bilgiye sahip olmalarına artık şaşırmadım. Zira konuşmaya başladıkları anda okumayı da biliyorlar, okumaktan asla mahrum kalmıyorlar; odada şehirde, seyahatte, ayakta, at üstünde ya ceplerinde ya da eğerlerinin kayışına asılı olarak bu kitapların otuz kadarını taşıyabiliyorlar.” (s. 92) İnanılmaz değil mi? Bergerac Batı düşüncesi ve edebiyatının ana damarlarından birisi olan hicive dayalı felsefe hikâye geleneğinin temellerini atarak kendisinden sonra gelecek Swift, Voltaire gibi büyük ustaların yolunu açmış.

Herşeyin Dünyanın tersi olduğu bu Ay-Dünya'da iktidar yaşlılarda değil gençlerdedir. Ölülerin toprağa gömülmesi ancak kötü insanlar için uygulanan bir yöntemdir. Ölümünün yaklaştığını hisseden, yaşlı filozoflar dostlarını bir ziyafet sofrasında toplayarak neden ölmek istediğini onlara anlatarak ikna etmeye çalışır. Oylama yapılır, eğer ölmesine karar verilirse bu bir lütuftur. Daha da ilginç olan ölüm töreninin nasıl yapıldığının ayrıntılarını merak edenleri kitaba yönlendirelim. Ayrıca Ay'ın soyluları Dünya'da olduğu gibi soyluluk işareti olarak kılıç taşımak yerine kemerlerine bağlı “edep yeri şekilli bronz” bir takı taşırlar. Dünyalımız bunun kendisine çok tuhaf geldiğini belirtince aldığı yanıt şu olur: “sizin dünyanızın büyükleri, sadece bizleri yok etmek için hazırladıkları, neredeyse herkesi amansız düşman görürcesine, celladı temsil eden bir aleti teşhir etmek için çıldırıyorlar da, aksine, ona sahip olmasaydık, bizleri de yeryüzünde eksikliler arasında saydıracak bir organımızı, doğanın güçsüzlüklerinin yorulmaz tamircisini, her canlının Prometeus'unu, göz ardı ediyorlar. Zavallı ülke, doğurganlık işaretleri yüz karası, yok ediciler onurlandırıcılı sayılıyor. Üstelik bu organa, sanki hayat vermekten daha şerefli başka bir şey varmış ama hayat almak en aşağılık sayılmazmış gibi, müstehcen yer adını takmışsınız!” (s. 96) Bergerac 400 sene sonra hiçbir şeyin değişmediğini görse insanlık için ne düşünürdü dersiniz?

Şehristan Rivayetleri


Serhat Poyraz'ın ilk romanı Şehristan Rivayetleri ilk satırından son satırına kadar yazarın harcadığı emeği hissettiren romanlardan. Bir kuyumcu ustası titizliği ile uzun süre üzerinde çalışılmış, cümle cümle işlenmiş bir metin bu. İnsanın okuduğu metinde bu özeni hissetmesi, aynı zamanda yazarın okuyucuya duyduğu saygıyı da hissetmesi demektir bir bakıma. Poyraz belli ki roman sanatına gönül vermiş. Gönül vermek gerek şarttır ama yetmez, aklını da eklemiş. Malum roman evrenimizde çeşitli nedenlerle roman "işi"ne gönül vermiş çok yazıcı var ama aklı da devreye sokabilen sanatçı sayısı nadir. Belli ki roman sanatı üzerinde de düşünmüş. Binbir şaşaa ile önümüze sürülen çalakalem yazılmış, yüzyıllar öncesini bugünün dili ve düşünce kalıpları ile anlatmaya kalkışan abuk subuk metinlerin roman etiketi ile çok satanlar listelerini işgal ettiği bugünlerde, o listelerde yer bulamaması başarısızlığının değil başarısının göstergesi olacaktır. Poyraz her şeyden önce romanın bir dil problematiği olduğunu kavramış. Romanda yoğun olarak kullanılan Osmanlıca, Farsça, Arapça sözcükler salt bir giydirme işlevi görmüyor. Eski bir dil kullanmanın böyle bir kolaylığı, cazibesi ve etkileyiciliği vardır. Dilinizi eskittiğiniz zaman, güzel ve farklı yazıyormuş izlenimi verebilirsiniz. Oysa nasıl anlattığınız kadar ne anlattığınız da önemlidir. Poyraz'ın dili göz boyamıyor, o dili sanki yıllardır kullanıyormuş, o dilde düşünüyormuş gibi doğal ve başarılı. Fakat şunu da hemen belirtelim bir baş yapıttan söz etmiyoruz.

Şehristan Rivayetleri kesin tarihi verilmeyen bir zaman diliminde (ancak romanda Piştov yaygın olarak kullanıldığına göre 17. yüzyıl olabilir) Konstantiniye / İstanbul'da geçer. Poyraz romana iyi bir başlangıç yaparak okuyucunun merakını tetiklemeyi ve konuyu açacağı noktaya kadar taşımayı başarmış. Rivayete göre kökü Konstantiniye'ye dayanan, Osmanlı döneminde de yaşamaya devam eden değişik loncalar varmış. Bu loncalardan birisi de dönemin bir tür mafya örgütlenmesi gibi düşünebileceğimiz kiralık katiller loncası imiş. Anlatının kahramanı Yavuz Ali adında ergenlik sınırında bir dilenci loncasının mensubu olan çocuk, katiller loncasının önemli üyelerinden Kara Agop tarafından romanın heyecanlı başlangıcını oluşturan olay vesilesi ile devşirilir. Yavuz Ali büyük bir titizlikle atılan her adımın, alınan her kararın titizlikle belgelendiği bu loncada uzun yıllar süren, farklı boyutları olan ciddi bir eğitim sürecinden geçecektir. Bu süreçte hocası Pencüyek isimli bir başka ilginç karakter olacaktır. Poyraz anlatısını yerinde müdahalelerle dallandırıp, daha sonra okuyucunun emek harcayarak bulması gereken bağlantı noktaları yaratarak katmanlar oluşturmaya çalışmış. Dolayısıyla birden fazla kahramanı olan bir hikâye var önümüzde. Romanın başlangıcında alıntılanan pek meşhur Mısırlı düşünür Meknûni'nin ölümü ve öldürmeyi sorgulayan paragrafı romanın bir tür entelektüel izleğini oluşturuyor. Yani fazla kafa yormak istemeyen okur için metin Bir Yavuz Ali ve Ali Cengiz ya da Kara Agop – Pencüyek macerası sunarken, daha meraklı ve kafa yormayı seven okur için başka katmanlar oluşturmaya çalışıyor. Bu çerçevede okurken dikkatli olmak, arada şöyle bir anılan, ya da girip çıkan, masalı, hikâyesi anlatılan karakterleri bir kenara not almakta fayda var. Yoksa Poyraz'ın üzerinde kafa yorduğu kurguyu çözemeyebilir, romanı bitirdiğinizde kafanızdaki soru işaretlerini gideremeyebilirsiniz.

Romanın anlatıcısı bize ilk sayfada şunu söylüyor: "Bu hikâyeye kimileri inanmış, kimileri ondan ürkmüş, kimileri de gülmekten ölmüştür." Hikâyenin ürkütücü olması bahsine pek katılmamakla birlikte, gülmek, ya da eğlence bahsine katılıyoruz. Poyraz'ın bu zorlu metni, kuşkusuz zaman zaman ritim sorunları yaşansa da, genel olarak, keyifle yazdığını hissedebiliyor ve gerekli dikkati gösterirseniz bu keyfe, tabiri caiz ise hınzırlıklara ortak olabiliyorsunuz.

Ancak tüm bu saydığımız olumlu unsurların yanısıra romanımızın temel sorunlarından birisi olan roman kahramanlarına, kişilerine derinlik kazandırılması, bir nevi üç boyutlu hâle getirilebilmesi problemi bu romanda da ortaya çıkıyor. Poyraz dil ve kurgu ile yoğun olarak uğraşırken kişilerini ihmal etmiş. Hikâyemiz Yavuz Ali'nin, öldürme, can alma eylemini büyük bir sorun hâline getirdiğini anlatmaya çalışıyor ama biz bunu gerektiği şiddette hissedemiyoruz. Biz hissedemeyince Yavuz Ali'nin ne kadar hissettiğini sorgulamaya başlıyoruz. Beri yandan Kara Agop'da izlediğimiz değişimin nedenlerini, keza Pencüyek'in başına gelen olayın nedenini, kişiler arasındaki problemlerin kaynağını anlamakta güçlük çekiyoruz, hatta pek anlayamıyoruz. Romanın kadınsız bir evren kurduğu eleştirisini ise daha önce yapıldığı için sadece okuyucuya hatırlatmak amacıyla değinerek geçiyoruz. Kuşkusuz bundan 300, 400 yıl önce yaşamış insanlarda bugünün insanının çelişkilerini, varoluşsal problemlerini arıyor değiliz, ama roman kişilerini harekete geçiren dinamikler yeterli ağırlıkta vurgulanamadığı zaman hikâye kendi iç dinamiklerini kazanamayıp yazarın keyfi ile ilerleyen bir anlatıya dönüşme tehlikesi ile karşı karşıya geliyor. Bu durum ise romandan ziyade çizgi romanı akla getiriyor. Mâlum, meşhur edebiyat eserlerinin çizgi roman uyarlamaları, yapısal zorunluluk nedeniyle derin kişilik tahlillerini es geçerek, o canlı kanlı, pişmanlıklarla, aşkla, kızıl ile karayla, suçla cezayla kavrulan kahramanları tıpkı çizginin iki boyutu gibi düzleştirir, o güzelim romanları basit bir Tom Miks, Texas macerasına dönüştürür. Poyraz'a, emeğine haksızlık etmek istemem ama metni okurken zaman zaman Şehristan Rivayetleri'nin harika bir çizgi roman olacağını düşündüm. Poyraz kişilerin tasvirini ihmal ederken İstanbul'un harika çizimlerini yapmayı başarmış sözcüklerin gücü ile. Kimbilir belki (şanslı olduğumuz bir konu) çok sayıdaki yetenekli çizerlerimizden birisinin dikkatini çeker, ilerde nefis çizimlerle bir çizgi roman uyarlamasını okuma şansı elde ederiz. Bir ilk roman için son derece başarılı olan Şehristan Rivayetleri ilgiyi ve hoşgeldini hak ediyor, gönül rahatlığı ile tavsiye ediyoruz.