16 Mayıs 2012 Çarşamba

“Eko-feminist” bir okuma: Okur yuvarlanmış yazarını bulmuş



Son yıllarda edebiyatımıza bir “araştırmacı romancılık” musallat oldu. Profesyonel roman yazıcıları (romancı ya da edebiyatçı demeye dilim varmıyor) çok satar bir roman yazmanın garantili formülü olarak tarihten çıkarılan bir konunun (dünyanın girdiği yeni Orta Çağ karanlığına uygun biçimde özellikle mistik bir konu olursa şahane olur, olmazsa azınlıklarla ilgili bir olay da iş yapar) haplaştırılıp, üstünkörü güncel bir kurgu ile çala kalem karıştırıldığı sözde romanlarla amansız bir rekabet içerisindeler. Serbest piyasa ekonomisinin bildiğimiz mal rekabeti, ürün geliştirme faaliyeti, ne bir eksik ne bir fazla. Bu yöntem bilgiyi de, edebiyatı da değersizleştirip, metalaştırıyor. Değerli bir maden olduğuna inanılan bir konu bulunursa konu ile ilgili birkaç kitap karıştırılacak, bir iki akademisyen bulunacak, sonra da bu sözde uzmanlık, bebeklerine kendi ağızlarında çiğnedikleri köfteyi veren anneler misali okura kaşık kaşık takdim edilecek. Bu romanların verdiği tad da aynı o çiğnenmiş köfte tadı. Yıllardır çökmüş bir eğitim sisteminin ürünü olan, artık kendi dilini bile doğru dürüst konuşmaktan anlamaktan aciz, zamanın ruhuna uygun haplara meraklı, kitabı süpermarket ve AVM malı olarak tanıyan okur çoğunluğu da öğrendikleri ile zevkten dört köşe olacak. Haliyle, ticari birer işletme olan yayınevleri de yazarlarına tarihi ya da tarih ile ilintili romanlar üretmelerini tavsiye edecek, ediyorlar. Kitap süpermarket metası haline geldikçe kötü edebiyat daha fazla yer kaplıyor. 60'lı 70'li yıllarda belli başlı, ciddi yayınevleri tarafından basılması mümkün olmayan eserler, ortalığı kaplıyor. Temel mantık ve felsefe eğitiminin bile olmadığı bir toplumsallık içerisinde dilleri bozuk, temel mantık kurallarına aykırı kurgu ve dramatik yapıları ile sözde romanlar çok satarlar listesinin abonesi oluyor.

Buket Uzuner'in son kitabı “Uyumsuz Defne Kaman'ın Maceraları, Su”yun ismini duyduğumda bir çocuk romanı  olduğunu düşündüm. Uzuner'in son romanını yirmi sayfa kadar okuduktan sonra diyaloglara tahammül edemediğim için bir kenara bırakmıştım. Su'yun da ilk sayfalarında, kaybolan gazeteci kızları için karakola giden üç kadının karakolda konuştukları bölümde aynı sorun devam ediyor. Yazarımız bize gazeteci Defne'nin kişiliğini, aile yapısını anlatmak için polis ile yaptıkları kayıp şahıs bildirimi görüşmesini uygun görmüş. Roman kişileri arasındaki diyalogların, gerçeklikte olduğu gibi kişilerin o andaki fiziksel ve ruhsal durumuna ilişkin değil de, okuyucuya bir şeyler anlatmak, bilgi vermek amacıyla kullanımı romanın sonuna kadar devam ediyor. Roman kişileri roman evreninde kendileri için yaşayan kişiler değiller. Onlar bize bir takım olayları, bilgileri, hatta yazarın düşünceleri, hassasiyetleri, yargılarını aktarmak için basit birer araçtan ibaretler. Bir zamanların kötü Toplumcu Gerçekçilik romanlarının söylev çeken militan tipleri gibi. Bu metin ergence bir dille ergenler, ya da hep ergen kalanlar için yazılmış gibi olduğundan “Ergenci Gerçekçilik” akımı altında sınıflandırmak gerekiyor.

Uzuner, üç tutam Şamanizm, birer tutam çevre sorunu, HES, mezhep çatışması, kadına şiddeti karıştırıp, üzerine baharat olarak bir miktar Lawrence Block marka Matt Scudder baharatı serpiştirerek bir polisiye kıvamı tutturmaya çalışmış. Ancak maalesef ortaya çıkan sonuç ilköğretim için bir Ahlâk veya Yurttaşlık Bilgisi dersinin ek okuma kitabı olmaya bile uygun olmayan bir metin olmuş. Aslında çocuklar için aydınlatıcı olabilir, ama Türkçe o kadar yetersiz, o kadar çok hata var ki zararı yararından çok olabilir.

Konu, birden bire ortadan kaybolan toplumsal sorunlara çok duyarlı Şaman/Kaman Gazeteci Defne hanımın aranması. Mekân Kadıköy Çarşısı, baş rollerde bir alevi olan ve aşık olduğu sünni kızla evlenmesine ailelerin karşı çıktığı, Matt Scudder hayranı “Komserim” Ümit, son on yıldır dükkânından sadece karşıdaki bakkala alışveriş için çıkan Komserim Ümit'e Scudder'ı tanıtan Sahaf Semahat, Defne'nin ninesi Umay Nine.

Dramatik yapı o kadar zorlama ve tutarsız ki, dokunduğunuz anda elinizde kalıyor. Dergimizin sayfa kısıtlaması nedeni ile sözü daha fazla uzatmadan yerimizin elverdiği kadarıyla (toplamı sekiz sayfa) romandaki hataların küçük bir kısmını aktaralım:

Sözcük seçimlerinde sorunlar var: azapkâr, cinnetkâr , magazinsel, haker gibi. Yoğun biçimde “falan”, “ya hu”, “ve/ya”, “handiyse”, kahvaltı yerine “kahve-altı” kullanımı garip kaçıyor. Neredeyse her sayfada birkaç kez sözcükler tırnak içine alarak okuyucuya “bakın siz farketmezsiniz, bu sözcük burada çok önemli!” uyarısı yapılıyor.

Çevreci gazetecimiz Defne hanım metal dedektörlü kapıların radyasyon yaydığı yolundaki şehir efsanesine inanmış görünüyor (s.14). Bu dedektörler radyasyon yaymaz. AVM girişlerinde çantaların kontrol edildiği Xray cihazları ile karıştırıyor. Ayrıca bütün iskelelerde kapı dedektörler yok.

“Devasa lüfer” diye bir balık olmaz, lüfer'in devasası Kofana'dır. Dilenirse “devasa kofana” denebilir. (s.1)

"Ben şu anda nereye gittiğini bilmediğim bir otobüse biniyorum, takip etmem gereken birine dair önemli bir işaret aldım." (s.7) Epeyce düşündüm ama insanın nereye gittiğini bilmediği bir otobüse nasıl binebileceğini anlayamadım.

" 'Yüzyılın en sıcak yazı', küresel ısınmanın bir sonucu olarak gündeme otururken, ne bu felakete yol açan insanlığın artan açgözlü tüketim hırsı, ne de aynı nedenden artan göç, kıtlık ve nüfus sorunlarıne dair endişeler dile getiriliyordu." (s.14) Buradaki hatayı siz bulun, Türkçe testi olsun.

"artık hem çok hızlanan yüksek teknolojik hayatımızı devam ettirebilmek" (s.23)

"bugün Anadolu'nun yaşayan bütün halklarına karışan şimdiki "Türk'iyeliler..." (s.24)

"2B ormanlık arazileri talana açılıp, halka refah vaat etmeyeceği belli varsıllar için satışa sunulabildi." (s. 24)

"Neden harıl harıl toprak altıyla üstünde binlerce canlıya birbirine gıda zinciriyle bağlı hayatlar sunarak biz insanlara hizmet eden derelerin yerine..." (s.24) “Besin zinciri” demek istiyor yazarımız, gıda zinciri bambaşka bir şeydir.

"Tasvir'i her düşündüğünde içi yanıp burnu sızlayan Komiser Ümit, yine burnunu çekti." (s.29) “Burnunun direğini” sızlatmak istemiş olmalı.

Komserim Ümit çocukluğundan beri Kadıköy'lüdür. Yıllarca da Kadıköy çarşısında devriye olarak dolaşmış, her gün Sahaf Semahat'in dükkânının önünden de geçmiştir ama ne hikmetse: "Aslında elden düşme kitap satanlara 'sahaf' dendiğini de üç yıl kadar önce Tasvir'le onu ayırmalarından evvel, Kadıköy Çarşısı'ndaki bir sahaf dükkânına birlikte gittiklerinde” (s.32) öğrenir. Aynı sayfada şu bilgi de verilir üstelik: "Kadıköy Çarşısı içinden başlayıp Moda'ya kadar uzanan güzergâhta birbirinden güzel ve gizemli onlarca sahaf dükkânı varken.." (s.32) Acaba Komserim Ümit süzme salak mıdır?

"elinde kim bilir kaçıncı sigara ve kırtlama içtiği demli çayıyla...." (s. 38) “Kırtlama” diye bir şey yoktur, doğrusu kıtlama'dır.

"Ancak 'sürekli ergenlik' yaşamakta direnenlerdensen, mümkünü yok buluşmasının hayatının herhangi bir yerinde ikimizin." (s. 40)

"gönlünden buse ediyorum." (s. 41) buse, öpücük anlamına geldiğine göre yazarımız tarafından öpücük edilmiş oluyoruz.

Sahaf'ın "Eskiliği; bir zamanlar en az bir kişinin okuduğu, gözlerinden zihnine düşünce ve duygular aktarmış oluşundan değerli, kim bilir hangi hayatlara kaç kere eşlik etmiş, görmüş geçirmiş kitaplardan meydana gelen on binlerce 'söz dünyasının' ev sahibiydi. (s. 42) Anlayabilene aşk olsun ya hu!

"Ancak daha önce incinmiş olanlar, hüzünlü bir gülüşün arkasına saklanarak güvende olmayı unutma acısına tercih ederler çoğunlukla..." (s. 43) “Unutma acısı” nasıl bir şeydir acaba? Unutulanlar nasıl acıtabilir?

"Hani eski filmlerde 'bohçacı' falan diye takıldıkları tipler var ya, onlar aslında konak ve evleri dolaşıp bohçaları içinde kitap satarlarmış, ilk elektronik alışveriş, hah ha!" (s. 46) Enteresan tabii ilke elektronik alışveriş!

Defne Kaman, çarşıda daha önce hiç tanımadığı Komserim Ümit'in karşısında bitiverir ve " bana bakıp öyle bir, "beni ancak siz kurtarabilirsiniz," dedi ki... Samimi olduğuna inanmamak için zâlim olmak lâzım... Bir de sırılsıklamdı..." (s. 51) Fakat bizim süzme salak KomserimÜmit, zâlimden de zalim olmalı ki, kendisine bir kağıt uzatan Defne'nin kalabalığa karışarak yok olmasını izlemekle yetinir! Anlatmak için Samahat'a gider ama sıcaktan yolda unutmuş olmalı ki şöyle konuşur: "Zaten ben şu ânda resmen izinliyim, onu arkadaşlar arıyor, hayırlısıyla bulurla inşallah, bana ne ya!"

Ümit kendi kendine konuşmakta: “ 'Evlâdım, senin de soyadın Kaman, onun için sana geldik!' falan diye...Ne olmuş yani? Türkiye'de Kaman soyadı olan belki milyonlarca insan vardır?" İnsanın içinden Komserime çüş demek geliyor.

Semahat'ın Komiser Ümit'e anlattıklarından Şamanlık, dinler, mitoloji gibi konularda okumuş, bilgili bir kadın olduğunu anlıyoruz. Fakat bu kadar bilgili bir kadın Alevi olan Ümit'e çay ikram ederken "Ya ben sık sık sana 'tavşan kanı' çay ikram ediyorum Komserim, ama acaba pot mu kırıyorum, ha?" diyebilmekte, bu kez biz şuursuz okurları aydınlatma rolünü Ümit üstlenerek "Ah Samahat Abla, Alevilerle ilgili öyle fazla yanlış bilgi var ki toplumda..." (s.60)

"zihni uzak bir yerdeymiş gibi orada bulunan bedeniyle soğuk suyu içti Ümit." (s.63)

Evde annesi, babası varken odasına kendisini kilitleyen Komiser Ümit'in annesi kapıdan şöyle seslenir: "Can oğlum, iyi misin, bak ben senin annenim!" (s. 76) Ümit'in süzme salak olduğunu annesinin de bildiğini, kendisini anımsatmak gereği duyduğunu anlıyoruz.

"fare düşse başını yaracak kadar karmakarışık masasının üzerinde telefonunu ararken" (s. 161) Kendisini Tolstoy'un yanında gören yazarımıza acil olarak bir deyimler sözlüğü edinmesini tavsiye ediyoruz. Nereden öğrenmiş ise kullandığı bütün deyimleri yanlış kullanıyor. Fare düşse deyimi bir ortamın yoksulluğunu, hiç bir şeyin olmamasını anlatmak için kullanılır, karışıklık için değil. Ama büyük yazarlar "ben yazdım, oldu!" diyen insanlardır, şüphesiz.

"gözlerini o şehrengiz manzaradan almadan" (s. 194) Şehrengiz sözcüğünün anlamı bilinmeden kullanılmış. Şehrin güzelliklerini anlatan edebiyat türüdür, sıfat olarak kullanılmaz.

"Su ısısı sıcak ama hipotermi ve maserasyon riski var." Yine uzmanlık konuşuyor ama kastedilen süre üç gün! Üç günde ortada risk kalmayacağını, sadece ceset olacağını bilmiyor yazarımız.

"yıllardır karşı bakkal dışında sokağa adım atmayan Semahat'in yüzüne tokat gibi çarptı." (s. 207) Osmanlıca kursunu da bakkalda almış olmalı.

"öz annem tarafından emzirilmeyi reddedildiğim için" (s. 239)

Ümit'in rüyasından: "Ulan şerefsiz, ne istersin günahsız yunusla melek kız Defne'den, ulan gücün varsa bana gelsene şerefsiz lavuk!" (s. 267)

Son mesaj: "Bilgelik, ne pahalı arabasını satıp tüketim manyaklığına tövbe etmekle, ne de sûfi filozoflara güzellemeler yazarak elde edilecek kadar hızlı-kolay-hazır paket bir erdemdir." (s. 328) Mesajın adresini tahmin edersiniz. Ama maalesef Elif Şafak'ın kötü romanı Aşk, Su ile kıyaslandığında bir başyapıt sayılabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder