
Bu yazının potansiyel okuyucularının çoğunluğunun doğum tarihi 1980 sonrası olmalı. Bizim kuşağımızın hayatında belirleyici bir rol oynayan 12 Eylül darbesinin onlar için ne ifade ettiğini düşünmeye çalışıyorum. Benim doğumum da hemen 1960 darbesinin ertesinde olduğundan, empati kurabilmek için gençliğimde 1960'ı nasıl düşündüğümü düşünmeye çalışıyorum: uzak, bilinmeyen, tarihte kalmış bir zaman, bir hikâye, bir masal gibi. 1923 neyse, bu da o. Onun kadar uzak. Üstelik 1960 ile 1980 arasında gündelik yaşamın niteliği, teknolojinin hayatımızdaki yeri açısından TV'nin ve normal telefonun biraz yaygınlaşmış olması dışında kayda değer nitel bir faklılık yokken, 1980'lerde doğmuş bir insan için teknolojisiz bir dünyada yaşamayı tahayyül etmek neredeyse imkânsız. Dolayısıyla olanı, biteni, dönemin ruh hâlini anlayabilmek, hissedebilmek çok güç. Sadece tarih değil, bugünkünden tamamen farklı bir dünyada yaşanmış bir dönem. Üstüne üstlük hakkında her yönden çok farklı yorumlarda bulunulmuş bir dönem.
Internetsiz ve sosyal medyasız bir ortamda bütün dünyada kaynayan 1968 kazanından Türkiye de nasibini almıştı. Teknoloji hız demek özünde, hız faktörünü bir yana koyarsak “küresellik” tarihte her daim gerçeklik olan bir olgudur. Şimdi havada taşınan enformasyon, bir zamanlar, kervanlarla, gemilerle, sonrasında motorlu araçlarla taşınıyor, er veya geç etkisini insanın varolduğu coğrafi mekanlarda gösteriyordu. Bugün dakikalar mertebesinde haberdar olduğumuz bir olaydan 30 yıl önce saatler, 100 yıl önce de günler mertebesinde haberdar oluyorduk. Bu nedenle küreselliği güncel bir olgu zannetme yanılgısına düşmemek gerekir.
1968 gençliğin merkezinde olduğu bir kalkışmaydı. Solun genel tarihi açısından bakıldığında ise, tarihin büyük dalgaları ve gel gitleri hesaba katıldığında 100 yıllık bir dalganın belki de kıyıya ulaşan ve tepeden çatlamaya başlayan son dalgasıydı. Nitekim 1970'ler bütün dünyada sol hareketlerin son kurşunlarını harcadığı bir dönem olurken, 1980'ler neo-liberal dalganın yükselişini, ve mevcut Sosyalist sistemin çöküşünü beraberinde getirdi. Paris Komünü ile ısınmaya başlayan, 1917 Rus Devrimi ile zirveye ulaşan bir dönemin sonu... Tarihin büyük dalgaları karşısında kimse duramaz. O dalgalar tıpkı bir tsunami gibi önüne geleni silip süpürerek ilerler. Ancak tarihteki yenilgiler ve zaferler de nihai değildir. Tarihin dalgalarına kıyasla maalesef insan ömrü çok kısa kalır. Zaferin ya da yenilginin nihailik duygusu, insanın kendisini bu duyguya kaptırmasının nedeni bu kısalıktır. Ne zafer sarhoşluğu, ne yenilgi çöküntüsü. İnsan, her zaman aklı ile ayakta sapasağlam kalmayı başarabilmelidir. Ama bir tsunami dalgası karşısında kim başarabilir bunu? Neo-liberal dalgalar devrimcileri de önüne katar, o devasa çöp yığınının içinde sürükler. Zafere aldananların dünyanın sonu çığlıklarını da bir başka tsunami pusuda bekler.
68'in ertesinde 1970'lerde yukarıda değindiğimiz küresellik olgusu çerçevesinde dünyanın değişik bölgelerinde, birbirine çok benzeyen, Marksizmden esinlenen, ağırlıklı olarak Küba Devrimi ve Vietnam Kurtuluş Savaşından etkilenen, kuşkusuz yerel motiflerden de beslenen ama geleneksel komünist hareketlerle aralarına mesafe koyan ve kendilerini genellikle “devrimci” olarak tanımlayan hareketler ortaya çıktı. Farklı coğrafyalarda, hatta kıtalardaki bu hareketlerin birbirlerine benzerlikleri çok ilginçtir. Geleneksel komünist hareketle aralarına mesafe koymalarının nedeni bu hareketin mevcut tarihsel anda olanaklarını tüketmiş olduğu hissiyatı ve bölük pörçük bilgisiydi.Yani kendilerini de ortadan kaldıracak koşullar, aynı zamanda doğuş nedenleriydi.
Bu marksizm etkili son umutsuz dalganın (neden umutsuz olduğu konusu bu yazımızın sınırlarını aşıyor) Türkiye'de en kitlesel temsilcisi Devrimci Yol hareketi olmuştur. 12 Eylül değerlendirmeleri genellikle İşçi sınıfı ve komünist hareketin küresel durumundan bağımsız olarak Türkiye ölçeğinde yapıldığı için bu değerlendirmelerde yerel bir yenilgi algısı, duygusu ağır basar. Bu noktadaki “yenildik” ya da “kaybettik” değerlendirmesindeki öznenin küresel ölçekli bir özne olduğu gözden kaçtığında yenilginin nesnel bir değerlendirmesini yapmak olanaksız hâle geldiği gibi, hareketin içerisinde yer alan insanlara haksızlık yapmak da kaçınılmaz hâle gelir. Sanki bir takım kişisel hatalar olmasa devrim olacaktı, gibi. Yine bu yazıda açımlayamayacağımız kapsamda bir sorun olarak marksizmin 20. yüzyıldaki teorik gelişmesinin ve pratik uygulamalarının söz konusu dönemde olanaklarını çoktan tüketmiş olduğunu, hatta geride ciddi hasarlar bırakmış olduğunu dikkate aldığımızda şunu açıklıkla kabul etmemiz gerekir: Devrim zaten olanaksızdı. Hareketin küresel ölçekte dağılmasının ve yeniden bir başka düzlemde toparlanacağı bir devreye girmesinin, yani diyalektik bir devinim gerçekleştirmesinin zamanı gelmişti.
Adnan Bostancıoğlu içinde yer aldığı Devrimci Yol hareketinin davaya göre 1. numaralı ismi Oğuzhan Müftüoğlu ile uzun bir söyleşi yapmış ve kitaplaştırmış. Her ne kadar kitabın alt başlığı “Oğuzhan Müftüoğlu Kitabı” olarak geçse de Müftüoğlu mümkün olduğunca kendisini sakınmış. Elbette bir hareketin ve bir kişinin hayatının öyküsü bu. Ama o kişisel hayat, o hareketle o kadar iç içe geçmiş ki, Müftüoğlu'nun ketumluğu, samimiyeti ve hassasiyetleri ön plana çıktığından, bu kitaptan Müftüoğlu hakkında bir fikir edinmek için okuyucunun ilâve bir çaba göstermesi gerekiyor. Aslında satır aralarından okuduğumuz öykü dönemin bir çok devrimcisinin öyküsüdür. Çoğunlukla iyi kalpli, çıkarsız, fedakâr olan bu genç insanlar, ülkelerinde hissettikleri adaletsizliğe, eşitsizliğe ve haksızlıklara karşı duydukları isyan duygusu ile bu hareketlerle birleşirler. Kuşkusuz her toplumsal harekette olduğu gibi devrimci hareketlerde de kariyerist, değişik ruhsal ya da kişisel motiflerle hareket eden insanlar bulunur. Ama devrimcilerin çoğunluğu hiçbir karşılık beklemeden hayatlarını adarlar. Devrime adanmışlık, hele de o dönemde, samimi bir dindarın kendisini tanrısına adamasından pek de farklı değildir. Bu süreçte bazı insanlar, açık bir şekilde istemedikleri, pek de düşünmedikleri bir biçimde, sahip oldukları bazı özellikler nedeni ile kendilerini hareketin en ön saflarında, Müftüoğlu örneğinde olduğu gibi bazen de en önünde bulurlar. Müftüoğlu'nun gerek 1970 öncesi Dev-Genç yönetimine girmesi, 70'lerin sonunda da kendisini birden Devrimci Yol hareketinin önder kadroları arasında bulması da böyle bir süreç. Bu durum devrimci hareketleri kendi kariyerleri ve sözde liderlikleri açısından bir araç olarak gören ve yaşayan sorunlu kişiliklerle derin bir tezat oluşturuyor. Öte yandan reel politika alanının zorunlu kirlenmesi hesaba katıldığında, kitlelerin “lider” kültü ihtiyacı düşünüldüğünde Müftüoğlu gibi bir “lider”in kirli politik süreçlerin ideal lider tipolojisi olmadığını düşünmeden edemiyor insan. Müftüoğlu'nun, kendi süfli varoluşu ile başı dönmüş, önüne geleni harcayan, insan canına duyarsız, ruhsuz tiplerden olmadığını hissettiriyor satırlar.
Kitabı okuduğum zaman bunca zamandır düşünmediğim bir olguyu daha farkettim. Belki de hayatımız bu denli derinden etkilediği, içinde çok şey yaşandığı için, bize çok uzun yıllarmış gibi gelen sürecin aslında ne kadar kısa olduğunu. Türkiye tarihinin belki de en kitlesel devrimci hareketinin ömrüne baktığımız zaman gördüğümüz süre sadece 2 yıl! 1970'lerde yaşanan ne denli büyük bir küresel ve noktasal devinimmiş ki 2 yıl içerisinde bir hareketin bunca kitleselleşebilmesini mümkün kılabilmiş! Hem dönemin hem de dönemin en önemli hareketi olan Devrimci Yol'un sosyalistler tarafında çok daha derinden, çok daha uzun süre tartışılması, irdelenmesi gerekiyor.
O dönemde İşçi Sınıfı vurgusunu daha yoğun yapan, kendilerini işçi sınıfı partisi olarak adlandıran ve geleneksel Komünist hareketin yanında yer alan TİP, TSİP, TKP gibi hareketler, kendi dışlarındaki bu devrimci örgütler için “öğrenci hareketi” nitelemesinde bulunurlardı. Bu niteleme kuşkusuz politik rekabet içerisinde bir küçük görme, değersizleştirme boyutu içerirdi. Ancak öte yandan bu nitelemeyi yapanların yaşça daha büyük, politika ve yaşam deneyimi daha fazla olan sosyalistler olduğunu, bu “yeni yetmeler”in de onların yanında yetiştiğini hesaba kattığımız zaman pek de boşuna konuşmadıklarını anlarız. Kitabı okumam bu eleştirinin de pekişmesini sağladı. Devrimci Yol hareketi her ne kadar tarihin en kitlesel hareketi olup, farklı sınıflarla değişik bağlar kurmayı başarabilmiş olsa da bir öğrenci hareketi olmaktan bir sınıf hareketi olma aşamasına geçememiş. Ama ömrünü hesaba kattığımız da, yanına Türkiye sınıf hareketinin koşullarını eklediğimiz de nesnel olarak bunun pek de olanaklı olmadığını eklemek durumundayız.
“Bitmeyen Yolculuk” kitabını bitireli bir aydan uzun bir süre oldu, ama beni düşündürmeye devam ediyor. Tekrar başa dönersek 80'lerde doğmuş şimdi 30'larına adım atan insanlara ne anlatır, ne hissettirir bilmiyorum ama saf ve samimi bir şekilde devrimci ve sosyalist hareket içerisinde yer almış tüm 50'lik eski tüfeklere şiddetle öneriyorum. Teşekkürler Bostancıoğlu, teşekkürler Müftüoğlu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder